“Takvimden arındırılmış metinlerle karşı karşıyayız”
Otobiyografi yazım tekniği açısından sizin incelediğiniz metinlerin aralarında ne tür ortak eğilimler ve benzerlikler söz konusu? Bunların sebeplerini nelere bağlayabiliriz?
Otobiyografinin sınırlarını eksiksiz biçimde çizmek mümkün değil. Ancak “pratik”te beliren birkaç “beklenti”den söz edilebilir. Her şeyden önce otobiyografiden bir gelişim anlatısı sunması, ikinci olarak da içe bakışın (“özdüşünümsellik”) belirmesi bekleniyor. Bunu taşıyan metinlere “otobiyografi” deme eğilimindeyiz. Literatürde de özellikle Türkiye bağlamında önemli tartışmalardan birisi, otobiyografi ile anının arasında bir fark olup olmadığıdır. Mesela Alman ekolünden gelen Nuran Özyer otobiyografinin bir gelişim anlatısı sunduğunu, kişinin çocukluktan itibaren ele alındığını, bildungs içerdiğini söylüyor. Anı dediğimiz şeyse, Özyer’e göre, yetişkin birinin başından geçen olayların anlatılmasıdır. Demin sözünü ettiğim dönemde de, yani 1924 sonrasında karşılaştığımız kitaplar “anı” diyebileceğimiz metinler.
Türkiye’deki anı kitaplarına bakınca otobiyografik metinlerin Türkiye’ye özgü özelliklerini saptamak mümkün hâle geliyor. En başta fragmantal, parçalı bir yapıyla karşı karşıyayız. Anı biçiminde olduğu için yazarlar bir gelişim anlatısı sunma eğiliminde değiller, kendilerini belleklerine bırakıyorlar; olayların akla geliş sırasıyla yazıldığını görüyoruz. Bana kalırsa burada arşiv sorunları da böyle bir yapıya yol açıyor. Arşive düşkün olmadığımız için fragmantal bir yapı ortaya çıkıyor.
Bu fragmantal yapının bir başka nedeni, anıların çoğu zaman (özellikle erken dönemlerde) kitap biçiminde yazılmaması, tefrika edilip sonradan kitaplaştırılması. Bunun sonuçlarından biri de şu: siz yekpare/bütünlüklü bir gelişim anlatısını gazetede/dergide yayınlayamayacağınız için küçük küçük parçalar yazıyorsunuz. Mesela Melih Cevdet Anday’ın, Ülkü Tamer’in anıları gazetelerde tefrika edilmiş. Pek çok metin böyle yazılmış. Yine Abdülhak Hamid’in, Mehmet Rauf’un anıları da hep sonradan kitaplaşmış metinler. Burada kullandığınız “ortam”, içeriği de doğrudan belirliyor. McLuhan’ın “medium is the message” (kullandığınız aygıt/ortam mesajın ta kendisidir) dediği şeye geliyoruz. Gazetede ve dergide tefrika ettiğiniz için kısa kısa hikâyeler biçiminde bir yapı ortaya çıkıyor. Burada bir gelişim anlatısı da sunulamıyor, anekdotlar anlatılıyor.
Şaşırtıcı biçimde bu anekdotlar çoğu zaman fazla neşeli oluyor. Bunun altını çizmek istiyorum. Mesela Anday onu tanıyanların anılarında anlatıldığı kadarıyla bayağı sert, hırçın birisi. Sami Karaören, anılarında Anday’la ilgili olumsuz şeyler söylüyor, “çok sertti” diyor. Benzer biçimde Hıfzı Topuz, Anday’ın mektuplarını yayımlarken kitabın girişinde onun zor ve sinirli biri olduğunu söylüyor. Ayrıca kendi söyleşilerinde de Anday, hayatının çok kolay geçmediğini, sürekli polis baskısıyla ve maddi sıkıntılarla uğraştığını anlatıyor ama anılarını anlatmaya başladığı zaman hayli neşeli bir ton hâkim oluyor. Anday’ın anılarına bakarsanız hayatı neşe içinde geçmiş gibi, sürekli komik olaylardan söz ediyor. Bu durum, bana kalırsa, gazetede/dergide yayınlandığı için okurla yarenlik edecek, okuru bir biçimde gülümsetecek, okumasını sağlayacak metinler yazma arzusundan kaynaklanıyor. Çok neşeli bir toplum değiliz ama Türkiye’deki otobiyografiler fazla neşeli. Ülkü Tamer’in, Melih Cevdet’in ya da Fakir Baykurt’un anıları hayli neşeli metinler. Ülkü Tamer de hayatı boyunca maddi sıkıntılarla uğraşmak zorunda kalmış. Mesela Tomris Uyar’la olan ilk evliliğinden doğan çocuğunu küçük yaşta kaybetmiş, bir sürü acı var hayatında; ama bunların hiçbirisi anılarında yok. Onun yerine sürekli Bodrum’a giden, arkadaşlarıyla keyifli vakit geçiren bir Ülkü Tamer görüyoruz. Yazarın kendini sunmak istediği hâli görüyoruz bu metinlerde. Belli ki yazarlar kendilerini neşeli sunmayı seviyorlar.
