2009 tarihinde Almanya’da basılan Bunu Ben de Yaparım[1], 2012 tarihli İngiltere menşeli Beş Yaşındaki Çocuk Bunu Neden Yapamaz[2] ve 2009’da çıkan Fransız bir yazara ait olan Yapmamayı Yeğlerim[3] başlıklarını taşıyan üç kitaptan ilki muhatabın, ikincisi eleştirmenin, üçüncüsü ise sanatçısının ağzından çıkma seslenişlerle yapma ediminin kendisine odaklanmaktalar. Üç sesleniş üç farklı konumlandırmaya işaret etse de tahmin edileceği gibi üçü de sanat tarihçisi/eleştirmeni/kuramcısı isimler tarafından yazıldılar. Bizler çağdaş sanatı anlamada bu kitaplara müracaat eden muhataplar olarak tutulan, kesilen, pişirilen her ne ise onu yiyen tarafın/muhatabın bakışından üç başlığın istikametini sorgulayalım istedik. Yapma ediminin kendisinden de kurtulduk denilen noktanın bir sona değil, aslında yeni bir başlangıca işaret etmesi yüzünden meselemiz yeni başlangıcın ne’liği üzerine düşünmek olacak.
İlk kitap Bunu Ben de Yaparım, Almanya’da yaşayan ve çalışan iki sanat tarihçisine ait. Çoğu serginin yaşattığı duygu durumunu başlığa çekmişler. Dertleri, sanat izleyicisinin elinden tutmak ve onları sıkı bir sanat diyetine tabi tutmak: “Unutmayın: Sanat kişisel mutluluğun ya da gerçek mutluluğun yerini alamaz. Bizim en önemli ilkemiz şu: Az olsun öz olsun. Kötü sanattan ve manasız popüler etkinliklerden vicdan azabı duymadan uzak durmayı öğrenin, çünkü bunları görmek zorunda değilsiniz. Bizim size tavsiyemiz, sıkı bir sanat diyeti yapın.” (s. 16)
Kitap uzak durulması gerekenleri sıralayarak ilerler ve haliyle okuyucuyu bu örneklemelere maruz bırakır. Üç beyazdan; un, şeker ve tuzdan uzak durulmalıdır, sonrasında ne yiyeceğiniz ise özgür seçiminize bırakılır. Ama öyle olmaz, un-tuz-şekerle doymuş bir bünyeyle kitabı okumayı bitirirsiniz. Sıkı bir diyet önerisi, uzak durulması gerekenlerin içinden geçerek/içine alarak, bir nevi zararlarını görüp deneyimledikten sonra geçiş yapılacak bir merhaleye işaret etmek ister gibidir. Muhatap üzerine çöken onca ağırlıktan sonra ayağa kalkabilirse tabi!
İkinci kitabımız Beş Yaşındaki Çocuk Bunu Neden Yapamaz, işin o kadar basit olmadığı, “ben de yaparım” hissine çabucak karar verilmemesi gerektiği üzerinedir. Örnekler verilerek uzun uzadıya bahse konu sanat eserlerinin neden basit olmadığının izahı verilir. Bir eser, “bu bir eserdir” yargısına varılmışsa üzerine düşünmeyi gerektirir. Birkaç rengin veya objenin bir çırpıda yan yana getirilmişliği zannına varılmamalıdır. Kitabın peşinde olduğu şey şudur: “Bu kitapta geçen sanatçıların çoğu içinde yaşadıkları kültürleri ve toplumları yansıtıyorlar. Toplumsal çoğulculuk, manevi yaşam ve günlük yaşam arasındaki içsel çatışmalar, tüketim kültürü ve artan sorumlulukların etkileri gibi temel meseleleri araştırıyorlar. Sonuç her zaman keyif verici olmadığı gibi yapıtlarında sıklıkla rahatsız edici gerçekleri veya çözümü mümkün olmayan çelişkileri günyüzüne çıkartıyorlar.” (s. 8-9)
Sıradan görülen bir nesneyi sanat yapıtı kılan şeyin ne olduğunun sorgulanmasından yola çıkılır, sanatın herkes tarafından erişilmesinin mümkün olduğu demokratik bir düzlem arzulanır ve genel önyargılardan uzak durmak şeklinde bir farkındalık yaratılmak istenir. Sorgulama yolları, demokratikleşme çabaları ve farkındalık mevzusu çok su kaldırır. Biz şimdilik yapma edimi ile iktifa edelim.
