zift-logozift-logozift-logozift-logo
  • Ana Sayfa
  • Biz Kimiz?
  • Kategoriler
    • Pelikül
    • Yeraltı
    • GörBak
    • Copy-Paste
    • Ritim
    • Madde
    • Söyleşi
    • Mek’ân
    • Dosya
  • Tüm Yazılar
  • İletişim
            No results See all results
            ✕
                      No results See all results

                      Bir İmtihandır Bu Dünya

                      • Ana Sayfa
                      • Nermin Tenekeci
                      • Bir İmtihandır Bu Dünya
                      İşleve Övgü ya da “Özgünlüğe Sürgünüm”
                      3 Mayıs 2025
                      Mustafa Başkan’la Musiki Üzerine Hasbıhâl: “Neysen Osundur!”
                      16 Mayıs 2025
                      Yazan Nermin Tenekeci ‣ 8 Mayıs 2025
                      Kategoriler
                      • Nermin Tenekeci
                      • Yeraltı
                      Etiket
                      • birdeğirmendirbudünya
                      • Cahit Zarifoğlu
                      • edebiyat
                      • işaretçocukları
                      • şair
                      • şiir
                      • yaşamak

                      Başta şair kimliğiyle öne çıkan; yanı sıra hikâye, roman, günlük, tiyatro oyunları ve çocuk hikâyeleri de kaleme alan Cahit Zarifoğlu’nun, bütün o poetik ve edebi zırhını paranteze aldığı en farklı kitabı Bir Değirmendir Bu Dünya’dır diyebiliriz. Yazarın, 1977-1984 yılları arasında dönemin çeşitli gazete ve dergilerinde yayımladığı güncel yazılarının bir araya getirildiği bu derleme, onunla ilgili dergi özel sayılarında ve diğer yayınlarda genellikle göz ardı edilse de bütüncül bir Zarifoğlu portresi çıkartabilmek için yadsıyamayacağımız tespitlerle doludur. Birçok yazarda örneğini gördüğümüz gibi edebiyat ve sanatın dışına çıktığı bu kitapta, başkaları gibi siyaset veya siyaset düşüncesiyle ilgilenmektense Zarifoğlu daha sıra dışı bir şeye yönelir ve sıradan hayata dair, sıradanmış izlenimi veren tespitlerde bulunur; hatta tavsiyeler –ve hatta teklifler: (…) “Hayâlperest olmayın. Ayağınız yer tutmaz, sallanırsınız. Fakat hayâliniz geniş olsun. Geniş düşünün. Büyük düşünün. Size gösterilen hedefleri zihninizle aşın.”[1] (s. 45)

                      İlk anda onun çapındaki bir şaire konduramayacağımız denli sıradan izlenimi veren bu satırlar, edebi ifadeden de hikmetli sözlerden de bilhassa uzak tutulmuştur. İhtişamlı, incelikli bir üslup da değildir mesele belli ki. Ne bir entelektüel mesafe vardır ifadelerinde ne de metalik tadı. Tam tersine, lâfı eğip bükmez, sözü dolandırmaz ve slogan atmaz. Zihnî bir bulanıklık emaresi görülmediği gibi, aksine, berraktır cümleleri. (Derdini önceleyip sanatını ötelemesi de bir entelektüel tavır değil midir nihayetinde?)

                      Sıradanlık, popüler şirket yönetimi ve organizasyon kitaplarında, hayli piyasa yapmış kişisel gelişim literatüründe, “performans”, “etkileme” ve “farklılık” gibi terimlerle tokuşturulup duran bir “başarısızlık” timsali midir gerçekten de; yoksa kendi çapında bir paha mı? İllâ bir “mucizevilik” aranacaksa bu tam da hayatlarımızın uzun ve sıkıcı rutininden olağanüstü manâlar, mevzular, lezzetler devşiren gerçek sanat-edebiyat eserleri karşısında hissettiğimiz o çok özel tecrübe mi? Şüphesiz, bu ayrı bir bahis.