Hiç mi hırçın metin yok?
Tabii var, genele dair bir şey söylemeye çalışıyorum. Tüm metinlerin aynı olduğunu söylemek mümkün değil elbette. Mesela Adalet Ağaoğlu’nun Göç Temizliği, hırçın metinlerden biri. Kızgınlık sonrası sıcağı sıcağına yazılmış bir metin olduğu için daha hırçın bana kalırsa. 1979’da Bir Düğün Gecesi’nin yayımlanmasından sonra hayli talihsiz ve yersiz tartışmaların ardından Göç Temizliği’ni yazmaya başlıyor. Kendisine karşı yürütülen sevimsiz karalama kampanyasının arkasında kimin olduğunu tahmin ederek daha sert şeyler yazıyor, hiç de neşeli bir metin değil. Kuşkusuz bu durumda yazarın kişiliği de etkili. Leyla Erbil anılarını yazsaydı hayli hırçın bir tonda olacağını tahmin etmek zor değil. Sanırım yakında mektupları yayımlanacak ve bunu teyit etme imkânı bulacağız.
Mahrem konularda hırçınlık daha yoğun ortaya çıkıyor. Ama anılar yazılmaya başlandığında uğranılan haksızlıklar bağışlanıyor ve hırçınlık metne geçmiyor. Mesela Murathan Mungan, Harita Metod Defteri’nin girişinde kırgınlıklarını yazmayacağını söylüyor. Önce ince bir kitap olan Paranın Cinleri‘ni yayımlıyor, sonra da hayli hacimli Harita Metod Defteri’ni –ki Türkiye’de yazılmış en iyi otobiyografik metinlerden biridir. Harita Metod Defteri’nin girişinde Paranın Cinleri‘ni yazdıktan hemen sonra Harita Metod Defteri’ni yazamadığını çünkü hâlâ içinde kırgınlıklar olduğunu, onun geçmesini beklediğini, affetmeyi öğrenmesi gerektiğini söylüyor. Harita Metod Defteri, Paranın Cinleri‘nin 3- 4 katı hacminde bir kitap. Demek ki bazı yazarlar kırgınlıkları bir kenara bırakarak otobiyografik metinlerini yazmayı tercih ediyorlar. Hırçın metinlerin baskın olmamasının nedenlerinden biri de bu olmalı.
Türkiye’deki otobiyografik metinlerin özelliklerini sıralıyordunuz…
Evet, devam edeyim. Bir başka özellik, otobiyografik metinlerde başkalarının hayatının anlatılmasının öne çıkması. Erken dönemlerden itibaren, yani ilk metinlerden beri bu özellik yoğun biçimde karşımıza çıkıyor. Kitapların adlarına baktığımız zaman bile bunu görüyoruz. Birkaç tanesini sayayım: Halit Fahri Ozansoy, Edebiyatçılar Geçiyor kitabını, tanıdığı edebiyatçıları anlatmak için yazılmış. Halit Fahri’nin diğer otobiyografik kitabının adı da benzer: Edebiyatçılar Çevremde. İki metinde de şairin kendini anlatma derdi pek yok, ağırlıklı olarak başkalarından söz ediyor. Zaten kitap kişilere göre bölümlenmiş. Benzer biçimde Yusuf Ziya Ortaç’ın iki otobiyografik metninde de aynı özellik göze çarpıyor. Bir Varmış Bir Yokmuş: Portreler, adından da anlaşılacağı gibi meşhurların portrelerinin anlatıldığı bir kitap. Yusuf Ziya’nın diğer kitabı Bizim Yokuş’ta da yine Babıali’deki insanlar anlatılıyor. Samet Ağaoğlu’nın anı kitabı Aşina Yüzler’de de aynı yapı var. Ağaoğlu’nun diğer otobiyografik metni İlk Köşe de kişilere göre bölümlenmiştir. Yakup Kadri’nin Gençlik ve Edebiyat Hatıraları’ndaki bölümler; “Halide Edip”, “Abdülhak Şinasi Hisar”, “Ahmet Haşim” diye gider… “Yakup Kadri nasıl biridir?” sorusuna cevap vermez Gençlik ve Edebiyat Hatıraları’nda, daha çok, başkalarının nasıl olduğunu anlatır. Dediğim gibi bu genel eğilimdir. Bizdeki otobiyografiler kendine dönük değil, genelde.
