İnsan merak ediyor, 1500’lü yılların başında Leonardo da Vinci, fırçasını bir kenara bırakıp resmini bitirdiğine ikna olduğu o an Mona Lisa’sının bu kadar meşhur olabileceğini aklından geçirmiş midir? Bu kadar çok serüven yaşayacağını kestirmiş midir? Her bir sanatçının kendi rengini verdiği bir yüzer-gezer imaja dönüşeceğine dair en ufak bir tahminde bulunmuş mudur? Pek mümkün gözükmüyor.
Aktarılanlardan öğrendiğimize göre eser görücüye çıktığında yer yerinden oynamamış, 1804’te müze koleksiyonuna girdiğinde de en popüler eser unvanını taşımaya hak kazanmamıştı. Ne zaman ki 1911’de çalınmış ve uzun bir müddet ortadan kaybolmuştu, işte o zaman galeride komşusu olan sağındaki solundaki Raffaellolar’dan çok daha şöhretli bir hâle gelmişti. Etrafında örülen anlatılar belki de bu tarihten itibaren hız kazandı ve bu anlatılarla birlikte çok kısa bir sürede dünya üzerinde gelmiş geçmiş en bilinen eser unvanını elde etti. En çok çoğaltılan ve yorumlanan eser olması denli pek çok saldırıya uğraması da şöhretin bedeli olarak peşisıra geldi.
Yorumlayanlar, şöhret olmak isteyenler kadar zaten meşhur olmuş sanatçılardır da. O, Malevich, Duchamp, Dali, Léger, Magritte, Warhol, J. Johns, Banksy, Botero, Basquiat, Haring gibi çağdaş sanatçıların eserlerinde boy gösterir. Peki neden? Klasik dönemin en başat örneği olarak aşılması gereken, boy ölçüşülen yanı ile heyula gibi karşılarına dikilirken niye çağdaş sanatçıları bu derece ilgilendirmiş olabilir ki? Onlara gelene kadar aşılan aşılmış, geçilen geçilmiş, sanat bambaşka bir mecraya dönmüşken bunca sanatçı ne olmuş da birlik edercesine eserlerine Mona Lisa’yı buyur etmekte yarışır hâle gelmiştir?
Onu yorumlayan sanatçılardan ilki zannediyorum, Rus Suprematist Kazimir Malevich 1914’te Composition with La Gioconda (Partial Eclipse) adlı kolajını gerçekleştirir. Sanatını belirleyen geometrik formlar ve hacimler arasından başını uzatan bir Mona Lisa vardır karşımızda. Çarpılar eklenen yüzü ve boynuna rağmen tüm sanat tarihinin bir nevi hortlağı olarak bir anlamda “Ben olmasam siz olmazsınız.” der gibidir; Malevich ile cüretkârlık ekseninde buluşur.
Duchamp 1919 tarihli L.H.O.O.Q isimli eserinde, bir kartpostal üzerinde yer alan Mona Lisa resmine müdahale ederek bir keçi sakal ve bıyık ekler. Hazır-nesneleri sanat dünyasına kazandıran kişi olarak Duchamp’ın kartpostal da olsa üzerinde yer alan kült bir imaja müdahalesi ne anlama gelmelidir? Onu da hazır-nesnelerden biri hâline mi getirir bu eylemiyle? Kendi nesnelerinden bir farkı olmadığını mı gösterir? Birbiriyle eşitler mi, yoksa onu ezer mi? Posterlerdeki önemli figürlere iliştirilen bıyıkların önemsizleştirmeye yönelik jestinden beslenerek hem onu o günün kılar hem de belli belirsiz tebessümüne bir şekilde muziplik de atar/katar gibidir. Bazı eserleri için yaptığı “sadece bir şaka” açıklamasıyla eylemi örtüşür. Ağırbaşlılığı, günün alışıldık bir müdahalesiyle onu bozar. İdealleştirilen bir figürle oynamak isterken bir şekilde onu canlandırır, yeniden dolaşıma sokar, çağdaşı kılar.