                      “Arkaya doğru geri geri gitmek ve yeniden kavşakta, yolların ayrım noktasında durmak”

                      Peki, bir şair niçin şiirden ve sanattan bu kadar kopma lüzumu hisseder? Dahası, modern edebiyatın inceliklerini kavramış, Rilke’ye ilgisi mâlum (ki zaten, çağdaş edebiyata giden yol, Alman romantiklerini ‘çözebilmekten’ geçmez mi?), “Onlara ilk hamlede bildikleri kelimeleri, şimdiye kadar aşinası olmadıkları şekilde kullanmayı öğret.” diyebilecek kadar şairane ifadeye vâkıf; Yaşamak’ta şiiriyetiyle parlayan bir şair, niçin bu kitabında edebi hazdan bu denli uzak durmuştur? Elbette kaygılarından… Çünkü çürüyen toplumunun çürümesini, kendince şifaya kavuşturmak için bulduğu çözüm, ona yeni bir ahlâk aşılamaktır. Zarifoğlu, kişiyi bu ahlâka taşıyacak temel umdeleri, alışkanlıkları ve davranış kalıplarını muhatabına kazandırmanın yolunu bu sıradanlıkta aramayı seçmiştir belli ki. Hatırlayalım, Aliya İzzetbegoviç Doğu-Batı Arasında İslam’da, bu ahlâkı, tüm bir felsefi altyapısını çattıktan sonra, toplumsal kurtuluş hareketinin temel basamağı saymış ve –krallığına yaraşır şekilde– halkına deklare etmişti. Zarifoğlu ise bu kitabında çareyi tek tek fertlerde aramış ve her birine ahlâkı ve vicdanı hatırlatmayı vazife edinir. Onları, günbegün daha çok ihtiyacını hissettiğimiz şeye, daha fazla “insan” olmaya, daha fazla Müslümanca davranmaya, tek tek silkinmeye davet etmiş ve daha erdemli ve duyarlı tarafı işaret eden tavsiyelerde bulunmuştur. Kimileyin, “Babalar erkenden eve!” diyerek babalara seslenmiş ve çocuklarıyla ilgilenmelerini rica etmiştir meselâ. (…) Kimileyin arınmaya ve diri bir vicdanla düşünmeye çağırmıştır:

                      “Gürültüden, dış etkenlerden, heyecanlardan kurtularak, bütün uzuvlarımızın sükunet bulmasını bekleyerek, tıpkı bir ibadete hazırlanır gibi, salim bir kafa ve diri bir vicdanla düşünmeye çalışalım: Acaba haksızlık ettik mi? Acaba bir Müslümana yakışmayacak şekilde geriledik, korkaklık gösterdik ve sindik mi?” (s. 23)

                      (…) Büyük davaların cilâlı lafızlarını dillerimize dolamadan önce kendi “gönül ev”lerimizi inşa etmenin ve hayatın gündelik seyri içinde alışageldiğimiz zaaflarımızdan arınmanın gayretiyle kaleme alınmış satırlardır bunlar. (…) Ne de olsa Fethi Gemuhluoğlu gibi bir çınarın gölgesinde soluklananlardan biridir Zarifoğlu. Nitekim Gemuhluoğlu’nun vefatının ardından yazdıklarıyla bunu gayet şairane dillendirir:

                      “(…) Girdikleri her yerde, ahlâksızlığı, çürümeyi, yabancılaşmayı, kalp katılığını zapt altına alabilecek insanları bu şahsiyet noktasına getirebilecek yegâne unsur olan İslâm’ın, bizden uzak, yaşamadığımız, kabuğun altındaki o büyüleyici parıltılarını birbiri ardına önümüze boşaltıyor, içimizin bilmediğimiz o kederli açlığını ayaklandırıyor, birkaç gün çöllere düşmüş gibi yalnızlık çekiyorduk.”

