

Bu soruyu aklıma yeni okuduğum bir kitap düşürdü. Baştan belirteyim; sorunun cevabını merak etmekle birlikte, yazının amacı bu soruya “evet” ya da “hayır” cevabını aramak değil. Belki aile arşivinde karşımıza çıkabilecek küçük bir not bu soruya “evet” cevabı vermeyi sağlayabilir yahut birisi çıkıp “Cansever hiç roman okumazdı,” diyebilir ama konu bu değil. Konumuz, benzer konuları mesele edinen sanatçıların ortak arayışlarının farklı farklı yollardan onların düşünce serüvenlerini nasıl birleştirdiği.
Eliana Martinelli’nin Türkçeye Birliği Yeniden Terkip Etmek: Turgut Cansever İstanbul’da[1] başlığıyla çevrilen kitabını okurken kendimi bu düşünceden alamadım. Kitap, usta mimarın düşüncesini çok içten bir şekilde anlamaya çabalayan, önyargıdan uzak, nitelikli bir çalışma. Bu yönüyle kıymetli bir iş. Ayrıca Halil İbrahim Düzenli’nin arka kapakta belirttiğine göre, aynı zamanda, “Beyazıt Meydanı projesini en iyi anlayan ve çözümleyen metinlerden” birisi. Yazar, kitapta, Cansever’in mimari düşüncesine dair bütünlüklü bir yaklaşım ortaya koyuyor ve sanatçının projelerini, öncelikle kendi metinleri ışığında inceliyor. Cansever’i hiç tanımayan birisinin bile okuduğunda sanatçının mimarlık anlayışına ve pratikte ne üretmeye çalıştığına dair fikir edinmesini, işlerinin arkasındaki felsefi derinliği görmesini sağlayacak güçlü bir analiz sunuyor.
İstanbul çalışmalarıyla ilgilenen bir kent sosyoloğu olarak kitaptan epeyce istifade ettim. Ancak benim için kitabın önemli bir katkısı da Cansever ve Erol arasındaki ortaklaşmayı görmek oldu.

Terkip Terkip Üstüne
Türkiye gibi modernleşmeyi büyük karşıtlıklar arasında tercihe zorlanmak şeklinde tecrübe eden bir coğrafyada, düşünce ve estetikle uğraşanların yüzleşmesi gereken pek çok ikilem görülür. Doğu-Batı, eski-yeni, geçmiş-gelecek, geleneksel-modern gibi toplumun her katmanını, hayatın hemen her safhasını bölen bu zıtlıklar karşısında takınılacak tavrın ne olacağı, özellikle felsefi derinliğe sahip sanatçılar için büyük bir sorunsaldır. Geç Osmanlı döneminden bu yana “üç tarz-ı siyaset”,[2] sadece siyasetin ve ideologların değil, tüm kanaat önderlerinin, topluma bir şeyler söyleme iddiasındaki tüm toplumsal aktörlerin düşüncelerini ve işlerini belirleyen bir çıkış noktasını teşkil etmiştir. Kendisini bir ideolojiyle sınırlandırmak istemeyen ancak kimlik sorunsalının yüzeysel bir tartışma olmadığının farkında olan pek çok isim içinse çare, terkip fikrinde yatar. Martinelli’nin çalışmasından yola çıkarak yorumlarsak Cansever ve Erol’un yolunun kesiştiği nokta ise bu terkibin nasıl mümkün olacağına dair öne sürdükleri tezlerin benzerliği diyebiliriz.
