Musiki sizin için ne ifade ediyor?
Musiki benim için gerektiğinde bir gıdadır. Ondan gıdalanıyorum ve beni rahatlatan bir şey. Ben musikide her şeyi buluyorum; neşeyi, hüznü, kederi… Musiki bana her şeyi yaşatıyor. Ama tabii bunu söylerken günümüzdekilerden bahsetmiyorum. Meselâ bir şarkı vardı, “Geçti sevdalarla ömrüm, ihtiyar oldum bugün / Ak pak olmuş saçlarımla bir kara saçlarınla bî-karar oldum bugün”. Bunu normal biri dinlediği zaman karşısındaki birine hitap edildiğini düşünür. Ama tasavvufi bakış açısı başka türlü düşünüyor. Eski eserler zaten hep böyle bestelenmiş. Onların bakış açıları çok farklı. Onun için o gün olan her şey kalıcıymış, geçici olmamış. Ta ki bugün evlenip de sabaha ayrılmalarda olduğu gibi değil. O bakımdan musiki benim için çok şey ifade ediyor. Dediğim gibi her şeyi musikide buluyorum; neşeyi, kederi, hüznü…
Musikide niye kederi arıyorsunuz? Hayatta zaten yeterince keder yok mu?
Ama musikide bir başka oluyor. Bazı şarkılarda her şeyi yaşamak istiyorum. Hüznü bile yaşamak istiyorum. Ondan bile zevk alıyorum. Benim hayatımda olduğu için onu da istiyorum.
Musiki merakınız ne zaman başladı?
Çok küçük yaşlarda babam beni camiye götürürdü. Camide bir şeyler okurlarken ben de mırıldanırdım, ben de onlar gibi okurdum. Evde radyomuz vardı. Radyodan şarkılar, türküler dinlerdim. Böyle böyle müziğe bir muhabbetim oldu. Fakat tabii evdekiler müziğe yönlenmemem konusunda üstümde çok baskı kurdu. Onun için musikide fazla bir ilerleme gösteremedim. Sonra ortam buldum ama bu sefer de yapamadım. Meselâ çok heves edip bir ney aldım. Ayağım takıldı ve neyin üstüne düştüm; ney kırıldı. Çok üzüldüm. Neyi tamir etmesi için hocaya verdim. Sonra bir rüya gördüm. Rüyamda neyi bir halka yaptım. Rüyamı hocama anlattım. Hocam “Oğlum sana burada ekmek yok. Sen bu sevdadan vazgeç. Sana burada verilen mesaj, ‘Bu işle uğraşma.’ anlamına geliyor. Bak, neyi bile halka yapmışsın.” dedi. Sonrasında bir dinleyici olarak musikiden kopmadım ama bir enstrüman çalmaya pek heves etmedim.
Niye ney de başka bir musiki âleti değil? Saz meselâ…
Geçmişte saza çok heves etmedim. Çünkü gençlik zamanımda sazla daha çok politik şarkılar, türküler çalınıyordu. O yüzden saza karşı bir soğukluk hissettim. Bugün o duygum yok ama o gün o ortamın etkisi olabilir. 70’lerde yaşanan birtakım olayların ardından onu politik bir malzeme gibi düşündüm. Meselâ cümbüşü bir-iki elime aldım; beceremedim. Belki yanımda sürekli öğreten birisi olsaydı olurdu veya belki biraz da benden kaynaklandı. Neyde beni etkileyen “Hu” diye üflenmesiydi. Belki ondan ona yöneldim. Bir de Arif Biçer adında bir arkadaş vardı, onun ney üflemesi beni çok etkilemişti. O kadar ney taksimi dinledim ama onun ney üfleyişi bir başkaydı. Galiba biraz onun da etkisi vardı. Dediğim gibi sonra neyi bıraktım, nedendir bilinmez elime kudüm aldım. Fakat onu da öyle bıraktım.
Mevlidhanlık nasıl başladı?
Mevlidhanlığı hiç kabul etmedim aslında. Çünkü kendime bu hususta bir paye vermişim gibi hissettim. Ben hiç bugüne kadar “Ben şu işi biliyorum.” diye yola çıkmadım. Ben bir şey biliyorsam bildiklerimi anlatacağım, bilmediklerimi de öğreneceğim.
Ama Mevlid okuyorsunuz.