                      Kendisi de bu kitabında nefislerimizdeki kabuğu kaldırmaya ve altındaki cevherleri bir bir çıkarmaya gayret eder. Küreselleşmeyle gelen o büyük dalgadan sağ salim çıkabilmenin ve ruhsal yozlaşmaya karşı şifa reçetesi olarak sunduğu bu ahlâka kavuşabilmenin bir yolu da “arkaya doğru geri geri gitmek ve yeniden kavşakta, yolların ayrım noktasında durmak”tan (s. 152) geçmez mi nihayetinde? Kaldı ki hemen herkesin hemen her konuda ahkâm kestiği şu enaniyet çağında, en çok ihtiyaç duyduğumuz şey değil midir vicdanlarımıza seslenen zarif ve yumuşak bir ses! Kalbimizi ve sesimizi yumuşatmaya hiç bu denli muhtaç olmuş muyduk; “Bizim ihtiyaç hissettiğimiz olgu entelektüellik değil basirettir.” demeye?

                      Bireysel bir huruç hareketi

                      Türk edebiyatında –hele de bizimki gibi travmatik bir coğrafyada– kendi alanının dışında eserler veren tek isim Zarifoğlu değil elbette. Nâzım Hikmet, Kemal Tahir, Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Peyami Safa, Ahmet Haşim, Ahmet Hamdi Tanpınar, Sabahattin Ali ve hatta Cemal Süreya ilk elde akla gelenler ve daha niceleri. Kiminin siyasi görüşünü, kiminin dünya algısını, kiminin toplumsal kiminin kişisel gözlemlerini, kiminin de belâgat ustalığını satır aralarından süzdüğümüz; kiminde ise (Süreya’nın 99 Yüz’ündeki gibi) sanatkârane ifadesiyle bizi kuşatan tüm bu kitabiyyât içinde, Bir Değirmendir Bu Dünya’yı nereye koymalı?

                      Dahası, Zarifoğlu’nun diğer eserlerinden ayrı bir güzergâhta seyreden bu derlemenin sırrı nerede aranmalı? Belki de kitabın, Zarifoğlu’nun, toplumunu kurtarmak için dönemin modasına uygun biçimde militanca işlere soyunmadan giriştiği bireysel bir huruç hareketi olarak değerini koruyabilmesinde. Şairin şiiriyetten soyunduğu ama kendini de asla küçültmediği bu bireysel hareket, günümüz insanı için bile, ihtiva ettiği o ihmal ettiğimiz önerileri yüzünden, öncülüğünü koruyan bir metin. Hele de günümüzün yalancı cenneti sosyal medyada hemen hepimizin ikinci, üçüncü, beşinci yüzler takındığı ve bütün o ahlâki ve kültürel boşluklarımızı krapon kâğıtları ve sahte dekorlarla kapamaya çalıştığımız bir hengâmenin içinde, onun altın değerindeki tavsiyelerine ve altını çize çize tekrar ettiği ‘yüksek değerlere’ muhtaçlığımız günbegün artarken: “Olayların ve eşyanın bir arkası var. Bütün mana hemen elimizin altında, ama az ileride. Küçük bir gayretle bakmaya ve görmeye başlamak ve devam etmekle, insanın yüksek değerlere olan tabii eğilimini harekete geçirmek mümkün.” (s. 155)

                      Bir Değirmendir Bu Dünya, Türk Edebiyatı’nın kuşkusuz en önemli şairlerinden biri olan Cahit Zarifoğlu’nun, –yazıları seçip derleyen editörün tercihine de şerh düşerek– zaman zaman şairin edebiyat ve sanat anlayışına dair kimi kabullerini barındırsa bile hiçbir felsefi endişe taşımayan, hiçbir sistematiklik hedefi gözetmeyen dünya tasavvuruna dair savruk teşhis, tespit ve tavsiyelerini içermekte. Belki okunması edebi hazdan uzak ama faydadan hâli olmayan bu derleme, Zarifoğlu külliyatının başucu eseri değilse bile bir tamamlayıcısı olarak kıymetini muhafaza ediyor. Büyük şairin acz’e düştüğü hâlleri, o insani eşiği anlamak bakımından hiç değilse.

