Öncelikle nazik davetlerinden ve bana konuşma fırsatı vermelerinden ötürü Kahire Kitap Fuarı Komitesi’ne kendim ve ülkem adına içtenlikle teşekkür ediyorum. Dünyanın pek çok ülkesini gördüm ama bu benim Mısır’a ilk gelişim. Mısır’a gelmiş olmamın, diğer ülkelere yaptığım seyahatlerden farkı var. Biz Türk çocukları daha küçük yaşlarımızdan itibaren masallarımızda, deyimlerimizde, halk ozanlarımızın şiirlerinde Mısır sözcüğünü duyarak büyürüz. Ülkeniz, bizim çocukluk muhayyilemize masalsı bir yer olarak nakşolmuştur. Masalsı olduğu için de imgeleri her zaman olumludur.
Kuşkusuz aramızda güçlü inanç ve tarih bağları da var. Ünlü Türk seyyahı Evliya Çelebi’nin 1685 yılında Mısır’da öldüğü tahmin edilmektedir. Sadece bu bilgi bile, yüzlerce yıldır süregelen yakınlığımızın işaretlerinden biri olarak görülebilir. Evliya da diğer pek çok âlim ve aydın gibi Mısır’da bir süre ikamet etmiş, ülkenizin mimarisi, günlük hayatı ve töreleri hakkında değerli bilgiler bırakmıştı. Biz edebiyatçılar olarak siyasi tarihin gerginliklerinden çok kültürlerin, dillerin, insanların ve geleneklerin yakınlığını konuşmayı daha önemli buluruz. Bu çerçeveden baktığımda kendimi yabancı bir ülkede değil, evimde hissediyorum.
Türkiye ve Mısır sadece zengin kültürleri ve görkemli tarihleriyle birbirine benzemiyorlar, bu iki ülke aynı zamanda Akdeniz’in iki yakasında son yüz elli yıllık modernleşme, kültürel dönüşüm ve edebiyattaki yenileşme arzusuyla da çok yakın tecrübelere sahipler. 18. yüzyılın ilk yarısında başlayan ve gittikçe hızlanan modernleşme hareketleri Mısır ve Türkiye’de neredeyse eş zamanlı ilerlemiş, benzer sorunlarla karşılaşmış ve birbirlerinin deneyimlerinden istifade edilmiştir. Mehmet Ali Paşa’nın Paris’te Mısırlı öğrencilerin eğitimi için açtığı okula İstanbul’dan da öğrencilerin gönderildiğini ve Mısırlı arkadaşlarıyla birlikte eğitim aldıklarını hatırlatmak isterim. İstanbul ve Kahire, dünyada bir şeylerin değiştiğini ve bunlara ayak uydurmanın kaçınılmaz olduğunun farkındaydı. Ancak her iki merkezde de Batı’ya benzeme konusunda derin kuşkular yaşanmaktaydı. Bu korkular kültürün ve medeniyetin birbirinden ayrıştırılmasını zorunlu kılmıştı. Her iki yakada da bulabildiğimiz çözüm basitti: Avrupa’nın bilimini alalım ama kültüründen uzak duralım. Bu gerçekten ne kadar mümkün olabildi? Geçmişten bu güne dönüp baktığımızda kuşaklarımız arasındaki çatışmanın, geleneklerimizin iç çatışmasından çok bir Doğu-Batı çatışması şeklinde gerçekleştiğini görebiliyoruz. İlk romanlarımızda romancılarımız, Batı’nın kültürel etkisini bir kişilik erozyonu olarak işlediler. Batılılaşan ilk insanların romanlara aksedişi karikatürleştirme şeklindedir. Bu tipler -ki biz Alafranga diyoruz- yarım yamalak Fransızcalarıyla medenilik gösterişi yapan, mirasyedi tiplerdir. Türkçenin ilk güçlü romanı Araba Sevdası kitap boyunca kendini batının rüzgârına kaptırmış, şuursuz bir kahramanı anlatır.
Bizim eski edebiyatlarımızın merkezinde şiir vardır. İslam ülkeleri yüzlerce yıl boyunca şiir ülkeleri oldular. Başka ortak kaynaklarımız da var kuşkusuz: Binbir Gece Masalları, Kelile ve Dimne, İbn-i Hazm’ın Güvercin Gerdanlığı gibi. Bu büyük anlatılar Bağdat, Hindistan, İstanbul, Şam ve Kahire gibi merkezleri birbirine bağladı ve hepimizden bir şeyler eklenen büyük bir hafızaya dönüştü. Doğal olarak Türk ve Mısır edebiyatlarından bahsederken, doğunun büyük coğrafyasının iki güçlü temsil bölgesinden bahsetmiş oluyoruz. Geleneksel edebiyatlarımız hiç yüksünmeden başka kaynaklardan beslenebilmekteydiler.