Peki, bunları otobiyografik metin olarak almanızın sebebi nedir o zaman? Bu eserlerin hepsinin içeriğine vâkıf değilim ama bunların birer portre anlatısı olmalarından yola çıkarak soruyorum.
Burada odakta yazarın kendisi yok ama kendi bakış açısı var. Kendi bakış açısından edebiyat dünyasını, matbuat dünyasını anlatıyor.
O zaman aslında otobiyografi değil bunlar; biyografi bir anlamda… Neden kendilerini değil de başkalarını anlatma gereği duyuyorlar?
Öyle ama biyografi amacıyla yazılmış şeyler de değil. Daha bireysel bir anlatım bekliyoruz ama anılarda daha çok kolektivitenin içinden konuşuluyor: “Matbuat dünyası” denilen bir cemaat anlatılıyor. Yazılanlar da “Ben de o topluluğun bir parçasıyım” diyen metinlere dönüşüyor. “Cemaat”i anlatırken kendini de anlatmış oluyor böylece.
Yazarların kendilerini değil de o edebiyat kamusunu ya da matbuat âlemini anlatma eğiliminde olduklarını görüyoruz. Mesela Adile Ayda’nın kitabın adı, Böyle İdiler Yaşarken. Nihai noktada otobiyografik bir metin; anı çünkü. Yazar kendi bakış açısından kişileri değerlendiriyor. Ama bu tür bir metinde bu insanlar üzerinden içe bakış, kendine dönük bir bakış gelişmiyor. Bir, kolektif özne tahayyülü var; ikincisi, bir tür “alana girme anlatıları” da bunlar. “Nasıl yazar oldum?” sorusuna da cevap veriliyor bu metinlerde. Mesela Ahmet Rasim, Halit Ziya ve Ahmet İhsan Tokgöz, anılarında Ahmet Mithat’la tanışma anlarını çok önemli bir olay olarak aktarıyorlar. Çünkü edebiyat kamusuna girmenin bir yolu bu önemli figürü tanımaktan geçiyor. “Nasıl edebiyatçı oldum?” sorusuna cevap vermek için mevcut edebiyat ortamından, orada tanıştığı insanlardan söz ediyor. Sonrasında da kendi çağdaşlarını, kendisiyle aynı yaşta olanları anlatarak kendisine edebiyat kamusunda bir yer açmış oluyor. Böyle bir yanı da var. Ancak başkalarını anlatma meselesi, nihayetinde kendinden uzaklaşmayı, kolektif hâli yani matbuat âlemini daha öne çıkarmayı beraberinde getiriyor.
Diğer özelliklere dönersek…
Bana şaşırtıcı gelen şeylerden biri, bizdeki otobiyografilerde genel bir eğilim olarak tarih verilmemesi. Sanırım bu, bizim tarihle kurduğumuz ilişkiden kaynaklanıyor. Bir gelişim anlatısı sunduğunuz zaman takvime bağlı kalmak zorunda kalıyorsunuz ama belleğinizde kalan birtakım anıları anlatıyorsanız tarihe ihtiyaç duymuyorsunuz.
İşin doğrusu edebiyatı bu denli siyasetle, tarihle iç içe bir kültürde yazılan otobiyografik metinlerin bu denli tarihten uzak olması şaşırtıcı. Türkiye tarihiyle, siyasi tarihle iç içe geçmiş hepimizin hayatı. Ancak anılarda bu denli yoğun biçimde siyaset ve tarih yer almıyor. Takvimden arındırılmış metinlerle karşı karşıyayız, genelde.
İlginç gerçekten çünkü romanlarda bile bundan söz edebiliyoruz. Darbe dönemleri romanından, 12 Mart romanları, 12 Eylül romanlarından bahsedebiliyoruz. Kişisel anlatılarda bunun pek yer almaması şaşırtıcı.
Hiç yok demiyorum ama edebiyata bu kadar sirayet etmiş bir siyaset varken anılarda bunun karşılığı beklediğimiz kadar yok. Eğer anlatılan kişi siyasetin içindeyse birtakım siyasi olaylara gönderme yapılıyor. Mesela Haldun Taner’in Ölürse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil’de Samet Ağaoğlu’nu anlattığı yerde 27 Mayıs’tan bahsediyor. Çünkü Samet Ağaoğlu’nun hayatında bu tarih çok önemli, 27 Mayıs’tan sonra yargılandığı için görkemli bir konumdan, bakanlıktan aşağı düşme hikâyesi var; ondan bahsediyor. Ama ötekilerde mesela Melih Cevdet Anday’ı anlatırken hiç girmiyor ama Anday da siyasi bir figür aslında. Biraz da anlattığı kişiye göre şekilleniyor. Benim gözlemim, yaygın biçimde çıkmadığı yönünde. Bir gelişim anlatısı sunsalardı belki daha belirgin hâle gelirdi ama fragmanlar olduğu için bunlar çok önemsenmemiş.