                      Kanayan yaralarımız

                      Batı cephesinde değişen bir şey yok. Diğer cephelerde de. Dünya aynı dünya: soğuk-sıcak savaşlar, iç çatışmalar, katliamlar, sığınmacılar, soykırımlar, mülteci kampları, bombalar, kimyasal ve biyolojik silahlar, çevre ve kültür tahribatı…

                      Kitabın “Kanayan Yaralarımız” adlı dördüncü bölümünde bir araya getirilen yazılar -tabiricaizse- bu yarayı deşiyor: Filistin, Hama, Afganistan, Türkistan, Filipinler; Ortadoğu halkları, Morolu Müslümanlar… Hafız Esad’ın Hama katliamının beş ayrı yazıda ele alındığı bu kan denizine, günümüzde oğul Esad’ın Suriye’sinden, Arakan’dan, Yemen’den, Irak’tan ve daha pek çok coğrafyadan kan pompalanmaya devam ediyor ne yazık ki ve bizi, Zarifoğlu’nun o günün Suriye’si için sorduğu soruyu tekrar sormak mecburiyetinde bırakıyor: “Hayat normale dönebilir mi?”

                      Kırk yedi yıllık kısa ömrü, evlerimizin ve sokaklarımızın kentsel dönüşüm rüzgârıyla nasıl süratle değiştiğini; dahası, mütedeyyin yaşam alanlarını, İslami bankaları, muhafazakâr otel zincirlerini, mantar gibi biten AVM’leri ve yeni tüketim alışkanlıklarını görmeye vefa etseydi, kanayan yaralarımıza, kendi “mahalle”sinin artık kanıksadığı bu zevksizliği ve daha neleri ekleyecekti belki de kim bilir. Her hâlükârda, “çürümenin kitabı”nı değil, çürümeye karşı kendince derman arayışını kelimelere dökecekti.

                      “Evlerle aramız açılıyor”

                      Mekânın Poetikası’nın yazarı Gaston Bachelard’a göre, ev “insan varlığının ilk dünyası”dır. “Dünyaya fırlatılmadan önce” beşiğine yatırıldığımız bu yer, “insanı gökten inen fırtınalara karşı olduğu gibi, yaşamda karşılaştığı fırtınalara karşı da ayakta tutar.” Zarifoğlu’nun kaygılarından biri de evlerle aramıza giren mesafedir. “Bugünün Sokakları” başlıklı yazısında, “ışıklı caddeler, her cuma akşamından cumartesiye hazırlanan vitrinler, yerlisi ile yabancısı ile ‘yabancı’ olan mallarla dolu dükkânlar, kendilerine bağımlı ve muhtaç insanlar”dan dem vurur ve “nihayet taşıtlı vasıtaların insan hayatına yer bırakmaksızın doldurduğu caddelerden, sokaklardan bazılarını, trafikten arındırmak ve insana tahsis etmek gibi bir ‘sokak hümanizmi’ belirdi” der (s. 312). Hâlbuki “şehir insanının mutluluğu için yapılmış bu fedakârlıkların temelinde namahremin daha zengin sergilenmesi ve insanın daha cazip şekilde maddi zevklere çağırılması” yatmaktadır. Onun sokağın panzehiri olarak çağırdığı ev, ne bir kon/uttur elbette ne de hepsi birbirinin benzeri birer fasit daire. Tam tersine, modernizm rüzgârına kaptırdığımız o evler, arka plânındaki yeni değerler manzumesiyle, sokağa düşmekle eşdeğerdir neredeyse.