Okuyorum da Mevlidhanım diyemedim. Birçok arkadaş kapılarının zillerine Mevlidhan yazdırdı. Ben kendi gayretimle okuyordum. İstanbul’a geldiğimde herkes bana “Çok güzel okuyorsun, ağzın bu işe çok yakışıyor.” dedi. Hatta bunun için ders almamı bile gerekli görmediler. Bazı büyüklerimin yanına gittim. “Oğlum sen konunun özüne vâkıfsın, gerisi teferruattır. Mevlidde esas olan kulaktır. Bir de, makamlara âşina olmaktır. Bir makamda başlayıp tekrar aynı yere gelebilmek ve aralardaki geçkiler çok önemlidir. Bunu herkes yapamaz ama sen yapıyorsun.” dediler.
Bu makamları bu kadar iyi oturtmayı nasıl başardınız? Dinleyerek mi?
Tabii. Ben sürekli radyo dinlediğim için… Meselâ hüseyni diyor, ben hüseyniye başlıyorum. Hüseyninin arasında başka bir makama, rasta veya nihavende geçiyorum. Sonra nihavendden tekrar hüseyniye… Bu da tamamen sağlam bir kulakla oluyor. Musikide otoritemin sebebi budur. Bu çok da zor olmadı benim için. Meselâ bizde bir Ahmet Sayın vardı, Allah rahmet eylesin. O bu işleri çok iyi biliyordu. Zaman zaman beni yanına alırdı; “Oku, evladım.” derdi, ben de okurdum. “Şimdi bir makama yahut nihavende geç.” derdi. “Nihavend ile hüseyni çok yakındır, kardeş gibidirler. Sesini biraz yükselttiğin zaman yahut da uzattığın zaman hüseyni olur.” demişti. Öyle de yaptım ve şimdiki tabirle onlardan okey aldım. Bu da beni bu işe teşvik etti. İnsanlardan da olumlu yönde övücü sözler işittim. Böylece Mevlidhan olduk.
Kimlerden Mevlid dinlediniz?
Geçmişte eski Mevlidhanlardan Halil İbrahim Çanakkaleli’nin çok hastasıydım. Sonra bir zât bana bir gün “Bak oğlum, biz merhum Saadettin Kaynak’la zaman zaman biraraya gelip oturur, muhabbet ederdik. O derdi ki “Çanakkaleli pes okurken çok güzel. Ama ne zamanki tize çıkıyor, keşke bu tize çıkmasaydın.” dermiş. Bana böyle anlatıyorlardı, ben de bu hususlara dikkat ettim. Sonra Çanakkaleli’yi dinlemeyi bıraktım. Dinledikçe anladım ki onun Mevlidi Mevlid değil. Aziz Bahriyeli çok güzel okurdu. Her şeyi yerli yerince kullanırdı. Ayrıca Kemal Tezergil, onun dışında da çok eskilerden Hafız Mecid vardı. Onlar da çok güzel okurdu. Bu okuyuşları beğendim ve ben de bu ekolü devam ettirmeye çalıştım.
Sizden sonra Mevlidhanlık yapacak kişiler var mı?
Hadi Duran gayret ediyor diyebilirim. Onun dışında Fatih’te Bekir Büyükbaş var. Başka da bilmiyorum.
Bu soruyu “Bu, gelenek olarak devam ettirilebilir mi?” anlamında sordum aslında.
Çok zor. Çünkü o ekol bitti. Meselâ ezan okurken öyle nağmeler yapılıyor ki bir arabanın olduğu yerde dönmesi gibi bir şey oluyor. Olmuyor yani. Ama diğer taraftan da sesi güzel. Bir de bizde şimdilerde bir Arap hayranlığı var. Hatta ben Umreye gittiğimde onların ezanında bunların okuduğu Arapçayı hiç bulamadım. Nasıl bir Arapçaysa okudukları. Maalesef örf ve âdetlerimizi bir çırpıda attık. Her şeyimizle yabancılaştık.
Çarşamba akşamları TRT radyoda bir program dinliyorum. Oradaki genç konuşurken son derece gaflar yapıyor. Karşısında konuşan hanım onu biraz ikaz ediyor. Bir de neyzenmiş kendisi. Ama “Itri’nin nevakarı” diyor. Uzatmıyor söylerken. Neyzen olmuş; bir de bu işin okulunda okumuş, konservatuar mezunuymuş. Nevakarı demesini ayıpladım doğrusu. Konuşmayı da unuttuk artık.
