Tarihi yarımada son bir aydır Avrupa’dan ve Türkiye’nin farklı illerinden gelen sekiz farklı tasarımcıya ev sahipliği yapıyor. İstanbul Tasarım Bienali’nin “Camekân” programı kapsamında kente gelen tasarımcılar Şubat ayı boyunca izlenimlerini, duygularını, kent ve sakinleri ile kurdukları ilişkiyi, tasarımları aracılığıyla izleyiciyle buluşturdular. Barın Han’da düzenlenen sergi, İstanbul’daki steril ve ücretli sergi salonlarından ya da aynı tarihlerde devam eden II. Yeditepe Bienali’nin görkemli mekânlarından farklı olarak epey mütevazı koşullara sahip. Aslında bu yönüyle de İstanbul’a dair kanıksadığımız, belki bıkkınlıkla görmezden geldiğimiz pek çok şeyi yeniden düşünmemize de alan açıyor.
Kevin Lynch, kentte yaşayanların kenti algılamalarının dinamik ve katmanlı bir sürecin parçası olduğunu anlatır. [1] Kontrolü zor ve gözlenmesi sabır isteyen kenti, tüm fiziksel bileşenleri ile herkes farklı okur. Tam da bu yüzden İstanbul’da belki de ilk kez bu kadar uzun süre vakit geçiren ve bu vesileyle şehri deneyimleyen tasarımcıların şehre dair şaşkınlıkları ve gözlemleri de en az sergideki işler kadar ilgi çekici. Eserlere dair tasarımcıların yazdığı bu kısa notlar aynı zamanda onların İstanbul’a bakışlarını anlamamızı da kolaylaştırıyor. İstanbul’a dair onlarca nüansı, kamusal mekân tasavvurunu, toplumsal ilişkileri, yeme-içme kültürünü, şehrin koku ve ses ile bağını nasıl anlamlandırdıkları ve bu çoğul anlamların nasıl temsiller ürettiği, bu eserlerde somutlaşıyor.
Barın Han’ın önünde izleyiciyi karşılayan Emin Çay Evi aslında Clemens Lauer ve Jannik Lang’in sergideki ortak işi. Taze demli çay ve kandil simidiyle izleyici kategorisini misafire ya da katılımcıya dönüştüren Emin Çay Evi, sergiyi bu gözle gezmenizi sağlıyor. İstanbul’un her köşesine sıra sıra dizilen ve inşaat etrafını kapatmak için kullanılan metal levhalar, çay evinin taburelerine dönüştürülmüş. Aynı şekilde özellikle tarihi yarımadanın ara sokaklarında, teker sesini duyduğumuz türden bir yük arabası da yine çay evinin bir parçası. İstanbul’daki gündelik hayatta pek çok semtte denk gelebileceğiniz bu sıradan nesneler, çay evi konseptiyle bir kamusal mekân üretimine de aracılık ediyor.
Çoğumuz gibi İstanbul’da dingin bir yer bulmak konusunda büyük sıkıntı yaşadığını söyleyen Pia Matthes’e göre İstanbul’da huzur tek başına değil, toplu hâldeyken bulunabiliyor. Şehrin yedi tepesine gönderme yapan, tavandan sarkıtılan yedi çay tepsisiyle oluşturulan düzenek sayesinde çıkardığı titreşim sesi, şehrin kaosunu ve gürültüsünü akla getiriyor. Matthes’in Tavşan Kanı adlı işi, tepsilere ve yere dökülen çay imgesi üzerinden şehrin tüm tekinsizliğini ve huzursuzluğunu görselleştiriyor. Hanieh Fatouraee’nin şehrin her köşesine bırakılan ve çoğu zaman bayatlamaya terk edilen ekmekleri yere sermesi benzer bir huzursuzluğu çağrıştırıyor. İstanbul’da ekmeğe atfedilen kutsallık ile onun kolayca gözden çıkarılması arasındaki tezattan hareket eden Fatouraee, aslında pek çok kutsal ile kurduğumuz çelişkili ve belki de ikiyüzlü ilişkiyi de akla getiriyor.
Sonuç olarak sergide oldukça sıradan ve basit nesneler kullanılarak 2020’ler İstanbul’unun nasıl göründüğüne dair yalın ve anlaşılması kolay bir temsil üretiliyor. Yere göğe sığdırılamayan bir imparatorluk ve kültür başkenti tahayyülü ya da bitmek bilmeyen kentsel dönüşümüyle sürekli bir araştırma ve problem nesnesi olarak beliren İstanbul temsilinden farklı… Şehrin kusurları, çelişkileri ve eşitsizliklerinin bilincinde ancak yine de gündelik hayattaki kendine özgü pek çok şeyin farkında bir İstanbul temsili bu.
Zeynep Turan
[1] Kevin Lynch, Kent İmgesi, 9. baskı, çev. İrem Başaran, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, s. 2.