Ancak modernlikle, Batı edebiyatı ve düşüncesiyle kurduğumuz ilişki böyle olmadı. Pek çok cephede gerilemiş bir durumdaydık ve aramızdaki kültürel alışveriş eşitler arasında bir alışveriş değildi. Onurumuzu, geleneğimizi ve inançlarımızı koruma kaygısı taşıyorduk. Fakat modernleşme yılları içerisinde bir açıdan “yerli modernler” diyebileceğimiz insanlar ve onların düşünceleri etkili olmaya başladı. Modern edebiyat akımları, edebiyata roman, tiyatro gibi yeni türlerin girmesi, tercümeler ve yeni eğitim kurumlarında ortaya çıkan okur tipleri, kültürel tercihlerimizin değişmeye başladığının güçlü göstergeleriydi. 20. yüzyılın ilk yarısı bittiğinde artık modernleşme ciddi bir kabul görmüş, edebiyat, düşünce ve siyasetin ana eğilimlerinden biri hâline gelmişti. Kuşkusuz bu durum ülkelerimizde bir gelenek-modernlik tartışmasını da sürekli kıldı. Bu tartışma Türkiye’de hâlen daha devam ediyor ve bir çözüm bulunabilmiş değil.
Ünlü Fransız ekonomist Thomas Piketty 2013’te yazdığı Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital adlı yapıtında edebiyatı da ekonomiyi yorumlamanın kaynaklarından biri olarak kullandı. Bu bağlamda Mısırlı yazar Necip Mahfuz ile Türk yazar Orhan Pamuk örnekleri arasındaydı. Her ikisi de Nobel edebiyat ödülü almış bu iki yazarın kuşak çatışmaları, modernleşme ve Doğu’ya dair imgeleri arasında benzerlikler bulunur. Bu benzerlikler “edebiyatın aklı” ile ilgilidir. Yakın tarih ve kültüre sahip iki ülkenin sorunları da birbirine yakındır ve edebiyatçı gözü bu sorunları resmederken benzer tablolar ortaya koyar. Bu açıdan bakıldığında, Akdeniz’in iki yakasında yaşayan, bir yanıyla Akdenizli, bir yanıyla Müslüman halklarımızın dünyayla ilişki biçiminin ve yaşadığı sorunların neredeyse ikiz meseleler olduğunu söylememiz mümkündür. Edebiyatçılarımızın bu meseleleri görme, hissettirme ve tartışma biçimleri, her iki ülkenin geleceği için de önem arz ediyor. Artık küreselleşmiş bulunan ve dijital ağlarla bütünüyle birbirine geçen dünyada, ne kadar kendimiz olacağımız ve ne kadar değişebileceğimiz, dilimizin ve geleceğimizin kaderi, kültürümüzün alacağı şekil bir muamma. Bu muammayı görünür kılmak için de sanata ve edebiyata ihtiyacımız var.
O ki Akdeniz’in iki yakasında benzer sorunlarla yüzleşiyoruz, öyleyse edebiyatlarımızın da birbirine daha fazla yaklaşması ve birbirinin tecrübelerinden yararlanması gerekir. Umuyorum gelecekte karşılıklı çeviri faaliyetleri, ziyaretler, konuşmalar ve dertleşmeler daha da artar. Ve umuyorum ki küresel kültür istilâsına karşı coğrafyalarımızın sesi olma çabasını el ele sürdürürüz.
Ali Ayçil
*Yazarın notu: Bu metin, Türkiye’yi temsilen davet edildiğim Kahire Uluslararası Kitap Fuarı’nda 27 Ocak 2025 tarihinde yapılan konuşmanın tebliğ metnidir.
İşbu web sitesi ve tüm sayfaları Fikir ve Sanat Eserleri Kanununa tabidir. Sitenin içeriğine ilişkin her türlü ses, görüntü, yazı içeren bilgi-belge, her türlü fikri ve sınai haklar ile tüm telif hakları ve diğer fikri ve sınai mülkiyet hakları Zift Sanat’a aittir.