Duchamp’ın bu eylemi saygısızlık olarak görülür ve Fransızların tepkisini çeker. Dali 1963 tarihli “Why They Attack the Mona Lisa” başlıklı yazısında saldırıları iki çeşit olarak ele alır. Duchamp’ın yaptığı saygısızlığı entelektüel bir saldırganlık şeklinde tanımlar. Bir de doğrudan saldırganlık çeşidi vardır ki -hâlâ süregelmektedir, bu yazıda esere doğrudan gerçekleştirilen saldırılara yer verilmeyecektir- bunu da saf saldırganlık olarak nitelendirir. Freudyen terimlerle yaptığı açıklamaların ardından şu istekte bulunur: “Mona Lisa’nın maruz kaldığı saldırılar hakkında farklı açıklamalar sunabilen biri bana ilk taşı atmalıdır; onu alıp hakikati inşa etme görevime devam edeceğim.” [1] Bu makaleyle ilişkili olarak “Very Lively, Very Punchy” başlıklı bir değerlendirme yazısı kaleme alan Leonardo da Vinci uzmanı Martin Kemp’e göre; “Leonardo seyirciye bir davetiye çıkarır ve Dali daveti kabul eder. Dali ayrıca izleyiciye, bilinçdışı zihinlere erişmesi ve yarattığı garip çoğul imgelerle uzlaşması için davetler çıkarır.” [2] Davete icabet eden Dali yeni bir davetiye çıkararak bir şekilde Leonardo da Vinci ile diyaloğa girer, bir anlamda bayrağı devraldığını deklare eder. Devraldığı bayrak sundukları gizemle ilgilidir. 1952’de Philippe Halsman’a kendi görseliyle bir fotomontaj çalışması yapması için izin verir. Fakat Duchamp’ta saldırganlık addettiği şeyden ne kadar farklıdır ortaya çıkan iş? Niyeti midir kendisini farklı kılan? Dalga geçme veya saldırganlık olmadan bir eserle ünsiyet kurmak mıdır onunkisi?
1930’da Fernand Léger, La Joconde aux Clés’i ile Malevich’in eserine benzer bir resim yapar, Mona Lisa’yı kendi resim yapma biçimine dahil ettiği bir kompozisyon gerçekleştirir. Hepsi uzayda yüzer gibi görünen birbirinden bağımsız nesneler tuhaf bir yanyanalık içindedir. Mona Lisa tablosundaki anahtarlar bir dönem sanatçının takıntısı olmuş ve şöyle demiştir: “Bir gün tuvale bir sürü anahtar çizmiştim, bir sürü anahtar. Yanlarına ne koyacağımı bilmiyordum. Bir grup anahtarın tam tersi olacak bir şeye ihtiyacım vardı. İşimi bitirdiğimde dışarı çıktım. Sadece birkaç metre yürümüştüm, bir dükkânın vitrininde bir de ne göreyim? Mona Lisa’nın kartpostalı! Hemen ihtiyacım olan şeyin bu olduğunu anladım; anahtarlarla daha büyük bir kontrast oluşturan ne olabilirdi? … Sonra bir kutu sardalye de ekledim. O kadar güçlü bir kontrasttı ki. (La vie fait de l’Oeuvre de Fernand Léger, Dora Vallier, Cahiers d’Art, 2, 1954, s. 153)” [3] Bir uyumsuzluğun resmini yapmak istediğinde Mona Lisa onun için bir anahtar (!) vazifesi görmüş, bir anlamda resmi kurtarıcı bir görev üstlenmiştir.
René Magritte ise Mona Lisa’yı çizmeden ona saygı duruşunda bulunur. 1960 tarihli La Gioconda eserinde iki kırmızı perdenin aralığından gözüken bulutlu gökyüzü ile bir sahne kurar. İsim vermesi yeterlidir onun sanatında. Bir resmin karşısında görselin ötesindekiyle, ima edilenle, göstergelerle, dille derdi olan Magritte için resmin resmedilenle özdeşliği kabul edilemez. Ona göre nesneleri görüşümüz hatta yaratışımız bize bağlıdır. Bir anlamda bulutlu gökyüzü ile bizi özgür bırakır. Fakat kırmızı kadife perdelerle Mona Lisa’nın içine kurulduğu zaman diliminin altını çizmeyi ihmâl etmez. Buraya taşınamayacak kadar uzak kalışına gösterdiği itinayla çağdaşlarından ayrılır.