                      Evlerle aramızın açılmasının altında şehirle imtihanımız yatar biraz da. Zarifoğlu şehre karşı hep mesafeli ve çekingen bir tavır takınmış, cadde ve sokaklarını endişeyle adımlamış ve onunla arasına ince bir perde germiştir adeta. Belki bu sebeple tez konusu olan Rilke’nin Malte Laurids Brigge’nin Notları adlı romanını ele aldığı beş ana motiften biri şehirdir; daha doğrusu şehrin tekinsizliği. Bu yüzden romanın kahramanı Malte için “Malte’nin bu şehir karşısında düştüğü dehşeti dile getirmesi rastlantı değildir. Çünkü Paris ilk andan itibaren Rilke için ‘itici’ bir şehir olmuştur.”[2] der. Hatta tezin ilerleyen sayfalarında, modern dönemin insanı ölümden, ölümü de insandan/hayattan ayırdığını ve onları birbirine yabancılaştırdığını belirterek Rilke’nin şu sözlerine yer verir: “Ancak insan zaman zaman evde kalmanın bir yolu olmaz mıydı diye düşünmekten alamıyor kendisini. Keşke dindar, diğerleriyle aynı oranda, yürekten dindar olunabilseydi. Ama bunu hep birlikte denemek öyle anlamsız ki! Nasıl olduysa, yol daralmış: Aileler Tanrıya ulaşamıyor artık.” (s. 69, 70)

                      Belki de bu sebepten Zengin Hayaller Peşinde’de, “Artık evimize dönüyoruz.” der ve “Toprak” adlı şiirinde, ev kelimesine yüklediği bütün o metaforik katmanlarla, “Evlerle aramız açılıyor / çünkü savaşlardan biridir evlerimizden kaçanlar” diyerek yitenin ardından ağıt yakar.

                      Ne de olsa dışarıdaki bu kuşatmaya karşı bir kucak, makine ve eşya ile yıpranan ruhların itikâf mahallidir ev; sokağın baştan çıkarıcılığının zıddına, mahremiyetin, aidiyetin, ailenin sığınağı ve hatta bireysel huruçların başladığı yer. (…) Fakat Zarifoğlu için insanı bir değirmen gibi öğüten bu dünya da bir “evcik”tir en nihayetinde ve “esas ev” ötededir. Evcik, güzel, doyumsuz ama meşakkat ve görevlerle doludur. Bu yüzden de onunla fazla eğleşmemek gerekir: “Zira bu evcik, bu sevimli ve tatlı şey insanları dişlileri arasında alıyor ve bağırıp çağırmalarına aldırmadan kanını kemiğine katarak öğütüp bir gün toprağa atıveriyor. (s. 15)

                      “Şehre bir adam geldi koşarak”

                      “Masabaşı fikriyatı yapmak, her gün üzerine bir tabaka daha yayılan toplum katmanlarını sezgilerle kavramaya ve kavratmaya çalışmak, sorumluluğumuzu az-buz artırmıyor” sözleriyle kaygısını dile getiren Zarifoğlu’nun, bu derlemede değindiği-dokunduğu hemen her mesele, günümüzde olanca vahametiyle bizleri içeriden ve dışarıdan kuşatmaya devam ediyor: (…) “Nefisleriyle baş başa bırakılan, eşya ile arasında açlıktan başka bir ilişki kalmayan” insanlar, “taşıtlı vasıtaların insan hayatına yer bırakmaksızın doldurduğu caddeler”; lükse ve paraya duyulan açlık; birbirini iten dev holdingler; gazetelerin magazin sayfalarında şarlatanlıklarla ortaya serilip duran –günümüzdeyse yerini televole kıvamındaki TV programlarına bırakan– tıp[çılık]; çocukları ailelerin sahip olduğu değerlerden koparmakla kalmayıp sınırlarımızın ötesindeki refahlara can atan insanlar hâline getiren eğitim sistemi ve daha birçok mevzudaki ahvalimiz onun bu haykırışlarında ne kadar haklı olduğunu adeta yüzümüze çarpıyor. Tıpkı değil toprağı, etrafındaki tüm tarihî dokuyu yok ederek Kâbe’nin etrafını çepeçevre saran devasa ve çirkin yapılaşmayı yıllar öncesinden resmettiği şu satırlar gibi:

                      “Dünyanın faniliği öte dünyanın ebediliğini anlatıp duran topraktan uzaklaşmak için elden ne gelirse yapılmış adeta. (…) Altından soğutulduğu söylenen mermerlere döşeli bir meydan. Gerçek tavafla, say ile ibadetlerle aramıza, kısaca Allah’la aramıza ne kadar çok şey koymaktayız.” (s. 81, 82)

                      “Televizyon bir şamardır. Hem de kendi hanemizde, kendi elimizle suratımıza inen büyük bir şamar.” (s. 17) sözlerinin arka plânında, “bizim büyük çaresizliğimiz” yatmaz mı örneğin? Günümüz iletişim teknolojisi, çok-kanallı TV’leri, telekomünikasyon, “akıllı” cihazlar, uydu-iletişim ağı karşısındaki tutsaklığımız!

                      Kapitalizm ve modernizm eleştirisi; şehirleşmeye, toplumdaki yozlaşmaya getirdiği esaslı tenkitler; aileye, insanlığa, Müslümanlığa, duyarlılığa yaptığı vurguları, şair Zarifoğlu’ndan dinlediğimizde ise bambaşka bir evrende buluruz kendimizi:

                      İşaret Çocukları

                      Yasin okunan tütsü tüten çarşılardan

                      Geçerdi babam

                      Başında yağmur halkaları

                      (…)

                      Yüreği korkuyla kuvvetlendi babamın

                      Unutup genç gelen günleri

                      Zamanın sürerken çektiği günleri

                      Çetin bilmecelerle

                      Sürdü atını şehirlere

                      Yün ören at güden kadınlar

                      Ormanlara tepeden eğilen toprak evlerde

                      Küçük pencereli karanlık dar odalarda

                      Uzaktan uzayıp gelen kurt seslerinin

                      Uzağa çekilip giden

                      Ayazda donan gülmeler içinde

                      Ormanlarda süt emziren anne

                      Unuttu gittikçe uzayan çocuğunu

                      Hep kaçarmış şehirlerin

                      Demir dağlarına

                      Uyuyunca toprak beşiğimde

                      Sahipsiz kalan

                      Ellerimden kayan aydınlık günlerim

                      “Ne çok acı var” diyerek okurunu selâmlayan Yaşamak’ta da imajinatif ifadenin ve halka halka işlenmiş bir dilin en yetkin örnekleri karşılar bizi; özellikle de şehirler bahsinde:

                      “Şehir, koca San Sebastiyan, içimdeki kavruk büyük hasretin ağırlığı karşısında kararmış, ışıklarını söndürmüş geriliyor. Güneşli bir gün olmasına rağmen, simsiyah bir bulut kafilesi, yüzü kapayan bir peçe gibi arka dağlardan şehrin yüzü üzerine kaymaya başlıyor. (…)”[3]

                      Zarifoğlu’nun, dağların ardından, o hayret makamından inerek gündelik dilin sınırlarına çekildiği kendince bir irşad hareketidir Bir Değirmendir Bu Dünya. “Ellerin uçuşan yapraklar gibi / Birden nasıl yalnız olduğumuzu anladım” mısralarının şairi, bu kitabında kendine biçtiği görevin ağırlığıyla ellerini ‘ümmete’ uzatmıştır artık: “Selamlaşmamız, kucaklaşmamız, deneyimlerimizi birbirimize aktarmamız ve çıkışı birlikte bulup labirenti deneycinin başına geçirmemiz için belki de güçbirliği yaparız. Bundan böyle, ne dersiniz?” (s. 13)

                      Derleme; akıp giden günlerin süreğen hayhuyu, bireysel ve politik yüklerin ağırlığı içinde kanıksadığımız ve hatta boşladığımız birçok mevzudaki çare arayışı ile üzerinde durmayı hak ediyor: (…) Ya otuz küsur yıl önce kaleme alınmış şu tespitteki haklılık payı! (Bilhassa da günümüz Trump Amerika’sında tam yerini bulmuyor mu!)

