Donald Kuspit’e göre estetik deneyim bugün, hem insanın toplum içinde gerçekçi değilse de ulvi bir mutluluk olarak tanımlanabilecek bir ölçüte göre yaşamasını sağlar hem de “paradoksal bir biçimde, ‘toplumsal gerçekliğin eleştirel açıdan sınanmasının’ da öncülüğünü yapar.” [1] Bir yanda yerleşilen, diğer yanda ise eleştirilen bir düzeneğin parçası olarak yeni estetiğin insanının röntgenini çeker. Benzer bir ikiliğe Suzi Gablik, bu sefer sanatçı açısından dikkat çeker: “Bir yanda egemen ideolojiye karşı çıkmak amacıyla çarpıcı toplum karşıtı yapıtlar üreten sanatçının yaratıcı etkinlikleri söz konusudur, öte yanda o ideolojiye muhalefet etmemesi, toplumla kişisel etkileşim içinde bulunması” gerekir. [2]
Kuspit ve Gablik’in işaret ettiği uyumlanma ve karşı çıkış düzeneğinde sanatın konumuna ilişkin ise Gyorgy Markus’un tespiti günümüz sanat üçgeninin son ayağını gayet isabetli tasvir eder: “ ‘Özgür’ sanatlar sahiden tüm işlevlerinden özgürleştiler; artık tahayyül ve anlayış gücünün ahenkli oyunları falan değiller; karmaşık oyunlara dönüştüler. Kurallarındaki dur durak bilmeyen, öngörülemeyen ve bu arada oyuncularına da toplumsal seçkinlik nişanı ihsan eden değişikliklerle kuşkusuz eğlenceli oyunlar bunlar.” [3] Seyirci – sanatçı – eser üçgenine, günümüz sanatının karakteristik özellikleri olarak zikredilen uyumlanma, karşı çıkış ve üzerine toplumsal seçkinlik nişanelerinin bol bol dağıtıldığı -küresel çapta oyuna dâhil olunan- mekânlar olarak bienaller de katılır, düzenekte yerlerini alır ve dengeleri kurabilme ölçüsünde de başarılı addedilirler.
Bugünlerde Venedik Bienali “Foreigners Everywhere” teması ile görevini yapıyor. Irkçılık, sürgün, eşitsizlik, kimlik meseleleri bu sefer de Adriano Pedrosa’nın oyun kuruculuğunda sahnelenmeye çalışılıyor. Türkiye pavyonu bu oyuna Gülsün Karamustafa’nın “Oyuk ve Kırık Dökük: Bir Dünya Hali” isimli eseri ile katılıyor. Dengeleri kurmakta zorlanan ve hatta sınıfta kalan bir bienal olarak tarihe geçecek gözüküyor.
İsimler ne kadar da çok şey söylüyor. Pedrosa için isimlendirmesinin birkaç anlamı var: “Her şeyden önce, nereye giderseniz gidin ve nerede olursanız olun, her zaman yabancılarla karşılaşacaksınız; onlar / biz her yerdeyiz. İkincisi, kendinizi nerede bulursanız bulun, her zaman gerçekten ve derinlerde bir yabancısınızdır.” [4]
Karamustafa’nın ise yerleştirmesini gerçekleştirirken ve adlandırırken neler düşündüğünü şu sözlerinden takip ediyoruz: “Etrafımda akıp giden ve insanlığı tehdit eden savaşlar, depremler, göçler, nükleer tehlike, durmadan hırpalanan doğa ve çevre sorunları nedeniyle bütünüyle içi boşaltılmış bir dünya hâliyle uğraşıyorum. Giderek hızına yetişemediğimiz gündemin sıradanlaştırdığı yıkımlar, birbirini pek yakın aralıklarla izleyen öngörülemeyen acılar, kof değerler, kimlik mücadeleleri, kırılgan insan ilişkilerinin yarattığı boşluk, oyukluk ve kırıklık olgusunu mekânda duygusal ve fiziksel olarak var etmeye çalışıyorum. […] Dünya, üzerinde sürekli yer değiştirilen bir savaş alanı…” [5]
Dünyanın savaş alanını, sanat alanı devralıyor. Her fırsatta sanatın bir mücadele alanı olarak işlediğinin altı çiziliyor. Kuspit’in bahsettiği “toplumsal gerçekliğin eleştirel açıdan sınanmasının öncüsü” olma rolü hızla, Markus’un işaret ettiği “toplumsal seçkinlik nişanı” vaadi ise hazla devam ediyor/ettiriliyor. Olan, tüm bu eşitlik, adalet söylemleri arasında eşitler arasında daha az eşit varlık hakkı tanınanlara -hatta o bile tanınmayanlara- oluyor. İstenilen, arzu edilen ifade özgürlüğü tabana yayılmıyor. ‘Seçkinlik’ ve buna bağlı seçimler önceleniyor. Zamanında benzer ifadeleri, bienaller üzerine görüşlerini serdettiği konuşmasında 8. İstanbul Bienali (2003) küratörü Dan Cameron da satır aralarında kullanmıştı:
“Bu tür temsil biçimlerinin, bireyin dünyaya ilişkin görüşlerinin oluşumuna fazla katkıda bulunamayacak kadar özgünleştikleri iddia edilebilir. Ancak bu küresel sergi sistemleri görece yeni oldukları için, bu girişimlerin ne tür kalıcı etkiler bırakacakları hakkında konuşmak için henüz çok erken. Bugün dünya hakkında bildiğimiz bir şey varsa, o da kültürel farklar hakkında uzlaşma sağlama yetisinin azalmayacağı, tam tersine artacağı ve birbirini anlamak için gerekli bağları tasarlama görevinin sonuçta belli bir grup (ve ümit edelim ki) aydınlık insana düşeceğidir. Şimdilik, insan bilincinin evrimi hâlâ bir dönüm noktasında bulunuyor ve tarihsel olarak toplumun düşünce ve deneyiminin yeni sınırlarını keşfeden ve kuran öncülerden olan sanatçı, üzerinde yaşayan herkes için hem gerçek hem de mecazi anlamda aynı yer olabilen bir dünya hayal etmek için, belki de elimizdeki en iyi umut kaynağı. Bu hayal ediş, belki de şiirin son damıtılması, hatta özüdür.” [6]
Amerikalı küratörün “Şiirsel Adalet” başlığını uygun gördüğü bienal, ironiye bakın ki Mart 2003’te Amerika’nın Irak’a girmesinden birkaç ay sonra gerçekleşti. Uzlaşmanın aydınlık insana düştüğü, sanatçının buna öncülük ettiği, bienallerin de bu misyona imkân sağladığı vurgusu bir yanda, “bazı şeyler için daha erken” bilgiçliği diğer yanda, şiirsel adaletin şimdi değilse ne zaman, nasıl ve kimin için dilendiğini takipçilerine düşündürmüştü. Irak’ta yaşananları biliyoruz. Savaş ortamından servis edilen görüntülerle cesetler veya rehineler üzerinden zulmün nasıl estetize edildiğine, şiirsel bir dile nasıl yerleşildiğine gözlerimize inanamayarak, nutkumuz tutularak şahit olmuştuk.
Son derece politize olmuş sanatın, tüm tahakküm mekanizmalarına karşı açtığı savaşta sonuna kadar gitmesi beklenir. Ama öyle olmadı/olmuyor. Bazılarının daha eşit olduğu gerçeği pür özgürlük alanı ilan edilen sanat ortamında ayan beyan ortada. 7 Ekim’den bu yana daha gür çıkması beklenen ses çıktı mı? Çıkmadı. Birçok Filistinli sanatçının ve onlara destek verenlerin etkinliklerinin engellenmesini günbegün izledik. [7] Festivaller, sergiler, konuşmalar bir bir iptal edildi. Hemen aksiyon alanlar, açık mektuplarla düşüncelerini paylaşanlar olsa da genel tutum olarak önce beklenildi, rüzgârın ne taraftan eseceğine dair hava koklandı. Ne zaman ki zulüm ağırlaştı, şehirler ardı ardına haritadan silindi, o zaman inisiyatiflerden daha çok ses çıkmaya başladı. Ama bu çoğalmaya, aradan geçen bunca zamana rağmen Venedik Bienali’ne gelindiğinde özgürlük alanı kendi sınırlarını belirledi. Ne küratöryel metinde ne de ülke pavyonlarında etkin, protest, kınayıcı bir söylem öne çıktı. Genel geçer, uçuşan cümleler kuruldu. Bireysel sıkı duruşlar söz konusu oldu; o kadar.
Sınavı en başta, İsrail pavyonunun kurulmasını protesto sürecinde veremedi bienal. Engel olmadı, pavyon açıldı. Oysaki Rusya pavyonunun iptal kararı emsal teşkil edebilirdi; yapılmadı. Bienal ön-izlemesine gelenler İsrail pavyonunun kapısındaki kilitle karşılaştılar. Pavyonun küratörü ve sanatçısı, “Bu kilit, ateşkes yapıldığı takdirde açılacak.” deme lütfunu (!) göstererek oyuna yeni bir boyut kattılar. Bienal sürecini takip ettiğimiz haberlere göre taşların yerine tek tek yerleştirilmesine daha geçen seneden başlanmıştı. [8] Belli ki bu uzun zaman aralığı ve süreçte yaşananlar, alınan kararları hiç de bozmamıştı.