Yapma ediminin kendisi sanat tarihsel bir düzlemde değişikliğe uğrasa da, yeteneğin ve dehanın izlerinin görülmesinden uzaklaşıldı zannedilse de deha farklı bir dehadır artık. Ummadığınız bir malzeme, ummadığınız bir düzenleme, ummadığınız ilişki biçimleri kuruluşunda karşımıza çıkan bir dehadır bu. Yalnız bu sefer de yukarıda sıralanan meselelerin konu edilmesiyle aynılaşan içerikler söz konusudur. Deha, dile getirişin umulmadıklığı ile ilgili olsa da dile gelen hep aynı “temel meseleler”dir. Menü fotoları çok afilidir ama kitabın sonuna vardığınızda bıraktığı tat hep aynı şeyi yemişim hissi veren kekremsi bir tattır.
“Yaparım”, “hayır yapamazsın” geriliminde, üçüncü bir kulvar göz ardı edilir: Yapma ediminin kendisinden de vazgeçen sanatçı profili. Yapıtsız Sanatçılar: Yapmamayı Yeğlerim kitabında Jean-Yves Jouannais, “objeleşmemiş üretimler, yazılmamış fikirler, karşılaşmalar”ı merkeze alır. “Acaba yazmaktan kaçılmış, kaç düş, kaç -izm, kaç sezgi ve yepyeni kaç söz vardır?” sorusu sorulur. Bilinemeyecek bir hakikate işaret edilir. Yapmamayı yeğlemek duyusaldan elini eteğini çekmeyi getirir. Duyulurlar ve düşünülürler arasında salınan sanat, ikincisinde karar kılmış, kavramsala yatırım yapmış gibidir. Aklımıza ilk gelen John Cage’in 1952 tarihli 4′33″ bestesidir (!).
Herman Melville’in Bartleby karakterinden ödünç alınan yapmamayı yeğleme/eylemsizlik kararının sanatçı nezdinde nasıl karşılık bulduğu üzerinedir kitap. Yapma ediminden vazgeçmiş sanatçılar, eserlerini nasıl ortaya koyacaklardır? Kitapta pek çok alandan farklı örneklere yer verilir. Özellikle kavramsal sanat örneklerine eğilecek olursak neydi kavramsal sanat? “Kavramsal sanat canlandırıcı yoksullaşmaya denk düşer. Burada amaç, sanatın maddesizleşmesidir; fikir ya da kavram artık yapıtın maddi olarak gerçekleştirilmesinin önüne geçmiştir… Sanatı bir form içerisinde kayıt altına alma olgusu kabul edilemezdir… Bu kesinlikle bir püritenlik göstergesi değildir bilakis politik bir aktivizmdir.” (s. 114-115) Form altına alma, her tür form altına almayla ve devamında tek tipleştirmeyle yani hegemonya ile ilişkili görülür. Buna engel olmanın yolu olarak yapmamanın da yeğlenebileceği hatırlatılır ve imkânları üzerine düşünülür. Bu bağlamda “Kavramsal sanatı tarihsel bağlamda bir grev, bir toplumsal hareket (…) olarak ele almak gerekir (…) bu hareket her şeyden önce sanat yapıtının metalaşması yazgısına karşı çıkıştır (…) O artık masum ikonlara ve pop imgelerin ticari dolaşımına karşı bir grev sözcüsüdür.” (s. 115) Gelinen noktada ortada yemek falan kalmaz, güzel yemeklerin hayalinin kurulmasına da izin verilmez. Çünkü böyle bir hayal insana sadece haz verir, bu şekilde bir haz ise karın doyurmaz. Oysa ki yemek yemeye mecbur değilizdir, grevle birlikte toplumsal bir harekete dönüşen sanatla, artık esası oluşturan yeme kavramının kendisi üzerine düşünmektir, denilmekte gibidir.