Toplumsal cinsiyet açısından bakıldığında devirler boyunca yazının “erkek işi” olarak kabul edildiğini biliyoruz. Halide Edip, Adalet Ağaoğlu gibi birden fazla otobiyografik metin yazmış yazarların yanı sıra Mina Urgan gibi, kitabı rekor sayıda basıma ve yüksek oranda okunurluğa ulaşmış otobiyografi yazarlarımız var. Türkiye’deki modern otobiyografi yazımında kadın otobiyografilerinin oranı ne düzeyde?
Kadın yazarların daha fazla otobiyografik metin yazdığını söylemek mümkün. Ama müthiş bir fark da yok. Otobiyografik metinlerde ağırlığı yine erkekler oluşturuyor. Ama romanda kadınların oranı, mesela, yüzde 10’sa, otobiyografide yüzde 20 olduğunu söylemek mümkün. Muazzam bir fark yok ama yine de kadınlar daha çok yazmışlar.
Kadın yazarların otobiyografik metinleriyle erkek yazarların metinlerinin aralarında içerik, tür ve üslûp açısından ayrımdan söz edilebilir mi?
Şahsen ben şu ana kadar okuduğum metinlerde böyle bir türsel bir fark ve üslup farklılığı göremedim. Mesela demin söylediğim gibi Türkiye’de otobiyografik metinlerin en önemli özelliği, kendi hayatını anlatmak yerine başkalarının hayatını anlatmaktır. Adile Ayda’nın anı kitabı da böyle kurgulanmış. Bir kadın olarak değil, metnini aynen bir erkek yazar gibi kurgulamış. Yani başka bir erkek yazarın, mesela Halit Fahri Ozansoy’un metninden farklı değil. Samiha Ayverdi’nin anılarında da benzer şeyleri görmek mümkün.
Burada şunu sormak lâzım: Bir otobiyografik metinde yazarın adını kapattığımız zaman onun cinsiyetini tahmin edebiliyor muyuz? Üslûp, dil, yapı açısından ben henüz farklılaşan bir şeye rastlamadım. “Bu metin bir kadının elinden çıkmıştır” diyebileceğimiz belirgin bir özellik yok; dilsel düzeyde ya da türsel düzeyde farktan söz etmek zor. Elbette anneliğinden ya da kocasından bahsettiği zaman kaçınılmaz olarak kadın olduğunu anlarsınız ama kastettiğim şey bu değil.
Edebiyat kanonunu erkekler belirliyorlar; edebiyat camiası, erkekler kulübü gibi. Kadın yazarların buradaki dışlanmalarını içerik olarak farklılık açısından göremez miyiz?
Görürüz ama tür konusunda mesela yepyeni bir tür getirdiler diyemiyoruz; konular düzeyindeyse aralarında fark var elbette. Suat Derviş mesela, bir kadının edebiyat dünyasında yer almasının ne kadar zor olduğunu anlatıyor; orada farkı anlıyoruz. Bu arada, bu meseleyi de tarihselleştirerek konuşmak lâzım. Suat Derviş aykırı bir örnek olsa da, 1980’lere kadar feminist bilinçten bahsetmek birkaç istisna dışında ne kadar doğru bilmiyorum. Mesela Cahit Uçuk gibi eski kuşak bir yazar kitaplarından birisinin başlığını Erkekler Dünyasında Bir Kadın Yazar koymuş. Cahit Uçuk bu kitabı 1976’da yazsaydı bu adı koyar mıydı, sormak lâzım. Bu, sonradan gelişen bilinçle ilgili olmalı.
Bir de şunun altını çizmek lâzım: Gonca Gökalp Alparslan kadın otobiyografilerinin daha fazla çalışıldığını söylüyor. Bu da dönemle ilgili bir ipucu veriyor. Türkçede otobiyografi üzerine eleştirel çok az kitap var. Onlardan biri de Nazan Aksoy’un Kurgulanmış Benlikler’i; kadın otobiyografilerine odaklanır. Tezlere baktığınız zaman da kadın otobiyografisine odaklanan daha fazla çalışma var. Bu ilgi, kadın otobiyografilerini biraz daha öne çıkartıyor olabilir. Artık mevzuya feminist duyarlılıkla baktığımız için, o metinleri de daha fazla öne çıkarıyor olabiliriz. Bana kalırsa, çıkarmalıyız da.
* Söyleşi kaldığı yerden devam edecek…
Neslihan Demirci