Bienal ekibince yapılan tek jest, Filistinli sanatçı Samia Halaby’nin Black is Beautiful işine verilen jüri özel ödülüydü. Sanatçısını onurlandıran değil, kızdıran bir jest oldu bu. Halaby, İsrail pavyonu önünde gerçekleştirilen protestolara katıldı. Pavyonun bu şekilde kapatılmasını siyasi bir eylem olarak gören ve aslında yanıtlanmak zorunda kalınacak sorulardan kaçıldığını düşünen Halaby, “Bu serginin dünya sanatını temsil ettiğine inanmak gibi bir hataya tahammül edemem, Venedik Bienali’nin sanat üzerinde evrensel bir yargı olduğunu kabul edemem. Dünya görüşüme sadık kalmalıyım.” diyerek burada kaybedenin aslında Batı olduğunun altını çizdi. [9] Ödülünü, Gazze’de katledilen basın mensuplarına adadı. Kendisine burada ödül verilmişti ama daha biraz önce -hemen yılın başında- 10 Şubat 2024’te açılacağı duyurulan retrospektif sergisi iptal edilmiş, hem de bir e-posta ile bu iptal kararı kendisine bildirilmişti. [10] Filistinlilerin sanatlarıyla ses çıkarmalarına engel olunmuştu. Özgürlük de bir yere kadardı. Yabancılar hani “her yerde” idi? En başta topraklarından sürülenler hak etmiyor muydu, bu söylemin öznesi olmayı?
Topraklarından sürülen yurttaşlarını gözleyen/gözetenlerden biri de Emily Jacir. Yerinden edilmeyi kendine dert edinen işler gerçekleştirdi. Hani Filistin ve sanat başlıklı herhangi bir yazıya rastgelince sıklıkla karşımıza çıkan bir çadır görseli var ya, kendisinin bir işi. Çadır bezinin üzerine 1948’de İsrail tarafından yıkılan, boşaltılan, işgâl edilen 418 Filistin köyünün isimleri kolektif bir çalışmayla tek tek işlenmiş. Sanatçı, çadırın giriş kısmındaki bölümü ise boş bırakmış. İşin 2001 tarihli olduğunu düşünürsek demek ki daha önce bir röportajında dile getirdiği öngörüsü gerçekleşmeye devam ediyor: “Ön tarafta boşluk bıraktım; çünkü Filistin’in yıkımının hâlâ devam eden bir çalışma olduğunu düşünüyorum, bu yüzden daha sonra daha fazla isim ekleyeceğimi ima etmek için.” [11]
Yine 1948’e ilişkin bir diğer eseri Ex-libris (2010-2012) ise yağmalanan ve İsrail Ulusal Kütüphanesi’ne götürülen kitaplarla ilgili. ‘Terk edilmiş mülk’ diye kayda geçen kitapların fotoğraflarını çekip kendi kaydını oluşturur. İçinden çıkan kartlar, çiçekler, ayraçları da yaşanmışlığın izleri ve bir devrin şahitleri olarak kaydına ekler. Hatta bazılarının büyük baskılarını duvar ölçeğinde New York’ta sergiler. Sadece birer kâğıt parçası olarak görülebilecek şeylerin bir Filistinli için anlamının, malzemenin tüm kırılganlığına rağmen ne kadar büyük olduğunu anlatmaya çalışır. Meselâ kimlik kartları: “Vatandaşlığı iptal edilen, evi ve ülkesi işgal edilen biri için tek kimlik biçimi bir kâğıt parçası oluyor. Sadece bir kasabadan diğerine seyahat etmek için sayısız bir dizi kontrol noktasında saatlerce beklemek zorunda kalan Filistinliler için bu tek kâğıt parçası basit bir kimlik olmaktan öteye geçiyor, her şey oluyor, onların dünyası hâline geliyor. Kâğıt parçası kullanımdan dolayı yıpranırsa, harfler veya sayılar okunaksız hâle gelir; kâğıt parçası yırtılırsa, lekelenirse veya parçalanırsa, kimlik kartı kaybolur giderse o da gitmiş olur.” [12]