Meselâ Nevzat Atlığ kendine göre kuralları, olmazsa olmazları olan bir adam olduğundan pek sevilmeyen biridir. Ama ben Türk musikisine yaptığı hizmetleri takdir ve tebrik ediyorum. Atatürk Kültür Merkezi’ne Türk sanat musikisini sokan adamdır. Oraya Türklükle ilgili hiçbir şey giremiyor idi. Hatta şöyle bir şey de biliyorum, o zamanın Kültür Bakanı Talât Sait Halman, Allah gani gani rahmet etsin, 12 Mart sonrasında orada açılış yapılırken “Açılışı Itri’nin nevakârıyla yapalım.” demiş. Olmaz, Suna Kan’ın bir eseriyle açalım.” demişler. Halman bakanlıktan istifa etmiş. Bu olayı bir arkadaş anlatmıştı. Tamam, Suna Kan da olsun, hiç değilse ikisinden birer parça olsaydı… Neticede benim ülkemdeki bir yer burası. Fakat Nevzat Bey bizim musikimizi oraya soktu. Hatta arkadaşlar “Notalarımızı klozetlere attılar.” dedi. Buna rağmen direndi. Oraya musikiyi soktu ve orada senelerce konserler verdi. TRT Nağme’de bir gün onu konuşturdular. Coştum; ağladım evde. İşte bu iş böyle olur. Adamın inancı falan beni ilgilendirmez. Ben onun samimiyetine bakarım. O konuşmada “Ben ne yaptımsa ekiple yaptım. Bugün eğer bana teşekkür ediyorsanız ekibime de teşekkür edin. Hayatta olanlara ve olmayanlara.” dedi. Ne kadar güzel bir şey bu. Yani biraz yol yordam bilmek lâzım.
Türk sanat müziği, Türk müziği, Türk halk müziği gibi isimlendirmeler de biraz kafa karıştırıcı değil mi?
Herhâlde bu ikisini ayrıştırmak için böyle isimlendirilmiş diye düşünüyorum. Yoksa ikisi de Türk müziği. Ben yine de Türk musikisi olarak adlandırmanın yanındayım. Çünkü bu senelerden beri böyle gelmiş. Cumhuriyet döneminde bir müddet Türk sanat musikisi radyolarda yasaklanmış ve sürekli halk müziği çalınmış. Fakat sonra yine izin çıkmış ve radyolarda çalınmaya başlanmış. Ama Türk sanat musikisi ondan önce de vardı. Sonra gelmiş bir şey değil. Benim çocukluğumdan beri Türk sanat musikisi, Türk halk musikisi diye anons edilirdi.
Bunun divan şiiriyle alâkası olabilir mi? İlk zamanlar Dede Efendiler, Itriler divan şiirinden besleniyordu. Ama şimdi arada böyle bir bağ söz konusu değil.
Şimdi de ‘tasavvuf musikisi’ deniyor. Ben kırk küsur sene önce bir yerde Sadi Şirazi’nin “Buyur ey taht-ı risâlet şeh-i âlî-nesebi / Zât-i pâkin mi değil hilkat-i âlem sebebi”ni okudum. Sonra kendisini Mevlidhan zannedenlerden birisi yanıma geldi. “Bunu böyle okuyorsun ama bundan kimse bir şey anlamaz. Bizimkilerden oku.” dedi. Ben de “Belki bir anlayan çıkar be!” dedim. Meğer o da bir yerde ölümle ilgili bir şey okumuş. Bir gazeteci yanına gelmiş, “Oğlum, ben daha ölmedim; bu milleti öldürdün. Başka bir şey yok muydu da bunu okudun.” demiş. Böyle çok çok bilenler hep vardır, eskiden de varmış bunlar. Kimi bundan yapar, kimi de hasedinden, çekemediğimden yapar. Bana çok olmuştur bu. Yüzüme karşı “Aman bir tanesin; şusun, busun.” diyen arkamdan verip veriştirmiştir.
