Düş ile gerçek arasında salınan her şeyde ayrı bir güzellik var; belki de giz. Hayat yokuşunda karşımıza çıkan cilveler gibi… Etrafa hüzün tohumları ekseler de, ortanca çiçeği gibi açıp içimizi neşelendirseler de benzer bir duygunun izini sürüyorlar. Değil mi ki gülerken de, ağlarken de gözyaşı ile tepki verebiliyoruz, önü ardı görünmeyen bitimsiz hayat yolculuğunu da her ne hikmetse “çıkmaz sokak” diye niteleyebiliyoruz. Düş neresi, gerçeğe nasıl gidilir? Birisinden uzaklaşırken diğerine mi varılır, yoksa yan yana iki koltukta yolculuk yapan iki arkadaştan mı bahsediyoruz? Ressamın tablolarına düşen renkler aklıma geliyor: Oynaştıkça canlanan, canlandıkça muhayyileye boşluklar salan. Hayatın alt metinlerine sızmak için alan açan renkler… Abidin Dino’nun çizgileri ve tonları gibi. Kısaca düşün izinde gerçeği yakalamaya çalışan her film, her kitap, her eser ilgimi çekiyor; er ya da geç radarıma düşüveriyor. Abidin Dino’nun Sinan kitabı da bunlardan birisi: Kitabın alt başlığındaki gibi tam anlamıyla “bir düşsel yaşamöyküsü”.
Bir sanatkâr olarak Dino, sanatkâr Sinan’ı anlatıyor kitabında. Hayat çizgisi Kayseri’de Ağırnas köyünde başlayan, devşirme olarak yetiştirilen; verimlerinin bir ucu Süleymaniye, Selimiye gibi büyük eserlere uzanan bir mimarın etkili yolculuğunun köşe taşlarına göz kırpıyor; kendince tabii, bir ressam düşçülüğüyle, bir yazar titizliğiyle… Kitabın kurgusuna dair çok şey söylenebilir. Benim dikkatimi çeken ise kitapta geçen bir menkıbe.
Sinan devşirme olarak Kayseri’den payitahta doğru yollara düşüyor. Başlarında bir ağa vardır. Ankara yakınlarına geldiklerinde ağa, devşirmeleri durdurup Hacı Bektaş’tan bahsediyor ve yolculuğun tamamlanması için dergâha uğranması ve eşiğe yüz sürülmesi gerektiğini söylüyor. İşte bu ziyarette Sinan’ın kulağına bir menkıbe fısıldanıyor:
“Akşehir’de bir er vardı Seyyid Mahmûd-ı Hayrânî derlerdi ve bu er, edindiği bir arslanın sırtına binip, bir yılanı kamçı eyleyip, üç yüz Mevlevî dervişi de peşine takıp Hünkâr’ı ziyaret edecek olmuş ve yola çıkmış böylece günün birinde. Hünkâr hemen ziyaretçinin geleceğini bilmiş, ‘Toy’un biri canlıya binmiş geliyor, bâri biz cansıza binip onu karşılayalım, demiş kıs kıs gülüp. Kızılca Halvet yakınında Kızıl Kaya vardır tıpkı bir dam duvarına benzer. Hacı Bektaş Hazretleri kayanın sırtına atladığı gibi, ‘Ey kayacık, Tanrı’nın izniyle gelen erlerden yana git bakalım tırısa kalk…’ demesiyle taşın Ahiler kapısına doğru dörtnala varışı bir olmuş… Kalakalmış Hayrânî, aslan, yılan ve üç yüz Mevlevî, ışıklar saçarak gelen, cansız taşa binmiş Hünkâr’ı karşılarında görünce.” [1]
Abidin Dino’nun Sinan’ın kulaklarına değen bu menkıbeye yaptığı yorum, bence kitabın en can alıcı kısmı:
“Cansız taşı diriltmek, uçurtmak, aşka getirmek, gerçek mimar denen adama vergi bir hüner. Cansız taşı canlı kılmak, işte bütün marifet burada. Gün gelecek, İstanbul’un sisli, mor gökyüzünde Süleymaniye’yi havalandıracaktı Sinan, uçuracaktı alçaktan geçen boz bulutların arasından kaldırıp…” [2]
Menkıbeyi daha önce duymuştum ama Abidin Dino’nun anlatımındaki gibi bir bağlama taşındığına rastlamamıştım. Cansız taşı diriltmek… Hacı Bektaş’taki nefesin henüz Müslüman olmuş Sinan’a üflenmesi… Yıllar sonra -belki 40-50 sene sonra- bu nefesin Sinan’da taşları diriltecek bir hünere dönüşeceğini öngörmek… Üstüne üstlük Hacı Bayram-ı Veli’nin kerametinin Sinan’da somutlaşması, menkıbelerin kaynağının düş mü yoksa gerçek mi olduğunu bir kere daha tartışmaya açmıyor mu?
Dino’nun, Sinan’ın Ayasofya yorumuna değinmesi de son derece dikkat çekici:
“Sinan oldukça hantal bulmuştu Ayasofya’yı. Ona göre bir yapı, aşağıdan yukarıya süzülüp boy vermeliydi; oysa bu mabet, yukarıdan aşağıya abanıyordu yeryüzüne.” [3]
Kitabı okuduktan sonra Süleymaniye’ye gittim. Mutat olduğu üzere Marmara Denizi’ne nazır avluya geçtim, sırtımı manzaraya verdim ve yüzümü camiye çevirdim. Gözlerimi şadırvandan yavaş yavaş yukarı, revaklara, çörtenlere, oradan küçük kubbeleri aşarak ana kubbeye kaydırdım. Yukarıdan “yeryüzüne abanmayan”, aşağıdan yukarı doğru “süzülüp boy veren” yapıyı seyrettim. Kubbeden aşağı damla damla cümleler akmaya başladı adeta:
“Koca Sinan! Bugünlerde seni bir ressamdan dinledim. Yıllardan beri alışkanlıkla yine aynı yere oturup eserini düşünürken içimde gizliden gizliye büyümüş boşluğa, eserindeki ihtişamın köklerine dair hissettiğim ama adını koyamadığım düşüncelere bir cevapla mukabele etmenin coşkusunu ve huzurunu yaşıyorum. Seni artık daha iyi anlıyorum. Bir ressamın fırçasında çıkan renkler aracılığıyla değil, bir ressamın kaleminden çıkan sözcükler vesilesiyle…”
İyi ki Mimar Sinan Süleymaniye’yi inşa etmiş, iyi ki Abidin Dino, Sinan: Bir Düşsel Yaşamöyküsü kitabını yazmış. Hem Mimar Sinan’ı hem de Abidin Dino’yu rahmetle anıyorum.
Murat Pay
[1] Abidin Dino, Sinan: Bir Düşsel Yaşamöyküsü, İstanbul: Can Yayınları, 2014, s. 27.
[2] Abidin Dino, Sinan: Bir Düşsel Yaşamöyküsü, s. 27.
[3] Abidin Dino, Sinan: Bir Düşsel Yaşamöyküsü, s. 52.