Tüm gitmelere karşın bir nebze avuntu misâli, dünyanın dört bir yanına dağılmış Filistinlilere “Filistin’in herhangi bir yerinde sizin için bir şey yapabilseydim, bu ne olurdu?” sorusunu daha erken tarihli bir işiyle iletmişti. Kendisi Amerikan pasaportuna sahip olduğu için bu imkâna sahip olan Jacir, istekleri toplar ve yerine getirmeye çalışır. “2001-2003 yılları arasında gerçekleştirilen bu sanatsal girişim, Filistinli mültecilerin İsrail, Batı Şeria ve Gazze’deki yerlere ve çevrelerine seyahat edememelerini ya da başka bir deyişle ‘ev’ olarak gördükleri ve ‘ev’ dedikleri topraklara geri dönemediklerini açıkça belgeliyor ve bunlara tanıklık ediyor. […] Gönderilen cevaplar çoğunlukla pratik ve duygusal nitelikteydi; son derece samimi özlemlerin ifadeleriydiler -sevilen birine sarılmak, en sevdiği yemeği yemek, gün batımını izlemek gibi- genellikle hafife alınan eylemler.” [13] Söz verdiği şekilde gerçekleştirdiği eylemleri fotoğraflayıp yanında metinlerle Where We Come From başlığıyla sergiledi. Birbirinden uzak kalanları özlem teması etrafında yan yana getirdi, birbiriyle iletişime geçirdi. Savaşın yıkımına ve yapılanların/eziyetin korkunçluğuna karşılık kırılganlık, samimiyet ve duygusallık ön plana çıktı. Bu işleri, 2003’te, yukarıda bahsi geçen “Şiirsel Adalet” temalı 8. İstanbul Bienali kapsamında Tophane-i Amire’de görme fırsatı bulmuş, çok farklı bir açıdan Filistinlilerin hasret duydukları şeylere tanıklık etmiştik.
Kendi derdinle dertlenmek ile başkasının derdiyle dertlenmek arasındaki o büyük farkın örneğini eserlerinde veren sanatçılar, desteği de bırakın, sadece engellenmemeyi diliyor olmalılar. Eşitlik normunda mutabık kalmak yetecekken daha o ilk etap bile atlanamıyor. 2007’de Venedik Bienali’nde Golden Lion ödülünü kazanan, 2008’de Guggenheim Müzesi’nden Hugo Boss ödülü alan Jacir, 2023 Ekim’inde Berlin’de yapacağı bir konuşmanın iptal edildiği haberiyle gündeme geldi. Zamanında ‘seçilmişler tarafından seçilmiş’liğine rağmen bazı ‘daha eşitler’, onu kendi oyun alanlarından çıkardılar.
Zeynep Gökgöz
[1] Donald Kuspit, Sanatın Sonu, çev. Yasemin Tezgiden, İstanbul: Metis Yayınları, 2006, s. 31.
[2] Suzi Gablik, “Kaygı Nesneleri: Kültürel Muhalefet Tarzları”, çev. Kemal Atakay, Sanat Dünyamız 75 (Bahar 2000), s. 205.
[3] Gyorgy Markus, “Kültür Toplumu: Modernliğin Kuruluşu”, Tahayyül Gücünü Yeniden Düşünmek, çev. Ertuğrul Başer, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1999, s. 47.
[4] https://www.labiennale.org/en/art/2024/60-esposizione
[5] https://turkiyepavyonu24.iksv.org/sanatci-metni
[6] https://bienal.iksv.org/tr/bienal-arsivi/8-uluslararasi-istanbul-bienali
[7] Bu konu ile ilgili haberleri linkleriyle beraber özetleyen şu yazılara bakılabilir:
https://www.e-skop.com/skopbulten/bati-sanat-dunyasinda-filistinle-dayanismanin-bedeli/6650 https://argonotlar.com/israilin-filistini-isgali-ve-sanat-dunyasi/
[8] https://www.artnews.com/art-news/news/venice-biennale-2024-israel-pavilion-palestine-museum-us-proposal-rejected-1234684101/
[9] https://www.finestresullarte.info/en/interviews/biennale-award-winning-artist-speaks-palestine-and-statelessness-without-pavilions-the-biennale-s-statute-should-be-changed
[10] https://news.artnet.com/art-world/indiana-university-cancels-samia-halaby-show-2418429
[11] https://truthout.org/video/artist-emily-jacir-brings-the-palestinian-experience-to-the-venice-biennale/
[12] https://hyperallergic.com/142225/silence-is-enough-on-emily-jacir/
[13] https://medium.com/@minmon.n_/traces-of-diaspora-and-exile-in-art-emily-jacir-and-mona-hatoum-0f74ca82ff8c
İşbu web sitesi ve tüm sayfaları Fikir ve Sanat Eserleri Kanununa tabidir. Sitenin içeriğine ilişkin her türlü ses, görüntü, yazı içeren bilgi-belge, her türlü fikri ve sınai haklar ile tüm telif hakları ve diğer fikri ve sınai mülkiyet hakları Zift Sanat’a aittir.