Martinelli’ye göre “Cansever’in mimarisi (…) modernite ile gelenek ya da bölgeselcilik ile enternasyonalizm arasındaki karşıtlık olarak anlaşılan düalizmi kabul etmez.”[3] Zira “(s)ezgisel bilginin yalnızca Tanrı’ya ait olduğu bir durumda, insan dünyayı ancak zıtlıklar aracılığıyla tanıyabilir.”[4] Bu sebeple, bir yandan mimaride standartları önemser ve “tüm insanların ortak şeylerden zevk alabileceğini” düşünürken diğer yandan bu kavramı yerelleştirmeye çalışır; bir yandan geleneğe, Osmanlı mimarisine saygı gösterirken diğer yandan yenilik arayışını sürdürür.[5] Ona göre şehir, mutlak şemalarla ifade edilebilecek bir olgu değildir. Osmanlı tasavvufunun varoluşu dinamik ve sürekli değişen bir süreç olarak gören yaklaşımını şehre uygular.[6] Nitekim, “Osmanlı tecrübesi, ‘mevcut’a eklenecek ‘yeni’nin niteliklerinin nasıl belirlenmesi gerektiğine dair zengin örneklerle doludur.”[7] Nihayetinde “(…) modernite zaten geleneğin içindedir” ve Türk mimarisi özgün kültürleri bir arada tutan çoğulcu bir birlik/tevhid anlayışını bir model olarak görmüştür.[8]
Bu bakımdan tasarım ile koruma, inşa ile yeniden inşa arasında da bir ayrım görmez: “Koruma, yalnızca mimari mirasın kalıntılarının korunmasını değil, aynı zamanda kentsel mimarinin yeniden ele alınması yoluyla kaybolan sosyal ve kültürel ilişkisel yapıların yeniden inşasını da içerir.”[9] Cansever’e göre bir sanat eserinin mahiyetini belirleyen şey, içinde geliştiği kültürün inanç ve yargılarıdır.[10] Hatta bu açıdan “…mimarlık, estetikten çok etik ve dinle ilgilidir.”[11] Bu sebeple Türk şehri ile Avrupa şehri birbirinden farklıdır. Örneğin Avrupa’dakilerin aksine Türk meydanı “(…) kendini temsil etmekten başka bir şey iddia etmez.”[12] Ya da Türk-Osmanlı mekân anlayışında sınırların anlamı Rönesans düşüncesinde olduğu gibi “hem mekânsal hem de zamansal açıdan alanı anlamanın ve birleştirmenin anahtarı” değildir.[13] Öte yandan, “Cansever’e göre nasıl Osmanlı şehri, Bizans şehrinin unsurları arasında yeni ilişkiler kurmaya çalışarak gelişmişse; çağdaş şehir de gelecek nesillere aktarılacak nesneye dair güçlü bir tarihsel bilinçle geçmişiyle bağlantı kurabilmelidir.”[14]

Zıtlıkların Birliği
Cansever’in eski ile yeni arasında kurduğu bu köprü, tam da Safiye Erol’un tarzında bir terkip fikriyle örtüşür: “Cansever, başka unsurların eklenmesiyle bozulmayacak, bireyselliklerin bir araya gelince de özelliklerini koruyacağı bir bütünlük arar.”[15] Mimarın çalışmalarında şu esas gözlemlenebilir: “Farklı unsurları bir araya getirmek çatışma doğurmaz; tam tersine, onların bir arada var olabilme ve karşılıklı saygı içinde yaşama imkânına vurgu yapar.”[16] Erol’un bütün romanlarında da dikkat çeken ortak yön, keskin karşıtlıkların (Doğu-Batı, kadın-erkek, aşk-görev, kalp-akıl, gelenek-modernlik vb. gibi) bir gerilim hattında işlenmesidir. Fakat bu gerilimler bir “çatışma”dan ziyade, bir “tamamlanma” imkânı sunar. Yani Erol, ne Batı’yı bütünüyle reddeder ne de Doğu’yu tek başına yeterli görür; her iki kutbu da bir terkip arayışıyla değerlendirir. Bir yandan Almanya’da aldığı dil ve felsefe eğitimi, diğer yandan aileden gelen geleneksel öğretiler ve edindiği çevre, yazarı yaşayış ve düşünce düzlemlerinde terkip fikrine yaklaştırır.
Tasavvufta “zıtların birliği” Allah’ın yaratışındaki sır olarak görülür: Gece-gündüz, iyi-kötü, varlık-yokluk gibi zıtlıklar, bir bütünün farklı veçheleridir. Erol, bunu romanlarına taşıyarak modern Türk toplumunun sancılarını böyle bir birlik estetiğiyle yorumlar. Bu yüzden eserleri hem bireysel hem de toplumsal düzeyde daima “denge arayışı” üzerine kuruludur. Eserlerinde karşıtlıklar bir kriz değil, bir “sentez imkânı” olarak işlenir. Örneğin, Dineyri Papazı’nda, romanın başkahramanı Gülbün, bir yandan gençlik, beden ve dünyevi aşkı temsil ederken diğer yandan bu deneyim aracılığıyla ruhsal olgunluğa ve ilahî aşka yönelir. Bu süreçte akıl-arzu, ruh-beden, kadın-erkek, geçmiş-gelecek gibi karşıtlıklar, onun kişisel hikâyesinde sürekli çatışma hâlindedir. Ancak roman bu çatışmayı çözümsüz bırakmaz; tasavvufi bir perspektifle bu zıtlıkların birbirini tamamladığı ve olgunlaşmayı mümkün kıldığı fikrini öne çıkarır. Tüm karşıtlıklar, birbirlerini yadsımak yerine, bir birlik zemininde anlam kazanır. Romandaki içsel çatışma aynı zamanda modern Türkiye’nin alegorisi olarak da okunabileceğini vurgular. Cumhuriyet dönemi Türkiye’si Doğu-Batı, gelenek-modernlik, seküler-dini kimlik gibi ikilikler arasında sıkışmıştır. Dineyri Papazı bu ikilikleri bir çatışma değil, bir “birlik potansiyeli” olarak sunar. Çözüm, bu karşıtlıkların birini seçmekte değil, onları birlikte var edebilecek bir üst düzlemde -ilâhî aşk ya da ruhsal hakikatte- birleştirmektedir.