“Bu da Okuldan gelmiş”
Heyhat yemeden de yaşanmaz! Sanatçının yapmayı bıraktığı, pür düşünsel eylem şeklinde tanımladığı bir sanatın muhatabı, kötü eserlere karşılık perhiz, iyi eserlere karşılık rehberlik hizmetine ikna olmuş iken yeni durumla nasıl baş etmesi beklenir? Diğer yandan duyusaldan elini eteğini çekmiş sanatçı, gerçekten de elini eteğini çekmiş midir peki? Burada iki yaklaşım göze çarpar: İlki yukarıda geçen haliyle yapımın kendine dair hiçbir karşılığın sunulmadığı, belki bir efsane veya aura ile varlığını sürdüren sanat olayları; diğeri ise sanatçıların atölyelerinde/stüdyolarında iş verdikleri ortak çalışma arkadaşlarına üretimi bırakmaları. Böyle bir çalışma ortamına sahip pek çok sanatçıdan biri olan Patricia Piccini yaptığı işi şöyle tanımlar: “Ben işi kavramsallaştırıyorum, sonra da parçaları birleştiriyorum. Eğer projelerimde çalışan müthiş insanlar olmasaydı, projelerim işe yaramazdı. Fikirlerin, benim fiziksel olarak yapabileceklerimle kısıtlı kalmasını istemiyorum. Öncelik fikirlerindir.”[4] Bir yanda zaten ortada olmayan yapıtlar, diğer yanda ise sanatçının kendisinin izini taşımasını gerektirmeyen, başkasına yaptırılmak suretiyle ortaya konulan yapıtlar. Bu iki tür yapmamayı yeğleme hâlini birleştiren ise “öncelik fikirlerindir” vurgusundadır. Öyle ki belki de en en en insani edimlerden biri bildiğimiz sanat yapmanın kendisi, fikirlerin altında kalmıştır.
İki tür yapmamayı yeğleme hâline bugünlerde bir üçüncüsü eklenmiştir. O da stüdyo çalışanları veya zanaatkarlarla gerçekleştirilen paydaşlıklar, iş birliklerinin başka bir türüne yöneliktir: Üçüncü türden yakınlaşmaların söz konusu olduğu yapay zekâ üretimleri. Tekniğin inanılmaz olanaklılığı karşısında insan geri mi çekilmiştir yoksa yapmanın kendisinden vazgeçmenin doğal sonucu ile zamanın ruhu/teknolojisi bir kesişme ânı mı yakalamıştır? Her ne ise teknoloji-sever sanatçı profili yapma zorunluluğu olmadan, hiç ön planda gözükmeden, komutunu verir ve çıktısını bekler. Eserler tam belirlenmiş eserler değildir bu türde; yapay zekâ bir noktadan sonra öğrenerek öngörülemeyeni gösterir. Öğrenir; çünkü hafızaya yüklenen kelimeler, resimler, şiirler, fotoğraflar, notalar, arşivler ne ise onlar, bir veri yığını olarak, yazılan kodlarla birlikte her defasında daha iyiye doğru bir yol izler. Umulmadık olanı izleyenine verme inadındaki sanatçıdan umulmadık olanı kendisi bekleyen sanatçı profiline geçilmiştir diyebilir miyiz? Otomatik yazı, sıçratılmış boyalar hep rastgeleliğin/umulmadıklığın beklentisine yönelikti. Bu sefer rastgele olmayan, kodları döşenmiş girdiler dizgesinin kendini öngörülemeyene bırakmışlığı söz konusudur. Peki bu nasıl gerçekleşir?
