“Açlık zannettiğimiz ihtiyacın susuzluk olduğunu fark edersek anlatılarımızda neler değişir?”
Gelelim sorularımızın ikinci kısmına. Yeni üretilen mitlerden örnekler verebilir misin, bunların ortaya koyulma saikleri nelerdir?
Öncelikle, özellikle bilimkurgu ve fantezi edebiyatının güçlendirdiği bir anlatı kültürünün ortaya çıktığını kabul etmek gerekiyor; ama her anlatı için yeni bir mittir diyebilir miyiz, emin değilim. Bununla birlikte yeni mitler yoktur demek de imkân dahilinde değil muhtemelen. Burada şunu hesaba katmak lâzım: Yeni mitlerden örnekler vermek, eğer yeni mitler varsa ve biz de o mitlerin içinde yaşıyorsak ne kadar mümkün olabilir? Biz icat edilen, uydurulmuş bazı modern mitlerin içinde yaşıyorsak bunların farkında mıyız, bu mitlere inanıyor muyuz? Yoksa gerçek olmadıklarını veya günün sonunda bizim için iyi/doğru olmadıklarını bilsek/hissetsek bile onlara inanıyormuş gibi yapmak işimize mi geliyor? Bu sorular nasıl cevaplanır, hatta bu soruların cevaba ihtiyacı var mı, bilmiyorum. Ama yeni anlatıların yeni ihtiyaçlardan ortaya çıktığını söylemek gerekecektir. Burada bu ihtiyaçların kime ait ihtiyaçlar olduğunu iyi tayin etmek gerektiğini düşünüyorum. Aksi takdirde, kendimize ait olmayan ihtiyaçların peşinden koşuyor olmamız olası. Bir doktor, insanların susadıklarında bazen susadıklarını anlayamadıklarını ve bunu açlık olarak gördüklerini söylemişti. Yeni anlatılar gerektirdiğini düşündüğümüz ihtiyaçlarımızı mercek altına yatırdığımızda, açlık zannettiğimiz ihtiyacın susuzluk olduğunu fark edersek anlatılarımızda neler değişir?
Bir konuşmanda yeni mitlere bir örnek olarak Tolkien’in romanlarını işaret ettiğini hatırlıyorum. Bu romanlarda yer verilen Galadriel ve Arwen gibi karakterlere rağmen yine de bu metinlerde mitlerin ataerkil bir perspektifle okunması söz konusu diyebilir miyiz? Bu karakterler Tolkien’in anlatısında nasıl bir öneme sahip ya da bunların bir önemi var mı? Yoksa yine klasik baba-oğul-kutsal ruh üçlemesinin bir devamı olarak okunacak anlatılar mı?
Tolkien, Yüzüklerin Efendisi’ni yeni bir milli Katolik mit olarak kaleme almıştı. Katolik temelli bir mitte, Katoliklerin Hz. Meryem’e duydukları hürmeti de göz önünde bulundurarak güçlü, kendisine sığınılan, iyileştirici, hüküm sahibi, anlatıyı şekillendirici dişil karakterlerin bulunmaması mümkün değil. Özellikle Galadriel ve Arwen gibi karakterlerde bu yönleri görmekteyiz. Bunun yanı sıra romanda güçlü savaşçı kadın imgesini de Éowyn ile görüyoruz. Hiçbir erkeğe erkeklikleri üzerinden nasip olmayan bir eylem, Yüzük Tayfı’nın başı olan Büyücü Kral’ı öldürmek, Éowyn’in erkek olmadığını ifade ederek gerçekleştirdiği bir eylem. Başka dişil figürlerin de güçlü ve şekillendirici özellikleri olduğunu görüyoruz, Ent hanımları olsun, hobbitlerin eşleri olsun ya da Tom Bombabil’in eşi Altınyemiş olsun, bu karakterlerin hepsi güzel bir fırça ile resmedilmiş karakterler. Burada şuna dikkat etmek gerekiyor: Edebi temsildeki niyet okuyucuya nasıl geçiyor? Bir anlatıda birçok kadın figür olabilir ama bu, metnin kadın düşmanı bir metin olmadığını göstermez. Benzer şekilde, bir anlatı, erkekler üzerine veya onlar üzerinden ilerleyen bir anlatı olabilir; bu özelliği ise metnin kadın düşmanı olduğunu göstermez. Bir anlatıda bu bakımdan dikkat edilmesi gereken hususlar arasında kadınların varlık alanlarına yönelik işgal ve düşmanlık, onları aşağılayan ve izzetlerini yok sayan düşünce kalıplarının yanı sıra kadınların varlığını ve ihtiyaçlarını yok saymak veya kasten görmezden gelmek gibi tavırları sayabiliriz. Meselâ bu bakımdan Gılgamış Destanı veya Enuma Eliş bana göre Yüzüklerin Efendisi’nden daha ataerkil metinler sayılabilir.