Bir de işin içine madde girdiği zaman işin zevki kaçıyor. Eskiler sanatını icra ederken duyarak, yani Allah için icra etmişler, onun için de onlarınki kalıcı olmuş. Bir gün yanıma biri geldi, “Ezanı plağa okuyalım.” dedi. Ben düşünürken bir başkası “Yok, buna müsaade edemeyiz. Ezan plağa okunmaz.” deyince ben de “Peki.” dedim. Sonra Adapazarı tarafına doğru bir yere giderken adamın biri arabayı benzinciye çekmiş, plaktan Mevlid açmış onu dinliyor. İyi de bu yolda filân dinlenecek bir şey değil ki. Bu arada Kur’an’da okunuyor ayrıca arabada. İyi ki de okumamışım dedim.
Ama Mevlid belki televizyonlarda falan okutulup dinletilmeseydi bugüne gelebilir miydi?
Dini faaliyetler ikinci plana itilmiş. Aslında en büyük hata bu. Sen kalkıp ezanı Türkçe okuyorsun, bu olacak iş mi? Ben kiliseye de gittim. Kilisede herkes Türkçe konuşuyor. Ama ayine başlayınca farklı dilde okuyorlar. Yanımdakine sordum. “Affedersiniz, bundan bir şey anlıyor musunuz?” dedim. “Hayır, anlamıyoruz.” dedi. Demek ki onların ayini Latince yapılıyor. Onlar bu dili kullanıyor ve kalkıp da onu Türkçe okumuyor.
Vaaz esnasında, hitabet dediğimiz durumlarda Kur’an-ı Kerim’den Türkçe ayeti okuyup anlamını verirsiniz. Ama bunu kalkıp da namaz esnasında yahut da camide halkın karşısında bu şekilde okumazsınız. Kani Karaca “Ben dinledim ağabey.” demişti. “Zina etmeyiniiiz. Hırsızlık yapmayınıııız.” Hiç olmuyor. Önce ayeti okursunuz sonra hırsızlık yapmanın cezası neyse ayetin Türkçe anlamını verirsiniz. Saadettin Kaynak’ın Sultanahmet Camii’nde, Allahu Âlem, Türkçe sabah namazı kıldırdığı ve on sene ağladığı söylenir o hatasından dolayı.
Kur’an’ın dili musikiye daha mı yakın? Dil mi sağlıyor bunu yoksa Kur’an’ın mucizevi yanı mı sağlıyor?
Kur’an-ı Kerim’in nazil olduğu, indiği şekilde okuyacaksınız. Bir de onu okurken de şarkı gibi nağmeler yaparak okumayacaksınız. Buna Kur’an-ı Kerim cevaz vermiyor. Çünkü teganni oluyor. Bunun çok büyük günah olduğunu da söylerler. Yani bir üslupla yapmanız lâzım. Zaten eskiler der ki: “Kur’an tavrı ayrıdır, ezan tavrı ayrıdır, Mevlid tavrı ayrıdır.” Yani Mevlid okuyan Mevliddeki performansını Kur’an okurken gösteremez. Aynı şeyler değil. Mevlidde biraz muganni yahut gaygay denilen şeye cevaz verilir; yapabilirsin. Ama öbürü Allah kelâmı ya.
Geçmişte bir yerde bir ezan okudum. Abdurrahman Gürses Hocaefendi “Bak, çok güzel okudun. “Muhammed” derken Peygamber Efendimiz’in adını çok fazla tutma.” dedi bana. Aynı şekilde Lâfza-i Celâllerde de çok fazla uzatmayız. “Hayye ale’l-felâh”ta daha serbestiz, biraz daha uzatabiliriz.
Meselâ “Roman yazan hikâye yazamaz, hikâye yazan roman yazamaz.” gibi bir genellemeden hareketle Mevlid okuyan iyi ezan okuyamıyor yahut iyi ezan okuyan da Mevlidi iyi okuyamıyor gibi bir durum da var mı?
Tabii. Hocalarım bunu Tıp misali üzerinden anlatırdı. Tıp o kadar geniş bir alana yayılıyor ki kulak burun boğazıydı, kalbiydi, yok efendim gözüydü. Hatta gözde bile dallanmalar oluyor. Biri şaşılığa bakıyor ama glokoma bakmayabiliyor. Ezanı iyi okuyan da dediğim gibi o performansı Mevlidde gösteremeyebiliyor. Bana hangisini iyi yaptığımı sorsanız hiç bilmiyorum.
