“Bizler toprak anaya, yeryüzüne, doğaya göbeğimizden bağlıyız. Bir annenin çocuğuyla arasında ölüme dek bağlı o ip gibi. Biz istesek de ondan ayrılamayız, gidebileceğimiz başka bir yer yok.”
Mutfakta yemek yaparken, özellikle sebze yemeğiyse, sebzelerin kabuklarını soyduktan sonra çöpe atarken her seferinde neden bunları biriktirip gübreye dönüştürmüyorum diye hayıflanırım. Apartmanın bahçesinde büyük bir çukur kazıp oraya döksem olmaz mı? Sonra olmaz herhâlde, bu iş böyle yapılmaz deyip vazgeçerim. Değil organik atıkların belediye tarafından toplanması, bugün hâlâ 21. yüzyılın Ankara’sında katı atıklarımız bile ayrıca toplanmıyor. Şimdilik ailecek elimizden gelen; süt kutularını, karton, plastik kutuları, cam şişeleri ayrıştırmak ve en yakın atık kutularına bırakmak.
Karanlığa küfretmeden önce bir mum yakmamız öğretilmişti bize. Burun buruna yaşadığımız ve bizi, çocuklarımızı bekleyen iklim krizine karşı ne yapabiliriz? Şimdilik elimden sadece sözünü ettiğim küçük adımlar ve en önemlisi, çocuklarımı bu konuda duyarlı yetiştirmek geliyor. En miniğinin ellerini lavaboda yıkarken suyu iyice kısma oyunu oynuyoruz, değilse ormandaki ağaçlar bize su bırakmadın diye ağlıyorlar. Bunlar belki dünya vatandaşı, birey ve bir kul olarak yapmam gerekenlerin çok azı; farkındayım.
“Durağan Felâket Her Yere Saçılmak Üzere”
Ekoloji, çevre, iklim krizi bağlamında okunacak, öğrenecek o kadar çok şey var ki… İlgimi çeken iki kitaptan söz etmek istiyorum bu yazıda. İlki, Arjantinli yazar Samanta Schweblin’in katmanlı romanı Kurtarma Mesafesi. Romanla ilgili tanıtım metinlerinde kitabın çevreyle de ilgili olduğu yazılıydı. Kitapçıda elime aldığımda ilk cümlelerinden bağlayıverdi kendisine:
Kurtçuklar gibiler.
Ne tür kurtçuklar?
Kurtçuklar gibi, her tarafta. (s. 13)
Bu satırlar daha en başından ürkütücü, gerilimli bir atmosferde yürüyeceğimi hissettirdi. Nitekim bir sonraki sayfada hep daha kötü bir şeyler olacağı vaadiyle bir solukta okuttu kendini kitap. Roman “şimdi”de, biri artık görmeyen ve ölmek üzere olan, diğeri sadece sesiyle varlığını hissettiren iki karakter arasındaki diyaloglardan müteşekkil: Amanda ve David. Romanın ana karakterleri iki anne ve iki çocuk (Amanda ve kızı Nina, Carla ve oğlu David). Anneler ve çocukları arasında var olagelen yoğun bir duygu etrafında kurgulanmış roman. Bu içgüdüsel duygunun adı “kurtarma mesafesi”. Kurtarma mesafesi, ana anlatıcı Amanda’nın midesinde duyduğu ve sanki midesinden kızı Nina’ya bağlanan bir ip şeklinde betimleniyor. Bu ip kızından uzaklaştıkça geriliyor ve kadının endişesi artıyor. Yazar, bebeklerin ana rahminde annelerine bağlandığı göbek kordonunu metaforik olarak doğum sonrasına uzatmış sanki. Annelerin çocuklarını bebeklikten çocukluğa, neredeyse yetişkinliğe kadar her türlü tehlikeden, kazadan belâdan, hastalıktan koruma kollama hissi üzerine bina etmiş romanını. Sözü edilen his; çocuğun hep yanında, görme mesafesinde olmasını gerektiriyor. Amanda, Nina’yı alıp tatil için kasabada kiraladığı yazlık evde, önce evin bütün girişlerini çıkışlarını, merdivenlerini kolaçan ediyor. Sorun çıkarabilecek her noktayı ayrıntısıyla öğrenmeye, zihnine kazımaya çalışıyor; bahçedeki havuz, Nina’nın havuzun etrafında dolanması, romanın başlarında bir tehdit imgesi olarak geziniyor.
