İlk sahne, daima müphem korkularla inen ıssız bir akşamda açılıyor. Kalın taş duvarın penceresi önüne yerleştirilmiş Grundig marka radyoda ajansları dinliyoruz. Spiker, kadın mı yoksa erkek miydi hatırlamıyorum. Rusların Afganistan’ı işgal ettiğinden, komünist rejimden, Babrak Karmal’dan bahsediliyor. Annem olmasa, bu haberi de diğer sayısız akşam ajansı gibi unuturdum. Kaynatasının biraz uzağında, onun duymayacağı bir tonda, birden “bütün Türkleri öldürecekler.” deyiverdi. Afganistan işgali benim belleğime, Türkleri öldürmek için girişilmiş uzak ve muhayyel bir haber olarak nakşedildi. Yıllar geçiyor; zaman, kan süzen bir eleği, günlerin üzerinde gezdirmeye devam ediyordu. Devrik lider Necibullah, “mücahit”ler tarafından işkence edilerek bir direğe asıldığında artık Afganların bizden başka bir millet olduklarını öğrenmiş bulunuyordum. Bu ilk sahnede kimin hangi rolü üstlendiğini anlamak iki renk yüzünden mümkün değildi: Büyük ülkeler, küçük ülkeler, “mücahit”ler, Komünistler ve kabileler görünüşte “kızıllar” ve “yeşiller” olarak ikiye ayrılmış, kibirli mazlumlar umudu yeşillerin zaferine bağlamışlardı.
İkinci sahnede üniversitedeyim. Sahneye birden bazı şairler ve şiirler de dâhil oluyor. Cahit Zarifoğlu’nun organize ettiği söylenen ve bu yüzden kıymete binen bir seyahat, yarı siyasi yarı edebi ortamlarda sıkça dile getiriliyor. Sahnede bu kez Erdem Bayazıt, Mavera dergisi ve o güne kadar daha önce adını duymadığım Meral Maruf’un Afganistan mektupları var. Bir de ağızlarda yıldız gibi parlayan bir sözcük: Mücahit. Küçük Asya’nın bazı Türkleri belli ki Afganistan’daki iç savaşın kahramanlarına hem siyasi hem tarihi hem de ilahi bir rol biçiyorlardı. Dünyayı değiştirecek bir hareket, dünyanın ıssız doğusunda, çetin dağ yamaçlarında nihayet başlamış bulunuyordu. Sonu zaferle bitecek bu savaş kimleri mest etmiyordu ki… Falih Rıfkı Atay, Çankaya’da Mustafa Kemal’den naklen zaferlere ilişkin birkaç cümle de paylaşır. Kemal Paşa bir keresinde şöyle demiştir: “Hiçbir zafer gaye değildir. Zafer fikirdir. Zaferin bir fikri kazandırdığı kadar değeri vardır. Her büyük meydan savaşından sonra yeni bir âlem doğmalıdır. Yoksa başlı başına zafer boşuna bir çabadır.” Yıllar sonra ikinci sahneyi düşünürken sormadan edemiyorum; sahi fikir neydi?
Üçüncü sahne pek iddialı değil. İçinde “mücahit”ler de yok. Sencer Divitçioğlu ile yapılmış nehir söyleşiyi okuyorum: Sencer Divitçioğlu Anlatıyor. Afgan kralı Emanullah Han Türkiye’ye, yeni başkent Ankara’ya gelmiştir. Dönerken bir ricada bulunur kral: Ülkesinde kadın doğum doktoru sıkıntısı vardır; acaba böyle biri bulunabilir mi? Numune Hastanesi’ne haber gönderilir ve bölüm sorumlusundan birini tespit etmesi istenir. Sorumlu doktor yani Divitçioğlu’nun babası hiç düşünmeden “Ben kendim giderim.” der. Baba Divitçioğlu Afganistan’a gidecek, ülkenin kuzeyinde kurulan kısa ömürlü bir Türk devletinde de siyasi rol üstlenecek, kralın sevgisine mazhar olacak ama bir gün darbeyle tahtından edilen kralla birlikte ülkeden ayrılmak zorunda kalacaktır. Doktor Türkçüdür. Türkiye’ye döndüğünde ısrarla Samsun’a tayinini çıkartır çünkü o yılların en etkili Türkçü dergilerinden biri burada neşredilmektedir. Emanullah Han’ın Ankara ziyareti sırasında çekilmiş fotoğraflarına bakanlar onun iyi kötü bir fikri olduğunu hemen anlarlar. Sonra Kabil’i kabileler basar ve Han, tarihi hızlandırmak için giriştiği oyunu kaybeder.
Son sahne Pakistan’dan. Pakistan istihbaratının gözcülüğünde, İslamabad ile Keşmir arasında şimdi adını hatırlayamadığım bir yere gidiyoruz; bir kısmı Afganistan’dan kurtarılmış kız öğrencilerin okullarını ziyaret etmeye. Okulda silahlı adamlar nöbet tutuyor çünkü “bazı mücahit gruplar” bu okulları ifsat yuvası olarak görüyorlar. Birkaç öğrenciyle tanıştırılıyoruz, hepsinin hikâyesi hüzünlü. İki kız kardeş mesela, babaları iç savaşta ölmüş, amcası, aile mirası kendisine kalsın diye onları satmak üzereyken daha fazla para verilerek kurtarılmışlar. Bahis birkaç bin dolar yükseltilmiş; o kadar. Dönüş yolunda mihmandar diyor ki “Türk parasıyla 250 bin liraya rahatlıkla bir intihar bombacısı bulunabilir. Bu iş Afgan – Pakistan sınırında bir sektör haline geldi artık. Sahipsiz çocuklar aylarca bir bodrumda tutulur, onlara sürekli cennet ayetleri okutulur, dış dünyaya çıkmaları engellenir, teslim zamanı gelince o büyük an için sırtları sıvazlanarak uğurlanırlar.” Kutsal savaşın atom karıncaları! İçinde herhangi bir fikir olmayan ve artık ebedi bir hâl almış bulunan Afgan tiyatrosunun en hazin kahramanları onlar. Kendilerine ezberletilmiş rol dışında hiçbir dünyaları yok. Ama Afganistan’dan öğrendiğimiz bir fikir var: Uygarlık insanlaşmayla başlar…
Ali Ayçil