İnce belli çay bardağı. İsmini söylerken bile birilerine hava atıyor gibiyiz: “Bizim ince belli çay bardağımız var. Sizde yok.”
Gerçekten de bir konferans arasında Portekizli bir meslektaşım bana bir açıklama borçluymuş gibi yaklaştı, “sizin şu çay bardağı ne de güzel bir turistik eşya, formu da çok özgün.” diyerek. Birden kalakaldım. Ne söylesem? Evet, öyledir.
Fakat birden düşündüm. Çay bardağı ne turistik bir eşya ne de sadece ilginç bir formu olsun diye uğraşılmış bir ürün. Gerçekleri açıklamak istercesine: “Hayır,” dedim, “en sıradan marketlerde bile satılan, birçok kullanıcının onsuz yapamadığı bir eşya bu.”
Turistik olan yerel olamaz ki. Turistik olan, misafir odasında evin sahiplerinin arada bir kullandığı, hatta kullanmadığı süs eşyasıdır. Asıl olan değildir. Oysa çay bardağı tam da merkezdedir. Kahvaltının merkezinde, sohbetin merkezinde, kekin yanında, akşam sofrasının sonunda, çalışırken yanımda.
Başka bir aydınlanmayı bir süre önce çay bardağının formu ile ilgili yaşamıştım. Biçim-işlev ilişkisini sorgulayıp durduğumuz endüstriyel tasarım bölümü derslerinde de öğrencilerle zaman zaman paylaşırım. Konu şu sorgulama ile başlar: Çay bardağının neden formu bu şekilde, daha şık olsun diye değil de neden o zaman? Çayı sıcak, hatta kaynar kaynar içmeyi severiz. Bardağı da incecik bir cam, nasıl elimiz yanmıyor? Sapı da yok! Sıcak çayla yakınlığı koruyarak ama yine de bardağın gövdesine temas etmeden tutmak nasıl mümkün oluyor?
Cevap atasözü gibi bir şey: “Çay bardağı tutulmaz, asılır.” Şişmanca tabanından gövdesine doğru yukarıya çıkarken zarifçe (bazen de birden) daralıp uçlarına doğru genişlemesi ve parmaklarımızın bu gövdeyi tutmak değil de uçlarından asması sayesinde. Böylece gövdeyi kavramadan bardağı yakalayabiliyoruz. Şişman gövde de sıcaklığını korumak istediğimiz çayın yarı kapalı yuvasıdır.
*
Ürün tasarımı öğrencisiyken o zamandan beri ilgimi çektiği için olacak, bitirme projemde de konu olarak çay setinin yeniden tasarlanmasını seçmiştim.
Bir manifesto edasıyla çaydanlıktan çay tabağına şekerlik ve kaşığına kadar setin her şeyini değiştirdim ama bardağın formunu değiştirmedim. “Geleneksel” olan bu olduğu için mi bilmiyorum ama bitmiş bir formu olduğuna inandığım ve müdahale etmeyi haddi aşmak olarak gördüğüm için belki de.
Ürün tasarımı için güzel bir kamyon arkası yazısı olmaz mıydı: “Özgünlüğe sürgünüm.” Tasarımcı muhakkak, iki eli kanda olsa bile farklı olan bir şey yapmak zorundadır. Fakat konu çay bardağı olduğunda ya da artık tekâmül sürecini tamamladığını düşündüğümüz başka bir üründe bu sistem çöküyor (Bir tasarımcı olarak bir ürünün formunu değiştirmemek büyük bir manifesto idi bu yüzden).
Bir diğer örnek, gözlerden ırak ama onsuz yapamadığımız bir ürün: Evrimini tamamlamış, gerektiğinde kendini göstermek üzere özgüvenle dikiş kutusunda bekleyen çengelli iğne. Öyle özgüvenli ki süslü broşların, rozetlerin dışarıya verdiği mesajdan azade, onların arkasında gizlenip kıyafete tutunarak görünmelerini sağlıyor. Yapıldığı malzemenin imkânlarıyla hafifçe esneyip açılıyor ama tuttuğunu da bırakmıyor.
Çay bardağının formu ise daha göz önünde, o yüzden onun için biraz daha kendisi hakkında ne düşünüldüğü önemli. Ama öyle bir form dili var ki üzerine nasıl bir stil katmanı gelirse gelsin yine de kendisi.
Bu rahatlığa arkalarını dayayarak birçok tasarımcı da onu yeniden yeniden stilize etmişler. Bir çocuğa yeni bayramlıklar giydirir gibi, ev gezmesine götürür gibi.
*
Heidegger, Van Gogh’un bir çiftçi kadının eskimiş ayakkabılarını resmettiği eserinin üzerinden çok değerli bir analiz yapar. Meşhur “eser, nesne ve araç” üçlemesini açıklamak için bu resmi seçmiştir. Her ne kadar resim bir sanat “eseri” ise de çiftçi kadının resimdeki ayakkabıları giydiği ve çalıştığı anda işlevsel ya da “araçsal” var oluşu ile “nesne” olmaktan çıkar ve “hizmette yok olur.” Bir resmin konusu olarak izleyiciye sunulduğunda ise nesnesel var oluşu ile eser hâline gelir.
İşlevini hakkıyla yapan ürünlerin tasarımcılarından çok bu nesnelerin kendilerine özeniyorum. Kendini gerçekleştirme konusunda bir sembol olmayı da geçip gündelik hayatın içinde gerçekten gösterişsizce bu hâlleriyle var oluyorlar, yani Heidegger’in tabiriyle “hizmette yok oluyorlar”. Mesela bir koltukta oturduğunuzu düşünün; eğer koltuk rahatsa bir koltukta oturduğunuz aklınıza bile gelmez. İşte var iken yok oluş. Varlığını sade bir isme, niteliğe dönüştürmenin vesikası.
Biçimle işlev ilişkisinin gerçekten olgunlaştığı yerde -etimolojik olarak aynı kaynaktan gelen “Hâlik” kelimesinin biçim verme ile ilişkisi düşünüldüğünde- insan için de yeniden tariflenmiş bir “ahlâk” fikri oluşuyor. Sadece özgün olma peşinde sürgün edilmeden, eser olmaya çalışmanın egosunu barındırmadan; ancak kendi işlevini, hizmetini hakkıyla yaptığında oluşan.
Hümanur Bağlı
İşbu web sitesi ve tüm sayfaları Fikir ve Sanat Eserleri Kanununa tabidir. Sitenin içeriğine ilişkin her türlü ses, görüntü, yazı içeren bilgi-belge, her türlü fikri ve sınai haklar ile tüm telif hakları ve diğer fikri ve sınai mülkiyet hakları Zift Sanat’a aittir.