Özetle, Yüzüklerin Efendisi modern manâda ataerkil midir diye sorarsanız; ataerkil sistemin, kutsalından tüm temsilcilerine kadar eril temsillerden başka hiçbir varlığa nefes alanı tanımayan yıkıcılığına dair eleştirileri göz önünde bulundurursak bu manâda eleştirildiği şekli ile ataerkil olduğunu düşünmüyorum.
“Ataerkil sistemin erilliğe kutsiyet atfetmesini ters yüz ederek dişilliğe kutsiyet atfetmek, problemi tersinden pekiştirmektir.”
Günümüz sinemasında şöyle bir hat ilerlemekte: Anneliğin veya kadınsı bir özellik olarak konumlandırılan sezginin öne çıktığı filmler yapılıyor. İlk aklıma gelenler: Interstaller ve Arrival. Aklın hükümranlığında gelinen yer belli denilerek kurtarıcılığın aklın elinden alındığı filmler bunlar. Tezinde yer verdiğin feminist yazarlardan Carol P. Christ’in kadınlara atfettiği tecrübe, sezgi ve bilginin tezahürü “somutlanmış gömülü düşünce” şeklindeki kavramsallaştırılması ile okumaya müsait mi buradaki kadın figürler? Bunu merak ettim. Meselâ Interstaller filminde kadın astronot tek haklarını kullanacakları durumda “bilmiyorum ama hissediyorum, şu gezegene gitmeliyiz.” der; bu öneri diğer astronotlar tarafından kabul edilmez ama kadının dediği doğru çıkar. Aynı şekilde Arrival filminde dünyanın en meşhur dil bilimcisi olarak konumlandırılan -yine rasyonel aklın ve bilimin temsili olan- kadın karakterin güçlü sezgileriyle hareket ederek uzaylılarla iletişim kurabilme becerisi ve de evlâdını kaybetmenin getirdiği korkusuzlukla hareket etme kabiliyetinin öne çıkarılması söz konusu. Ayrıca doğa, toprak, ölüm, yaşam, kısacası döngüselliğe de vurgu yapan bir film. Interstaller’da da zamansallığın baba-kız figürleri üzerinden nasıl kurgulandığını hatırlarsak yine bir döngüsellik hakimdi. Bu örnekler için neler söylersin?
Bu iki filmde de benim dikkatimi çeken husus, herhangi bir şeye inanç duyma hâlinin kadınlarla eşleştirilmesiydi. Batılı zihniyetinin düşünce kalıplarını şekillendiren ikili hiyerarşik değerler sistemine feminist teologların eleştirisi, kadınlara ve kadınlığa daha aşağı görülen özelliklerin atfedilmesiyle ilişkilidir. Akıl, ruh, fizikötesi gibi maddiyattan ve bedensellikten, dolayısıyla ölümlülükten uzak olduğu düşünülen hususiyetler erilken; his, güdü, sezgi hatta bunların bağlamındaki inanç gibi rasyonun dışına düşen; beden, bedenin, doğanın döngüleri, ölüm ve yaşamın kabulü, hatta kucaklanması gibi hususiyetler çoğunlukla kadına aittir. Bu bağlamda bakıldığında iki filmdeki bakış açısını da alışılagelmiş düşünce kalıplarının negatifleri üzerinden okunması olarak görebiliriz. Ama gerek egemen düşüncenin yaptığı şekliyle, gerekse feminist düşüncenin yaptığı gibi tersinden okunarak olsun, “Bu kalıbı kullanmaya devam ettikçe insanlık dünyaya nasıl bir teklif sunabilir?” sorusunu sormamız gerektiğini düşünüyorum.
Bu ayrımlı bakış açılarından/kalıplardan sen de rahatsızsın diye anlıyorum; ama çalıştığın konu ister istemez buna çok müsait bir alanla ilgili. “Buradan bir şey çıkmaz.” mı diyorsun? Peki, önerin nedir? Meseleye dikkat çekmek bile önerinin kendisi kadar önemli, bunun farkında olarak, zor bir soru olduğunu bilerek yine de sormak istiyorum; yoksa ikiliklerden birine tutunmak, oraya mevzilenmek en kolayı. Feminist teorisyenlerin bir kısmı bunun farkında olsalar da, özellikle “erkek egemen söylem=otorite” ilişkisini kırmaya çalışsalar da sanki yine bu kalıpların içerisinde mücadele veriyorlar, değil mi?