82’ydi zannediyorum, bir sabah ezanı okumak için minareye çıktım. Mübalağa etmiyorum, şerefim hakkı için birisi bir ezan okudu, ben öyle ezanı çok az duydum. Ama belli ki karşıdan bir yerden geliyordu. Çünkü ses ara ara gidip geliyordu. Ama nasıl bir sesti! Sonra hep anlatırım, Fatih’te bir Şerif Ağabeyimiz vardı. Şerif Ağabeyin benim gibi tenor bir sesi vardı. Ben ezanını çok seviyordum. Bir gün Mevlidini dinledim. Mevlitten sonra yanına gidip kulağına “Ağabey, ne olur sen Mevlid okuma, ezan oku.” dedim. Mevlid okuyuşunda o zevki bulamadım.
Şerif Ağabey’le biz aynı günde nöbete girerdik. Ben çabuk çabuk çıkardım, Şerif Ağabey’i dinlerdim, Şerif Ağabey’den sonra ben başlardım. Bir akşam ezanı okuyup aşağı indim. Ezan başladı. İnce sesiyle Şerif Ağabey okuyor… O sesi duyunca minareye yaslandım, başımı da galiba duvara dayadım. Birisi gelip “İçeri gir.” dedi. Hava da soğuk, bir kış akşamı. “Ezan dinliyorum.” dedim. “Yahu aynı şeyi sen kendin de okuyorsun, ne gerek var.” gibi bir lâf etti. “Dinliyorum işte.” dedim. O içeri girdi, başkası geldi. “Ne bekliyorsun kardeşim?” “Ezan dinliyorum.” dedim. “E namaz?” “Ben namazı sonra da kılarım.” dedim. Şerif Ağabey güzel ezan okurdu. Bugün öyle zevkli bir ezan kalmadı.
Başka hatırladığınız ezanı iyi okuyan kimseler var mı?
Bizim Hafız Bekir okur. Eyüp’te bir şey bağlamışlar, merkezi ezan sistemiyle İstanbul’un birçok yerine ezan veriyorlarmış. Hatta oğlum, “Baba, bu ezanla namaz kılınır.” dedi. Ama yetmiyor. İstanbul’da bu kadar olmamalı. Bu işler çoğalmalı. Bana bir görev düşecekse herhâlde giderim de. Bundan kaçmam diye düşünüyorum.
Radyo Semerkant’ta bir çocuk var, Uğur Tatlıpınar diye, çok güzel şeyler yapıyor. Eski yazarların eserlerini okuyor. Meselâ bir hafta yemeklerle ilgili bir kitaptan bahsetti, öbür hafta başka bir şeyden, bu hafta da müezzinlerden, İstanbul’un ezanlarından bahsetti. Eski isimlerden bazılarını saydı. Bazılarını tanıdım, bazılarının adını duydum. Meselâ bizde Hafız Şevket Efendi varmış, çok güzel okurmuş. Hatta o zamanlar az da olsa Süleymaniye’de oturan aileler vardı; bana “Şevket Efendi gitti ama Allah’a şükür senin gibi biri geldi.” demişlerdi. Aksaray’da Cemal Efendi, Beyazıt’ta Ses Kralı Abdülkerim Erşahin vardı. O çok güzel okurdu, ezanı çok iyiydi.
Peki günümüzde bunun eğitimi veriliyor mu veya yeterince veriliyor mu? Daha iyi olması için ne yapılmalı? Musiki konusunda da mı eğitim gerekiyor?
Ne yapıyorlar hiç bilmiyorum. Yalnız, dinlediğim seslere bakınca hiç eğitimli ses göremiyorum. Ben bunu söylerken hâşâ kendi kafamdan hareket etmiyorum. Ben gençlere diyorum ki “Oğlum, ben bir hoca önüne oturup orada ders almadım. Büyükleri dinledim. Siz de geçmişteki hocaların kayıtlarını bulup dinleyin”.
1964’te Nuruosmaniye’de bir olaya denk geldim. Radyolarda okunan Mevlidler bir-iki ay öncesinden teybe alınıp muhtemelen radyoda da birtakım işlemlerden geçirilerek yayınlanıyordu. Birisi, saymadım ama herhâlde 15-20 defa “Euzü” çekti. Basıyor tuşa, “Hocam olmadı” diyor. Tekrar, tekrar, tekrar, tekrar… Öyle “aaa, ııı” demek falan da yok. En sonunda okudu tabii.