Amanda ve David arasındaki diyaloglardan David’in ve annesi Carla’nın başına gelenleri öğreniyoruz. Roman ilerledikçe anne-çocuğun hikâyeleri kasabanın koordinatlarında kesişiyor ve neredeyse birbirine geçiyor.
Romanın başında hızlıca okura gösterilen zehirli dere tüm olayların başlatıcısı, belirleyeni konumunda. Derenin kıyısına vurmuş ölü kuş, dereden su içtiği için zehirlenip ölen kısrak ve dereye ellerini sokmuş bulunan bebek David. Hikâye bu zehirlenmeyle başlıyor, David’in bedeni kızarıyor. Onu iyileştirecek şifacı kadın, çocuğu zehirlenip ölmekten ancak ruh değiştirme işlemiyle kurtarabileceğini söylüyor. Her şeyin bir enerjiden ibaret olduğunu düşünen, pozitif ve negatif enerjileri yönetebilen bir kadın bu. Kasabada doğru düzgün bir doktorun yokluğu bu kadına alan açıyor. Aslında yazar burada iklim kriziyle başımıza gelecek felâketlere karşı pozitif tıbbın yapabileceklerinin sınırlılığını da hissettiriyor. İnsanın kendi başına açtığı bu belâlardan kurtuluşu, doğaya ve onun güçlerine yakın duran, şamanvâri bir kadından geliyor. David’in zehirlenen bedeni ancak bir başka bedene taşınırsa zehir paylaşılacak, ölümden kaçılacak. Ruh değiştirme gerçekleşiyor; fakat bu, kimseye iyilik ve huzur getirmiyor. David o eski sevimli, neşeli çocuk değildir artık. Bedenen ve ruhen yaralıdır. Evlerinde, tarlalarında pek çok ölümü kendine çeker. Ördekler, atlar peyderpey ölür. Belki Amanda ve Nina’yı da kasabaya çeken şey, David’in mıknatıslı zehridir.
Amanda ve Nina da kasabadaki zehirden paylarını alırlar; zehirlenme insanın bedeninde kurtçukların çıkması gibi bir histir. Romanın başından sonuna kadar David’in sesinin cevabını bulmaya çalıştığı “kurtçukları ne zaman hissetmeye başladın?” sorusunun cevabı sonlara doğru açığa çıkar. Amanda ve Nina, tarlalarda kullanılan kimyasal ilaçların üzerlerine bulaşmasıyla zehirlenirler.
Ruhlar değiştirilse bile kaçış yoktur. Kasabada çocukların çoğu zehirlenmiştir ya da çocuklar anne karnında zehirlenerek doğarlar, sağlık ocağındaki bir sınıfta bakılan bu çocuklar normal çocuklar gibi değildirler. Romanın sonunda bize çizilen manzarada tarlalar, üzerinde hiçbir hayvanın otlamadığı kuru araziler, kır evleri, fabrikalar gösterilir. Bu manzarayı kat eden Nina’nın babası sonra şehre gelir, asfaltın üzeri arabalarla kaplı, trafik felçtir. Baba bir şeyi fark etmez; ipinin ucu ateşlenmiş bir fitil gibi serbesttir artık ve “durağan felâket her yere saçılmak üzere”dir.
Ben romandaki anne imgesini toprak ana diye yorumladım. Bizler toprak anaya, yeryüzüne, doğaya göbeğimizden bağlıyız. Bir annenin çocuğuyla arasında ölüme dek bağlı o ip gibi. Biz istesek de ondan ayrılamayız; gidebileceğimiz başka bir yer yok. Akarsular, toprak hastalandığında bizi de hasta edecek, ediyor. Romanda geçtiği gibi tarım ilaçlarıyla toprağı, suyu zehirleyen bizleriz. Doğayla aramızdaki kurtarma mesafesi belki de romanda hissettirildiği gibi geri dönüşsüz bir şekilde koptu.