“YZ teknikleri, yeni fikirler oluşturmak için üç şekilde kullanılabilir: tanıdık fikirlerin yeni kombinasyonlarını üreterek; kavramsal alanların potansiyelini keşfederek, ve önceden imkansız fikirlerin üretilmesini sağlayan dönüşümler yaparak.” [5] Bu şekilde sıralanan üretim, keşif ve dönüşüm, yepyeni soruları da beraberinde getirir: “Örneğin, YZ insan yaratıcılığını nasıl genişletebilir? İnsanlığımızı yansıtmak ve kendimiz hakkında bilgi edinmek için yapay zekayı nasıl kullanabiliriz? (…) YZ, anlamlı bir şekilde özerk olarak yaratıcı olabilir mi? (…) Sanatçılar YZ ile nasıl yaratıcı ve doğaçlama ortaklıklar kurabilir? (…) YZ şiir ve senaryo yazabilir mi? YZ bizi estetik olarak neyin harekete geçirdiğini öğrenebilir ve gerçekten güzel yeni formlar yaratabilir mi?”[6]
Bu sorular üretilen pratiklerle eş zamanlı olarak işliyor. Öncelik sonralık yerine, birlikte düşünerek hareket edilen ve cevapların her defasında güncellendiği bir ortam söz konusu. Veriler hızla değişiyor, makinalar çabucak öğreniyor, algoritmalar gittikçe çetrefilleşiyor. Geri bildirimli üretimlerle daha iyi ve daha yeni hedefleniyor. Generative Adversarial Network (GAN) şeklinde adlandırılan ağ sistemi, birbiriyle “rekabet eden” ve çıktıyı istenen nihai hedefe doğru aşamalı olarak iyileştiren iki ağı ifade etmekte. Bu şekilde, içerik oluşturucu ağ, hangi çıktıların istenen sonuca daha yakın olduğu konusunda geri bildirim alır ve benzerler üretmede daha iyi hâle gelir. Bir de üzerine Creative Adversarial Network (CAN) ile birlikte oluşturulan üretimlerle rastgelelik eklenir.[7] Böylece “daha iyi” ve “daha yaratıcı” fikirlerle umulmadık olana yaklaşılır. Bu noktada sanatçılar hızla öğrenen makinaların karşısında bekle ve gör pozisyonuna geçer.
Bu süreç yaratıcılığın makinalara aktarımı mıdır, yoksa yeni bir yaratıcılık iddiası mıdır? Kurduğumuz hat içerisinde yapma ediminin kendisinden de vazgeçmiş bir sanatçı profilinin bu edimi ve hatta yaratıcılığı, makinalara/yapay zekâya devrinden bahisle ilk etapta bir vazgeçme gibi görülebilecek yeni tarz üretimler, aslında arkalarında çok daha büyük bir iddiayı taşıyor olmasınlar? Bir zamanlar “yazarın ölümü” ilan edilmiş, eser muhatabıyla yeni baştan yaratılır bir pozisyona yerleştirilmişti. Şimdi de bazı sanatçılar geri çekiliyorlar ama bu sefer muhataplarındaki yankı yerine yapay zekâ karşısında duydukları hayranlıkla makinadan çıkacak umulmadık sonucu görmek için bu geri çekilme. Sanatçıların -aslında ben de bilmiyorum ne çıkacağını- itirafları ile sürecin sonunda yaşadıkları hayrete eşlik eden -bekle ve gör- pozisyonu, teolojik bir atfa da ne kadar müsait. Tasarlanır, hareket başlatılır ve sonrasında müdahale etmeden beklenir. Tanrı’nın yarattığı ve geri çekildiği dünya tasavvurunun tınısı, sanatın bu yeni dünyasında kendisini hissettirir.
Zeynep Gökgöz
[1] Christian Saehrendt-Steen T. Kittl, Bunu Ben de Yaparım: Modern Sanat Kullanma Kılavuzu, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2012.
[2] Susie Hodge, Beş Yaşındaki Çocuk Bunu Neden Yapamaz: Açıklamalı Modern Sanat, İstanbul: Hayalperest Yayınevi, 2013.
[3] Jean-Yves Jouannais,Yapıtsız Sanatçılar: Yapmamayı Yeğlerim, İstanbul: Corpus Yayınları, 2019.
[4] Barbara Bolt, Yeni Bir Bakışla Heidegger, İstanbul: Kolektif Kitap, 2013, s. 119.
[5] Margaret A. Boden, “Creativity and Artificial Intelligence”, Artificial Intelligence 103 (1998), 347-356.
https://www.sciencedirect.com/science/article/pii/S0004370298000551?via%3Dihub