Yine, Ülker Fırtınası romanında modernleşme ile müzik arasındaki ilişkiyi “hatırlamak” ve “unutmak” ekseninde inceler ve alaturka ve alafranga müzik arasındaki gerilimi, yalnızca estetik bir çatışma değil, aynı zamanda toplumsal dönüşüm ve bireysel kimlik arayışının bir yansıması olarak ele alır. Bu bağlamda, romanın baş karakterleri Nuran ve Sermet arasındaki ilişki, eskiyle yeninin, geçmişle bugünün iç içe geçtiği bir gerilim alanı yaratır. “Hatırlamak”, anlamı geçmişe dair bilinçli bağlantı olarak; “unutmak” ise bu bağlamdan kopuş ya da dönüşümle birlikte gelen unutuluş olarak ele alınır. Bu diyalektik, aslında “zıtlıkların birliği” temasını bireysel ve toplumsal düzeyde çözümleyen bir estetik sunar. Nuran’ın “atavi” geçmişe duyduğu duygusal bağ -örneğin alaturka müziğin çağrıştırdığı duygusal köklerle- onun Batılı eğitim ve idealler arasındaki kimlik salınımını oluşturur. Sermet ise geçmişi ve geleceği, hatırlamak ve unutmak arasında eriyip kaybolan bir figür olarak betimlenir; mesele bu ikilikleri reddetmek değil, içinde taşıyabilmektir.
Romanlarında kendi dönemi için yenilikçi sayılabilecek bir yaklaşımla Kadıköy’e geniş yer veren yazar, bu karşıtlıklardan terkip üretme pratiğinin mekânsal karşılığını da örnekler. Erol’un gözünde Kadıköy, Türkiye’nin modernleşme hikâyesinin küçük bir modeli gibidir. Toplumun en modern, en elit kesiminin burada sürdüğü keyifli hayatın içinde modernin içindeki gelenek vardır. Keza hâlâ geleneksel değerlerinden vazgeçmeyen pek çok Kadıköylü yeni yaşayışa ayak uydurmaya başlamıştır bile. Bireysel olanla toplumsal olan, tabiat ile kültür, Batılı ile Doğulu birbirleriyle sürekli müzakere hâlindedirler. Öyle ki aralarındaki sınırları tespit etmek neredeyse imkânsızdır.

Sanattan Terkip Çıkarmak: Edebiyat ve Mimari
Erol’un mimariyi okuma biçimi de bu minvaldedir. Ciğerdelen romanında mimar Turhan Tuna, Batı’da tamamladığı mimarlık eğitiminin ardından tekrar doğup büyüdüğü topraklara göçer. Romanın ana karakterlerinden mimar Turhan’ın “geçmişin küllerini eşeleyerek bir şifa kıvılcımı bulmazsa ölecek”[17] kadar güçlü bir terkip arayışı içinde olduğu görülür. Aynı zamanda bu terkibin geçmişte tecrübe edildiğini ve bu bakımdan imkânsız bir ütopya peşinde olmadığını düşünür. Eski Yunan’da, Endülüs’te ve bir de serhatlerde mevcudiyet kazanmış, ideal insanını ortaya çıkarmış olan bu terkip, Şark ve Garb’ın dengeli bir şekilde birleşmesinden ibarettir.[18] Aynı zamanda bir kimlik arayışına işaret eden bu arayışı onu Batılı eğitim aldığı yıllarda, en başıboş göründüğü zamanlarında dahi Viyana, Macaristan gibi şehirlerde atalarının izlerini aramaya sevk eder. Yurda döndüğünde geriye dönüp baktığında Ankara, İzmir ve İstanbul’da “yüzkarası”[19] olarak anacağı kübik villaları sadece para kazanmak için yapan bir mimar iken hikâyenin sonunda Trakya için “vatanperverâne” bir imar planı hazırlamaya kendisini vakfeder. Öyle ki bu uğurda canını kaybetmeyi bile göze alır ve bir yandan imar planı hazırlarken diğer yandan manevi bir olgunluğa ulaşır. Bu sayede kendisi gibi bir terkip fikrini sanatıyla icra etmeye çalışan sevdiği kadına (Cangüzel) kavuşup hem onunla bir yuva kuracak hem de edindiği tecrübeyle şu cümleleri söyleyecektir:
“Ey benim Asya ile Avrupa kavşağı kutsal yurdum! Ey benim tanrısal bir ibre gibi hem doğuya, hem batıya ölçülü ahenkle cevelan vuran Türk milletim! Yeryüzünde insanlığın bir baştan bir başa yarattığı birbirine zıt manaların hepsini tadan, ayrıksı ve küskün âlemleri kendi vücudunda bir araya yoğurarak “yeni insan”ı kalıba dökmek namzetliğini nurdan çelenk gibi alnında taşıyan yurt kardeşlerim! Bizim bayrağımızda doğunun hilaliyle batının yıldızı kucak kucağa görünmez mi? Ben bu bayrağın öz çocuğuyum, onun çizdiği yüksek manalı rotanın izinden ayrılamam.”[20]
Bu cümleler, romanda, Cangüzel ve Turhan’ın edebiyat ve mimaride aradıkları terkibin özetini sunar. Safiye Erol ve Turgut Cansever’in gerçek hayatta peşine düştükleri terkip de sanki böyle bir şeydir. Geçmişi bugünle ve gelecekle buluşturan, ân’ın kıymetini derinlikte bulan, kör taassubu eskiye de yeniye de önyargısız yaklaşmakla yenen bu terkip arayışının birbirlerini okumadan, belki hiç yan yana bile gelmeden iki sanatçıyı buluşturması hâlâ hayatta olanlar için çok şey söylüyor olsa gerek. Einstein ile Magritte’i ölümlerinden yıllar sonra bir gün, 1995 yılında buluşturan, “Einstein Meets Magritte: An Interdisciplinary Reflection” konferansı gibi bir çalışma yapılırsa Cansever ve Erol da bir noktada buluşur; böylelikle bu muazzam fikri tesadüfün derinliklerine inme imkânı yakalarız.[21]
Havva Yılmaz
*Kapak Görseli: Ankara Batıkent Projesi. (Kaynak: Halil İbrahim Düzenli, “Mimar Turgut Cansever Kimdi, Çabası Ne İdi?”, MBB Blog. Bkz. https://www.marmara.gov.tr/tr/mimar-turgut-cansever-kimdi-cabasi-ne-idi)
[1] Eliana Martinelli, Birliği Yeniden Terkip Etmek: Turgut Cansever İstanbul’da, çev. Ahmet Erdem Tozoğlu, İstanbul: Klasik Yayınları, 2025.
[2] Gerçi Akçura’nın kitabında öne çıkardığı ideolojiler arasında Osmanlıcık hızlıca tükenmiş, İslamcılık ve Türkçülük ise Batıcılıkla güçlü bir rekabete girmiştir. Terkip arayışlarında da Doğu-Batı üzerinden yerellik ve kozmopolitlik, dindarlık-sekülerlik gibi akslar ön plana çıkmıştır. Bkz. Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset (3. baskı), Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1991.
[3] Martinelli, s. 55.
[4] Martinelli, s. 102.
[5] Martinelli, s. 35-36.
[6] Martinelli, s. 52.
[7] Turgut Cansever, “The City Center of Istanbul: its Past and its Future Problems”, D. Appleyard (ed.), Urban Conservation in Europeand America: Planning, Conflict and Participation in the Inner City Rome, 1975: Conference Proceedings, Rome: Tipografia Olimpica, 1977. Cansever’den alıntılayan; Martinelli, s. 53.
[8] Martinelli, s. 55.
[9] Martinelli, s. 131.
[10] Martinelli, s. 52.
[11] Martinelli, s. 59.
[12] Martinelli, s. 74.
[13] Martinelli, s. 93.
[14] Martinelli, s. 94.
[15] Martinelli, s. 98.
[16] Martinelli, s. 102.
[17] Safiye Erol, Ciğerdelen (15. baskı), İstanbul: Kubbealtı Neşriyât, 2017, s. 19. Romandan yapılan alıntılarda metnin özgün imlâsı korunmuştur.
[18] Erol, Ciğerdelen, s. 21.
[19] Erol, Ciğerdelen, s. 25.
[20] Erol, Ciğerdelen, s. 247.
[21] Bu etkinlikten Zeynep Gökgöz’ün içinde konferansa da yer verdiği yazısı “Magritte ve Güven Arayışı” yazısı vesilesiyle haberdar oldum. Bkz. https://ziftsanat.com/magritte-ve-guven-arayisi/
İşbu web sitesi ve tüm sayfaları Fikir ve Sanat Eserleri Kanununa tabidir. Sitenin içeriğine ilişkin her türlü ses, görüntü, yazı içeren bilgi-belge, her türlü fikri ve sınai haklar ile tüm telif hakları ve diğer fikri ve sınai mülkiyet hakları Zift Sanat’a aittir.