Gezegenimizin Hayatta Kalma Mücadelesi
“Acaba her şeyin sonuna mı geldik?” sorusuyla baş başa kaldığımda imdadıma Aralık ayında vefat eden sosyo-biyolojinin kurucusu, karıncalarla ilgili çalışmalarıyla tanınan Edward O. Wilson’ın Yarım Dünya: Gezegenimizin Hayatta Kalma Mücadelesi isimli çalışması yetişiyor. Kitabın ana tezlerinden biri, biz insanların dünyadaki biyoçeşitliliğin farkında olmadığımız. Bilimsel çalışmaların bile bu çeşitliliği tanımada hâlâ çok gerilerde olduğunu gösteriyor yazar. Bu çeşitliliği tanımak, en başta doğayı restore edebilmemiz için gerekli. Yazar, kitabın başlığında geçen “yarım dünya” tabiri ile gezegenimizin yüzeyinin yarısını doğaya teslim ederek çevrenin yaşayan kısmını kurtarabileceğimize ve kendi varlığımızı sürdürebilmemiz için gereken dengeyi sağlayabileceğimize inanıyor.
Bir bütün olarak biyolojik çeşitlilik, insanlar da dâhil, onu meydana getiren türlerin her birini koruyan bir kalkan oluşturuyor. Giderek daha fazla tür yok oldukça ya da yok olmanın eşiğine geldikçe geride kalanların yok olma oranı da hızla artıyor.
Yazar, yaşayan türler için tek umudun, karşı karşıya olduğumuz sorunun büyüklüğüyle orantılı bir insan çabası gerektirdiğini belirtiyor. Türlerin devam eden kitlesel yok oluşu ve birlikte genlerin ve ekosistemlerin yok oluşu, genel salgın hastalıklar ve iklim değişikliği insanın kendisine yönelttiği en ölümcül tehditler. Wilson, çağrısını yineliyor ve yapılabilecek en önemli şeyin dünya çapında sözünü ettiği koruma alanlarının çoğaltılması olduğunu söylüyor. Ayrıca yazar biyoloji, nanoteknoloji ve robotik arasındaki bağlantıdan ve bu alanların birlikte geliştirdiği girişimlerden de ümitvâr görünüyor. Bu sayede daha az enerji ve kaynakla daha iyi bir yaşam kalitesi sağlayarak ekolojik ayak izini düşürebileceğiz; bu da biyoçeşitliliği gelecek kuşaklar için korumamızda ciddi katkı sunacak.
Wilson, organizma parçaları ve organizma üretmeyi mümkün kılan sentetik biyoloji alanındaki gelişmeler hakkında da bilgilendiriyor bizi. Bu alandaki çalışmaların ilerlemesi, bazılarımız için korku verici de bulunsa işe iyi yönünden bakmamızı salık veriyor. Ben de ister istemez romanda David’in zehirlenen bedenini gerçek düzleme taşıyorum ve acaba ruh değiştirmek yerine onun bedenini sentetik biyolojiyle kurtarabilir miydik diye düşünmeden edemiyorum.
Kurtarma Mesafesi’ni bitirdiğimde bedenimi, çevremi kapladığını hissettiğim kurtçuklar Yarım Dünya’nın sunduğu teklifle biraz dağılıyorlar. Hâlâ ölmedim, kurtlanmadım. Toprak ona iyi davranırsak hâlâ yeşerebilir. Ekolojik ayak izlerimizi küçültmenin derdine düşmeliyim. Organik atıklarımızı gübreye çevirmenin bir yolunu bulmalıyım.
Hâle Sert
Kaynaklar:
Schweblin, Samanta. Kurtarma Mesafesi. Çev. Emrah İmre. İstanbul: Can Yayınları, 2021.
Wilson, Edward O. Yarım-Dünya: Gezegenimizin Hayatta Kalma Mücadelesi. Çev. Sami Oğuz. İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları, 2020.
*Bu yazı daha önce perspektif.online’da yayınlanmıştır.
**Görseller: Dilruba Kılıç Kocaışık
İşbu web sitesi ve tüm sayfaları Fikir ve Sanat Eserleri Kanununa tabidir. Sitenin içeriğine ilişkin her türlü ses, görüntü, yazı içeren bilgi-belge, her türlü fikri ve sınai haklar ile tüm telif hakları ve diğer fikri ve sınai mülkiyet hakları Zift Sanat’a aittir.