                      İsrail’in büyümesi adeta fark edilmiyor. Zira yavaş yavaş ve gözümüzün önünde cereyan ediyor bu gelişme. Fakat bir gün dünya gözünü açacak ki, şimdikinin on katı topraklarda, sınırlarında Amerikalı ve Batılı jandarmaların nöbet tuttuğu kocaman bir İsrail devleti var karşımızda. (s. 240)

                      Hele de –içeriği bir yana– şu yazı başlığı bile, ülkemizin Avrupa Birliği macerasındaki makus talihini nasıl da bir çırpıda özetliyor: “Avrupa, Avrupalı Olmayana Kapalıdır”

                      Bir Değirmendir Bu Dünya’nın Zarifoğlu’su, “şehrin en uzak yerinden koşup gelen bir adam” gibidir adeta. Belde sakinlerini gittikçe yaklaşmakta olan bir felâketten kurtarmak istercesine çırpınır durur. Onları nefis tezkiyesine, merhamete, sıla-i rahime, anne-babayı, akrabaları, yoksul ve hasta yakınlarını ziyaret etmeye çağırır; dünyanın türlü ahvâlinden haberdar eder. Gönülleri hoş tutmayı, haberleşip selâmlaşmayı, gece namazını bırakmamayı, ilmihal okumayı, hacca gitmeyi tavsiye eder ve bu dünya mezadında harcanıp gitmeden önce, hayatın günlük telâşı içinde savsakladığımız daha nice fıtrî hasletlerimizi, insani meziyetlerimizi hatırlatır bizlere. Hele de 2000’lerin ruhsuz dünyasında belki de en muhtaç olduğumuz şeyi ruhumuza fısıldar:

                      “Kalbinizi ve sesinizi yumuşatın.”

                      Nermin Tenekeci

                      *Gözden geçirilerek alıntılanan yazının özgün hâli için bkz. Zarifoğlu’nu Okumak, (ed. Neslihan Demirci), İstanbul: Küre Yayınları, 2018, s. 137-145.

                      ** Kapak resmi: Hatice Özdemiroğlu


                      [1] Kitaptan yapılan alıntılarda metnin özgün imlâsına sadık kalındı: Cahit Zarifoğlu, Bir Değirmendir Bu Dünya, 6. basım, İstanbul: Beyan Yayınları, 2012.

                      [2] Cahit Zarifoğlu, Rilke’nin Romanında Motifler, çev. ve haz. Ümit Soylu, 2. bs., İstanbul: Beyan Yayınları, 2013, s. 41.

                      [3] Cahit Zarifoğlu, Yaşamak, İstanbul: Beyan Yayınları, 1990, s. 73, 74.

                      İşbu web sitesi ve tüm sayfaları Fikir ve Sanat Eserleri Kanununa tabidir. Sitenin içeriğine ilişkin her türlü ses, görüntü, yazı içeren bilgi-belge, her türlü fikri ve sınai haklar ile tüm telif hakları ve diğer fikri ve sınai mülkiyet hakları Zift Sanat’a aittir.

                      Paylaş

                      Öne Çıkan

                      15 Mart 2025

                      Hiza’nın Harabesi: Trajedinin Başlangıcına Tanıklık


                      Devamı
                      10 Şubat 2025

                      Panoptikon, Orwell ve Londra’nın Kameraları


                      Devamı
                      26 Ocak 2025

                      2024’te Müstesna Üç Gün: Muş Öykü Günleri


                      Devamı

                      Kategoriler

                      • Pelikül
                      • Yeraltı
                      • GörBak
                      • Copy-Paste
                      • Ritim
                      • Madde
                      • Söyleşi
                      • Mek’ân
                      • Dosya
                      © 2023 Zift Sanat | All Rights Reserved
                                No results See all results