Tam aksine bir tutumla Andy Warhol, Thirty are better than one (1963) ile Colored Mona Lisa (1963) isimli işlerinde ve diğer benzer çalışmalarında Mona Lisa’ya yer verdiğinde, bir anlamda onu kola şişeleri veya Marilyn Monroe ile eşit bir düzleme yerleştirir ve onu çoğaltarak kendi zamanına ve kıtasına buyur eder. Biliyoruz ki Warhol’un ele aldığı figürler Amerikan popuyla ilgili. Peki bir müzeden çıkıp gelen asilzade nasıl olup da onların arasına karışabilir? Tam da tuval 1963’te Amerika’ya getirilmiş ve çok sayıda ziyaretçi kabul etmişken bu misafirliği değerlendiren Warhol’la birlikte zaten mütemadiyen çoğaltılan bir eserin yeniden, yeni bir şekilde çoğaltılmasına -onun deyimiyle demokratikleştirilmesine- şahit oluruz.
Jasper Johns, 1968-69 yıllarında yaptığı Number 7 baskısında, 1983 tarihinde Racing Thoughts ismini verdiği kolajında veya 1991’de gerçekleştirdiği diğer bir baskısı Summer Blue’da görüldüğü üzere tuvallerinde tekrar tekrar kullandığı nesnelere Mona Lisa’yı da ekler. Ve her eklendiği eserde kompozisyonun önemli bir parçasını oluşturur. Johns için önemli olan tekrarlar belki de hayata dair tutamaklarıyla ilgilidir. Sanat tarihine olan ilgisini de bildiğimiz sanatçı, Mona Lisa ile hesaplaşan bir tutum içinde değildir. Dünyayı hatırlatan şeylere ilgi duyduğunu söyleyen sanatçı için Mona Lisa, dünyanın önemli bir bileşenidir belli ki.
Banksy, sanat tarihinin en ünlü kadının eline bir bazuka verip onu Soho’da duvara boyayıp ismini de Mona Lisa Bazooka (2007-2008) koyduğunda ele aldığımız sanatçı profillerinden farklılaşır. Bu sefer sakin gülümseyişi “Güç bendedir.” gülümseyişine dönüşür. Banksy, Martha Rosler’ın savaşı eve getiren işleri ile Tammam Azzam’ın montajlarına benzer işleriyle -yüksek kültür, yüksek yüksek tepelerden bakmaya devam ededursun- bu kültürün diğer bir yüzü olan şiddet ve zulmün steril yaşantılarımızla nasıl içiçe geçtiğini gösterme gayretindekiler kervanındadır.
Fernando Botero’nun 1978 tarihli tombiş Mona Lisa’sı, Basquiat’nın 1983’te çizdiği çirkin Mona Lisa’sı, Keith Haring’in pek çok örneğini verdiği Mona Lisa çeşitlemeleri (birkaçı Weeping Mona Lisa (1988), Apocalipse 7 (1988) ve Malcolm X (1988)) her biri kendi politik söylemleri için onun güzellik ve idealle olan ilişkisini odağa alır, sorgular. Yüksek kültürün/ilk harfi büyük yazılan “Sanat”ın bir öğesinin, çözülmelerin yaşandığı bir çağda sanatçıları uğraştırdığı kadar aralarında birleştirici bir görevi de üstlendiğine şahit oluruz.
Mona Lisa üzerine/üzerinden üretilen çok fazla çalışma söz konusu. O, hem ilham kaynağı, hem tarihsel bir geçiş noktası, hem zamanındaki yenilikçi tarzına saygı duruşunda bulunulan ama aynı anda bugün için arkaik kalışının altı çizilen, gizemi üzerine üretilen tüm anlatıların kavşağında kullanışlı bir imge olarak “sadece muammalı değil, ayrıca muammalı olanın sembolüne de dönüşerek” [4] görüldüğü üzere türlü şekillerde karşımıza çıkmaya, belli ki hiç tükenmeyecek bir kaynak olma vasfıyla muammadan beslenen çağdaş sanat için kullanışlı bir örnek olmaya devam ediyor.
