Akis kelimesi, ses ve ışık dalgalarının bir cisme çarpıp geri dönmesi ve bunun sonucunda duyulan ses, görülen ışık, yankı, yansı anlamına geliyor. Kelimenin bu ilk anlamı, bir cismin parlak bir yerde görülen görüntüsü, hayali demek olan ikinci anlamından ayrılıyor. İlkinde bakışımlı, etkileşimli bir durum var: ses veya ışık çarpıp geri dönerken bir değişimden geçiyor; ikincisi ise tek yönlü ve durağan. İlkini gizemli kılan, bir yolculuktan geçen sesin, ışığın geçirdiği aşamaları, hâlleri düşünebilme, araştırabilme imkânı sunuyor olması. Dahası, kelime varoluş felsefesi açısından bakıldığında ‘öz’ün varlığa, varlığın ‘öz’e aksetmesine, bu ikisi arasındaki etkileşime de göndermelerde bulunuyor.
Akis kelimesi beni içine çektiği sıralarda seyrettiğim bir film, hem kelimeyi hem de kendini aşikâr kıldı. Kelime, çekim setinin üzerinde parıldamaya, Krzysztof Kieślowski’nin ince kurgusunu saydamlaştırmaya başladı. Filmde birbirine çok benzer, Polonya’da yaşayan Weronika ile Fransa’da yaşayan Veronique adlı iki genç kadının hikâyesi anlatılıyor; iki kadını aynı aktris, Irene Jacob canlandırıyor. Dünyanın iki farklı ülkesinde aynı anda yaşayan, aynı görünümlü iki kadın aynı hayatı mı, farklı hayatları mı yaşıyorlar? Film geçişken, gölgemsi, biri diğerinin içerisinde yaşayan bu kadınların hayatlarının gizemi üzerine kurulu. Çözmeye çalıştıkça işler karışabilir ama bir deneyelim.
Veronique’in İkili Yaşamı (1991) isimli film tepetaklak bir dünya görüntüsüyle açılıyor. Sisli gece yere inmiş; pencerelerinin bazıları ışıklı, yüksek apartmanlar gökyüzünde baş aşağı duruyorlar. Görüntüdeki tersliğin noel öncesinde annesiyle pencereden dışarı bakan, noeli başlatacak yıldızı bekleyen kız çocuğunun baş aşağı duruşundan kaynaklandığını anlıyoruz. Onun ters zaviyesinden bakıyoruz biz de dünyaya. Sonrasında annesi kızın eline büyük bir yaprak veriyor, önünü ve arkasını incelemesini sağlıyor. Ön yüzeyi minik tüylü, arkası damarlı yeşil yaprak, bütündeki nüansı ve iki yönlülüğü hissettiriyor.
Kız çocuğu filmde bir daha hiç yer almıyor; bu kısa sahne Weronika’nın bebekliğini ve annesiz büyüyen kızın annesiyle hatırladığı belki tek ânı, filmin başlangıcına sabitliyor. Sonra gölgeli bir geçiş sahnesi geliyor, bu sahnenin ikinci hikâyede, Veronique’in “hep bir başka hayatı yaşıyormuş” hissini açıklayan fotoğraf karesini, yaşayacağı aydınlanma ânını gösterdiğini filmi izledikten sonra anlıyoruz. İki kadının farkına varmadan birbirlerine ayna oldukları o akis ânını.
İlk bölümde Weronika’nın babasıyla büyüdüğünü öğreniyor, babasıyla kurduğu sağlam, güzel bağın tanığı oluyoruz. Bu genç kadının muhteşem bir sesi var; lise korosunda sahne alıyor. İlk kez bu koroda duyduğumuz ses ve kadının şarkı söylerken yüzünde beliren aydınlık gülümseme, filmin merkezinden ileriye ve geriye yankılanıyor. Filmde izlenebilecek bir başka akis, açış sahnesindeki tepetaklak dünya imgesi ve beklenen şans yıldızı. Bu imge, Weronika’nın teyzesine giderken tren yolculuğunda eline alıp trenin penceresinden manzaraya tuttuğunda evleri baş aşağı gösteren ve içindeki yıldızların kaydığı şeffaf kürenin içine gömülüyor, Weronika’nın bakışıyla filmin başına yansılanıyor. Şeffaf küre, filmin ana aksini sağlayan geçiş sahnesinde yine çok işlevsel olacak.
