Bazı imgeler vardır. Çok zaman önce görmüş, okumuş, dokunmuşsunuzdur; zaman gelir, kendilerini size hatırlatırlar. Çünkü yer etmiştir hafızanızın mutena/müstesna bir yerinde. Giacometti’nin odasındaki iskemlesinin üzerine tüm ağırlıksızlığıyla yerleşen havlusu, Rilke’nin sokakta rastlaştığı, yüzü avuçlarında kalan kadını, Can Yücel’in bir deniz kenarında suratlarını bastonlarına asıp bir koşu suya dalanları; bu sefer bahsi geçenlerin üçü birlikte yanyana dizilip de geldiler.
Üç imgeden ilkinde, Giacometti’nin hayranlığı her zaman gözünün önündeki bir gündelik nesnenin gelip kendisini dayatmasınadır: “Bir gün, odamda, iskemlenin üstünde duran havluya bakıyordum; o an, her nesnenin, sadece yalnız olmakla kalmayıp bir de ağırlığı olduğu -ya da daha doğrusu- bir başka nesnenin üstüne abanmasını engelleyen bir ağırlıksızlığı olduğu izlenimini edindim. Havlu yalnızdı, o kadar yalnız ki, sanki iskemleyi çeksem bile yerinden kıpırdamayacaktı. Havlunun, kendine özgü bir yeri, bir ağırlığı, hatta bir suskunluğu vardı. Dünya ne kadar hafifti, ne kadar hafif…” [1]
Bir nesnenin bir başka nesneye temasında ağırlığın getirdiği bir abanmanın ötesinde kendine has, etrafında yarattığı boşluğun verdiği hafiflik duygusudur dikkatini çeken. Dünyaya yeni bir gözle bakmasının -ya da dünyanın kendisini açmasının- sonucu yaşantıladığı keşfi ve hayreti, şeyler-arası ilişkilerde etki-tepkiye alışmış rutin düşüncelere bol gelecektir. Ona göre her şey kendi alanında, yerçekiminden azade özerkliği içerisinde öyle bir hafifliğe sahiptir ki buradan dünyanın hafifliğine ve suskunluğuna geçiş yapmakta gecikmez.
Rilke ise etki-tepkiyi çok farklı bir cihetten umulmadık bir yerden yakalar: “Fakat kadın, kadın: Büsbütün kendi içine gömülmüştü; öne doğru eğilmiş, elleri içine gömülmüştü. Notre-Dame-des-Champs Caddesi’nde, köşedeydi. Onu görünce sessizce yürümeye başladım. Yoksul insanlar, düşünceye dalmışlarsa rahatsız edilmemelidir. Bakarsınız, düşündükleri şeyi bulurlar. Bomboştu sokak, boşluğun canı sıkılıyordu; ayaklarımın altından adımımı çekip bir takunya gibi sağa sola fırlattı, tak tuk gürültüler çıkardı. İrkildi kadın ve kendini, ellerinden kopardı; o kadar çabuk, öyle şiddetli ki, öyle avuçlarında kaldı yüzü. Yüzünün oyuk kalıbının, avuçlarında durduğunu görebildim.” [2]
Neden bilinmez ellerini yüzüne kapamış -ki umutsuz ve mutsuz olması muhtemel- bir kadının boşluktan irkilerek ellerini yüzünden hızlıca çekmesi ile avuçlarında kalıveren yüz hatları Rilke’yi dehşete düşürür. Hayret yine vardır ama hayranlıkla değil dehşetle ilişkili olarak. Bu sefer şeylerin kendi yörüngelerindeki özerkliğinden değil de öyle bir kesişim ve içiçelikten bahsediyoruzdur ki ayırt etmek mümkün değildir birini diğerinden. Hangisi el, hangisi yüz, hatların karıştığı bir durumun imgesidir karşımızdaki. Yalnızlık bu sefer karmaşıklıkta/karışıklıkta ve ânı ânında yakalamanın şaşkınlığında ifadesini bulur.
Can Yücel’in bir sahil kenarına dair imgeleri ise muziptir/delimsektir: “Bellerinde gazete kâğıdından peştamalları, yanımdaki sırada oturanlar, bastonlarına asıp suratlarını bir koşu daldılar suya; peşlerinden uskumru; uskumrunun peşinden balıkçı; balıkçının peşinden güneş; cup cup cuuup. Vinç de birer birer toplayıp cümlesini, yükledi kayıp mavnaya.” [3]
Bastonlarına suratlarını asıp suya dalanların yeni yoldaşları balıklar, balıkçı, güneş ışığı gibi denize dair şeylerdir. Kendilerini suyun sarmalayıcı bütünlüğüne bırakıverirler. Kendilerine özerk alanın veya dayatmaların getirdiği yalnızlığın yerine biraradalık/birarada kalma öne çıkartılmıştır sanki bu kez. Havada, karada, suda, vinçte, hatta kayıp mavnadaki birlikteliklerin her birinde habitatın kendini dayatması vardır, evet, hepsi su gibi sarmalayıcı da olmayabilir, ama tüm bu yer değiştirmeler, yerinden edilmeler, farklı çevre ve ilişkilere rağmen imgeler bulundukları kabın içinde tek başına güçlüdürler, ayaktadırlar; ne boşlukta kendi başına takılırlar ne de başkalaşıma uğrarlar.
İskemleye asılı kalan havlu, avuç içine asılı kalakalmış bir yüzün kalıbı, bastona asılı bırakılmış suratlar; bu üç birbirinden kuvvetli imge, bu dünyaya gömülü olmakla bu dünyadan değillermiş hissi arasındaki salınımda daha geniş bir perspektife yerleşmenin önemini duyururlar.
Zeynep Gökgöz
[1] Jean Genet, Giacometti’nin Atölyesi, çev. Hür Yumer, İstanbul: Metis Yayınları, 2012, s. 37-38.
[2] Rainer Maria Rilke, Malte Laurids Brigge’nin Notları, çev. Behçet Necatigil, İstanbul: Can Yayınları, 2010, s. 12.
[3] Can Yücel, “Zurnada Peşrev”, Seçilmiş Hikâyeler Dergisi, c. 5, sayı 42-43, 1951, s. 37.