Joseph Kosuth “Felsefeden Sonra Sanat” (1969) metninde der ki: “Geçmişin sanatçılarının ‘canlandırılmasının’ nedeni eserlerinin bazı yönlerinin yaşayan sanatçılar tarafından ‘kullanılabilir’ hâle gelmesidir. Sanatın ne olduğu konusu doğru anlaşılmamış gibidir.” [5] Ona göre sanatın doğası ile ilgili daha geniş bir sorular çerçevesiyle diyaloğa girilememektedir.
Sanatın doğası üzerine söylenecek çok şey var, hele bugün. Yeni teknolojilerin imkânlarıyla daha da yakınımıza yöremize gelen bir Mona Lisa var artık karşımızda. Görsel ve işitsel anlamda bir bombardımana tabi tutularak tüm Da Vinci eserlerine çok da kısa bir süre içinde ışık, ses, görsel şölen eşliğinde muhatap olmak lütfuna eriyoruz. Her şey önümüzde, karşımızda hatta ayağımızın altına serili vaziyette. Bir mekâna sıkıştırılmış hâlde böyle bir bombardımanın getirdiği yüksek etkiyi estetik bir sıçrama, büyülenme, çarpılma ile hissetmenizle birlikte eşittir “İşte sanat bu!” demeniz bekleniyor. Ancak 15 milyar fırça darbesinden bahsedildiğini duymak, beklendiği şekilde sanatsal bir heyecan fırtınası yaratmaya yetiyor mu? Yetmiyor.
2020 yılında “Mona Lisa: Beyond The Glass” etkinliği ile Louvre Müzesi’nin ilk sanal gerçeklik deneyimini Mona Lisa ile başlattığını da hatırlayalım. Müzeyi ziyaret esnasında sadece 30 saniye ayrılabilen süreyi çok daha geniş tutma ve ziyaretçilerin istedikleri süre ve yakınlıkta eserle ilişkiye geçmeleri hedeflenmişti. On yıllık bir araştırmanın sonucu olduğu söylenen sergide bir anlamda tuvalin içine girebiliyordunuz. Louvre’daysanız sanal gözlükleri takmanız, evinizdeyseniz uygulamayı indirmeniz yeterliydi. Her türlü ayrıntıya erişim imkânı sağlandı. Peki camın ötesine geçildiğindeki beklenti, pek de alışık olmadığımız arttırılmış gerçeklik deneyimiyle karşılaşmanın getirdiği bir heyecana mı yaslanıyordu yine? Neyse ki bu sefer bir sanat deneyimi vaadinde bulunulmuyor, sanata yakından bakmanın imkânları gözler önüne seriliyordu.
İnsan merak ediyor, 1500’lü yılların başında Leonardo da Vinci, fırçasını bir kenara bırakıp resmini bitirdiğine ikna olduğu o an, Mona Lisa’sının bu kadar meşhur olabileceğini aklından geçirmiş midir? Bu kadar çok serüven yaşayacağını kestirmiş midir? Her bir sanatçının kendi rengini verdiği bir yüzer-gezer imaja dönüşeceğine dair en ufak bir tahminde bulunmuş mudur? Belki de evet!
Mona Lisa tükendiğine dair buyur etmelere inat, geçerliliğini/kalıcılığını sürdürüyor, tüm maruz kaldıklarına rağmen gülümsemeye devam ediyor.
Zeynep Gökgöz
Resimler sırasıyla:
[1] https://www.artnews.com/art-news/retrospective/salvador-dali-mona-lisa-essay-13450
[2] https://www.artnews.com/art-news/retrospective/martin-kemp-salvador-dali-mona-lisa-13451
[3] https://www.wikiart.org/en/fernand-leger/mona-lisa-with-the-keys-1930
[4] Darian Leader, Mona Lisa Kaçırıldı, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2004, s. 147.
[5] Joseph Kosuth, “Felsefeden Sonra Sanat”, Sanat ve Kuram, ed. Charles Harrison, Paul Wood, İstanbul: Küre Yayınları, 2011, s. 903.