Weronika’nın hikâyesi filmin üçte birlik kısmına karşılık geliyor, daha kısa tutulan bu hikâye daha uzunun içerisinde, Veronique’in hayatında devam ediyor. Ya da şöyle söylenebilir: bu çekirdek hikâye, geçiş sahnesindeki âna çarparak akisleniyor. Genç bir ölümle yarım kalan o büyüleyici ses ve kadının ışıltılı yüzü aynı görünümlü bedende devam etmek istiyor sanki. Veronique’i zaman zaman yoklayan, onun içinde yankılanan Weronika’nın erken susan kalp ritmi. Ne var ki bu akis onun da kalbinin ritmini bozuyor, onun da kalbi hasta. Belki de bu hastalık nedeniyle Veronique, çok yetenekli olduğu halde Weronika gibi şarkı söylemiyor; o büyülü sesin yükselmesine izin vermiyor. İlkokulda müzik öğretmenliği yapmaya karar veriyor.
Paris’te geçen ikinci hikâye ilkiyle ana hatları koruyor. Veronique de öksüz, babasıyla çok iyi anlaşıyor. Baba-kız ilişkisinin sağlam kurulduğu film, annesiz büyüyen genç kadın/ların hikâyesini, kötü çocukluk travmalarına dayandırmıyor. Film baba-kız ilişkisini sarıp sarmalayan ve derdini bu hassas ilişkiye zarar vermeden anlatabilen girift kurgusu ile de takdire şayan. Veronique’in öyküsü onun kendini ve hayatı tanıma yolculuğuna eşlik edebileceğimiz bir film zamanına yayılıyor.
Her iki kadınının hayatında da çok belirleyici olmayan erkek sevgili figürleri var; fakat Veronique’in bir gün hayatının akışını değiştirmesi, kendisinin farkına varması, başka bir erkeğin, çalıştığı okulda kukla gösterisi yapan bir adamın sayesinde gerçekleşiyor. Kuklacının Veronique ile girdiği gizemli ilişki bu hikâyeyi diğerinden ileriye taşıyor. Aynı zamanda usta bir yazar olduğunu Veronique ile birlikte sonradan öğrendiğimiz Alexandre, genç kadının erginleşmesini, onun adını koyamadığı ikili yaşamının netleşmesini sağlıyor.
Kuklacı, kadını daha yakından tanımak istiyor, kadın her daim çantasında taşıdığı eşyalarını döküyor: dudak kremi, eski bir güneş gözlüğü, şeffaf küre ve bazı fotoğraf kareleri arasından Alexandre’ın ilgisini en çok fotoğraflar çekiyor. Adam filmin başında geçen, Weronika’nın bir meydanda, paltolu hâlini gösteren o sahnenin fotoğrafına odaklanıyor, mekânın Fransa olmadığını anlıyor. Veronique, fotoğraftaki yerin Polonya, Krakov olduğunu söylüyor. Kuklacı, fotoğrafta paltosunun bol olduğunu söylediğinde, kadın “o ben değilim” diyor, adam “hayır, bu sensin” dediğinde kadın da fotoğrafa daha yakından bakıyor, “bu benim paltom değil” diyor ve ağlamaya başlıyor.
İşte Veronique bu fotoğrafı çekmeden çok kısa bir süre önce Weronika elindeki şeffaf küreyi bir top gibi geçtiği meydandaki sütunlu binaların kubbeli avlusunda sektirmiş, küre tavana değmiş, ortalığa tavandan düşen tozlar saçılmıştı. Sanki Weronika’nın hikâyesi tavana çarpmış ve o andan itibaren hayatı başka bir hayatta yansımaya başlamıştı. Yürüyüşünün biraz sonrasında meydandaki turist otobüsünden inen Veronique onu fotoğraflamış ve belki de bu fotoğrafı kuklacıyla geçen âna kadar hatırlamamıştı.
Bu an Veronique’in benliğini fark ettiği, bir iç yolculuk yapma zamanının geldiğini fark ettiği andı. Aynı zamanda kuklacı da müthiş bir hikâye keşfetmişti; öyle ki keşfin heyecanıyla gece uyumamış, iki kadının ayrı ayrı kuklalarını yapmaya koyulmuştu. Oysa Veronique onun bu heyecanına heyecanla karşılık veremez, kendi hikâyesinin bir başkasının sanatında nesneleşmesi onu hüsrana uğratır. Bu ikili yaşam, fotoğrafta kazınıp bulunmayı bekleyen o kadın, Veronique’e acı verirken başka birisinin bu acıdan neşet eden sanatı anlamlı değildir.
Film biterken Veronique’in Weronika’ya yolculuğu yeni başlayacaktır; insanın gömdüğü, üstünü örttüğü asıl hikâyesine, özüne dönüşü gibidir bu serüven. Bu öz, varlığa yansırken kırılmalara, dönüşümlere uğrayabiliyor. Yanılsamalar arasından o içte fısıldayıp duran asıl ritme ulaşma, belki de filmin hikâyesi. İçinde bu aksi duyanlar ve geri dönüş yolculuğuna cesaret edebilenler için hayat yeniden başlıyor olabilir.
Hale Sert