İkili hiyerarşik değerler sistemini, tersine çevirerek de olsa, devam ettirmenin kadınlara ve/ya ezilmişlere katkısı, tartışmaya açık diye düşünüyorum. Mitik metinlere baktığımızda, her ne kadar bağlamsal değerlendirmeler farklı olsa da antikitede bizim anladığımız anlamda ikili hiyerarşik değerlerin olup olmadığını sorgulamak gerekir. Tezim tanrıçalar üzerine olduğu için onlardan örnekle gideyim; Athena veya İştar, Hera veya İnanna, evet, bunlar tanrıçalardır ama antikiteye baktığımızda bunlar için modern iddiaların aksine, kadınsal özelliklerin kutsallaşmış hâllerini üzerlerinde taşırlar diyemeyiz. Bu tanrıçaları, kutsalın dişil formda tezahürü olarak görmek daha yerinde bir yorum olur. Bu bağlamda, kutsallık açısından tanrılar ve tanrıçalar denk imgelemlere sahiptirler: İlahi kudret hem tanrılarda hem de tanrıçalarda bulunur. Ataerkil sistemin erilliğe kutsiyet atfetmesini ters yüz ederek dişilliğe kutsiyet atfetmek, problemi tersinden pekiştirmek bana kalırsa. Düğüm var fakat onu çözmüyorsunuz da tersine çevirip iyice sıkılaştırıyorsunuz. Meselâ Tanrıça feministleri hâlihazırdaki bu düzenin açmazları ve çıkmazlarının, insanlığı ve dünyayı geri dönüşü zor bir duruma hızla götürmekte olduğunu düşünen feminist gruplar arasındadır. Yine birçok feminist akım gibi onlar da çözüm olarak ataerkil düzenin tahakkümünü kırmak gerektiğini düşünürler. Ataerkil düzenin kırılmasında Tanrıça inancının etkili olacağına inanırlar. Bu alternatif inancın, ataerkinin karşısında durmak için kullandığı iki temel niteliği vardır: Otoritenin bulunmaması ve herkesin her şeyle eşit olması. Bu iki niteliği, ataerkiye meydan okuma, onu yıkma olarak görürler. Anaerkil tanrıçanın, ataerkil Tanrı’nın aksine bir otorite figürü olmadığı iddia edilir; o her şeydir, her şeye içkindir ve her şey onun bir parçasıdır. Eşya birbirine tanrıçanın kendisine duyduğu sevgi ile bağlıdır. Burada hiyerarşiler bulunmaz. Öte yandan herkesin herkesle eşit olması fikrinin bir otorite olmadan uygulanışı, aslında sadece Tanrı’yı denklemden çıkarır -ki bunu modern ataerkil düzen de yapmamış değildir- ve bir süre sonra herkes (her kadın) tanrıça oluverir -ki ataerkil düzen de bunu tersinden yapmıştır. Erkeğin erilliği üzerinden tanrısal otorite kazanmasını sağlayan ataerkil sistem eleştirisi böylece tersten bir okumayla kadının dişilliğinin kutsal olduğu bir inanca dönüşür. Özellikle son yıllarda “içindeki tanrıçayı bulmak” teması, insanlığın içindeki ilahi nüveyi fark edebilmek, kendini bilmek şeklinde değil de, kadınların salt dişil olmaları hasebiyle ilahi olmaları gibi bir anlayışa yol açmış, bu temanın kadınlara yönelik hazırlanmış kişisel gelişim kitaplarında tekrarlandığı göze çarpmaya başlamıştır.
Öte yandan, tarih öncesi dönemde ikilikler ve gerilimler yok da demiyoruz. Bunun altını çizmek lazım. Bunlar mevcuttur fakat burada kendimize şunu sormamız gerekir: Tarihi bir analiz yöntemi olarak (toplumsal ve/ya biyolojik) cinsiyeti kullanmak Batı toplumları dışındaki toplumlarda ne kadar etkili bir araçtır? Bu soruyu ilk gündeme getiren isimlerden biri, İranlı tarihçi Afsaneh Najmabadi. Antikitedeki kutsallık algısı üzerine çalışan diğer isimler de o dönemde cinsiyet meselesinin “insan varlığının diyalektiğini tahayyül etmek için asli metafor” olarak görülmediğini söylüyorlar. O hâlde, cinsiyet farklılığının ikili değerler hiyerarşisindeki temel ayrım hâline gelmesi, Tanrı’nın cinsiyetini ve cins olarak kadının konumunu belirlemesi bize ne söylüyor, bunu düşünmemiz lâzım. Neden düşünmemiz lâzım dersek: Böyle bir düşünme alıştırmasını, etkisi altında kaldığımızı fark etmediğimiz birçok ön kabûlün hayatlarımızı, düşünce kalıplarımızı ve görüşlerimizi nasıl etkilediğini fark edebilmek için gerekli gördüğümü söyleyebilirim.
Bize yeni ufuklar açan bu verimli söyleşi için teşekkür ederiz.
Bu çok kıymetli sorular için ben teşekkür ediyorum.
Zeynep Gökgöz