Bu arada sadece Türk musikisi mi dinliyorsunuz?
Yabancı musikileri de dinliyorum, onları da seviyorum. Hatta görmeyen bir zat olan Joaquín Rodrigo’nun gitar konçertosu çok güzeldir. Onu da çok severek dinlerim.
Melihat Gülses, Sabite Tur Gülerman, Mediha Demirkıran, Meral Uğurlu ve Ayşegül Durukan var dinlediğim. Bilge Özgen’in hemen aklıma geliveren şarkılarından “Sana gönül borcum var, ödemek kolay değil”. Cinuçen Tanrıkorur’un “Ettiğim cevri kendime nimet bilirim” de güzeldir. İhsan Özgen meselâ. O da çok usta bir virtüöz. Yaylı tambur ve kemençe çalar. Murat Bardakçı bir gün “Tanburi Cemil’den sonra tanbur bitmiştir.” dedi ama ben öyle düşünmüyorum. Bana göre İzzettin Ökte çok güzel icracı. Sonra Necdet Yaşar… Hatta Niyazi Sayın, Necdet Yaşar ve İhsan Özgen üçlü bir program yapmışlardı; eski siyah-beyaz günlerinde televizyonda yayınlandı.
Çoksesli musiki hakkında ne düşünüyorsunuz?
Neysen osundur! Bir yaşam tarzın vardır ve bunu değiştiremezsin. Batı musikisi yap ama benim musikime dokunma arkadaş. Bilmiyorum, yanlış mı düşünüyorum ama bunları yapmak iyi de bu sefer kendi geleneğimiz unutuluyor. Yeni çoksesli eserler olunca öbürküler sanki rafa kaldırılıyor gibi. “Aman artık onun modası geçti!” deniyor. Belki bu yüzden biraz karşı duruyorum. Eskiler, bu işin içinde biraz zaman geçirenler çoksesli müziğe pek alışamıyorlar. Meselâ Yalçın Tura’nın “Kasımpaşa kıyıları tersane. Bir kız sevdim alimallah bir tane.” güzel aslında. Bunu rahmetli Recep Birgit Ağabey pek güzel okurdu. Hatta bir radyo konuşmasında “Bunu yanlış okuyorlar, aslında şöyle okunması lâzım.” demişti. Onu da Gönül Akkor öyle okuyordu. Meselâ Hacı Ârif Bey’in eskilerin pek sevmediği bir şarkısı aklıma geldi: “Muntazır teşrifine hazır kayık”. Aslında o da fena değildir.
Ben de bir gün kasete bir şarkı okudum, “Batan gün kana benziyor” diye. Ortalık ayağa kalktı. Allah Allah diye feryat edenler, bağırıp çağıranlar… Münir Nurettin’in “Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın.” şarkısını söyledim bir zamanlar. Bir arkadaş “Abi, bunu sen söyleme. Yoksa verem olacağım.” dedi, ben de söylemedim bir daha.
Sizce Türkiye’de musiki nereye gidiyor?
Eskiden İstanbul her şeyiyle İstanbul’du. Hafızıyla, solistiyle, her şeyiyle İstanbul’du. İstanbul hafızı, İstanbul Mevlidhanları denirdi.
Türkiye’de de her şeyde olduğu gibi musikide de bana göre bir sona doğru gidiş var ve bu biraz zor toparlanır. Çünkü bestelerde ruh yok, ruha hitap eden bir şey yok. Ukalâlık da etmek istemiyorum ama kaval gibi, flüt gibi ney üflüyorlar. Ben hiç tütütütü diye ney üfleyen neyzen hatırlamıyorum eskilerden. Demek ki bu her sahada oluyor. Hâlbuki ne demişler: “Edep bir tac imiş nur-i Hüdâ’dan, giy o tacı emin ol her belâdan.”
Ayşe Yılmaz
*Görseller: Ayşe Yılmaz.
İşbu web sitesi ve tüm sayfaları Fikir ve Sanat Eserleri Kanununa tabidir. Sitenin içeriğine ilişkin her türlü ses, görüntü, yazı içeren bilgi-belge, her türlü fikri ve sınai haklar ile tüm telif hakları ve diğer fikri ve sınai mülkiyet hakları Zift Sanat’a aittir.