Birand kardeşlerin romanı bir sürgün hikâyesiyle açılıyor. Aile, 1864’teki büyük Çerkes sürgününde Anadolu’ya gelmiş, Karaman’a yerleşmişler. Karaman’da Osmanlı tebaası olarak doğan dört kardeş, genç yaşta genç cumhuriyet Türkiye’sinin vatandaşları oluyorlar ve böylece sürdürüp tamamlıyorlar hayatlarını. Dördü de yüksek tahsil yapıyor, alanlarında hatırı sayılır başarılara imza atıyorlar. İlk iki kardeş neredeyse sırayla Ankara Üniversitesi’nin rektörlüğünü yapıyorlar; Hikmet ve Kâmuran Birand akademik dünyadan ayrılmıyorlar. Yusuf İzzet ve Remzi Birand siyasete de giriyorlar.
Kardeşlerin en büyüğü Yusuf İzzet Birand 1902’de Karaman’da doğuyor. İstanbul Tıp Fakültesini bitirdikten sonra Gülhane Askeri Tıp Akademisi’nde ihtisas yapıyor. 44 yaşında Tıp Profesörü oluyor; ardından rektörlük, sonra da siyasete giriş. Ailenin en büyük çocuğu olsa da Ankara Üniversitesi rektörlüğünü bir küçük kardeşi Hikmet Birand’dan sonra yapıyor. İzzet Birand’ın politik çizgisi biraderi Remzi Birand’dan farklı. Dr. İzzet CHP’li, Remzi Bey DP’li; hatta vatan cephesinin kurucuları arasında. İzzet Birand’ın gazeteci Mehmet Ali Birand’ın babası olduğunu da ekleyelim.
Hikmet Birand, 1904 Karaman doğumlu, ilk ve orta tahsilden sonra İstanbul’da Halkalı Ziraat okulunda okuyor ve ardından Almanya’da botanik alanında doktora yapıyor. Ağabeyi gibi o da kendi alanında bir öncü. Dört kardeş içinde diğerlerine nispeten şöhreti yaygın ve sürekli oluyor Hikmet Birand’ın; bunun sebebi de popüler bilim kitaplığımızın başucu kitabı Alıç Ağacı İle Sohbetler. Bu kitapla hem edebiyat dünyasının hem de akademi dışından da belli bir okur kitlesinin dikkatini çekiyor.
Remzi Birand, 1908 Karaman doğumlu, bürokrasiden siyasete geçiyor. DP milletvekilliği Yassıada mahkumiyetiyle sonuçlanıyor. [1]
Küçük kızkardeş Kâmuran Birand, 1915’te Karaman’da doğuyor, akademik çalışma alanı olarak felsefe ve ilahiyatı seçiyor. ‘Manevi ilimler’ alanında yapığı çalışmalar başvuru kaynağı olmayı sürdürüyor.
Birand kardeşlerin macerasında okumaya değer bir ‘biyografik roman’ damarı yok mu?
Yukarıda sıraladığım bilgilere ulaşmak zor değil. Google ana çizgileri veriyor, isterseniz dahasına da ulaşabiliyorsunuz. Kazıp kurcaladıkça dağınık veri parçaları çıkıyor oradan buradan. Mesela aranırken Hilmi Ziya Ülken’in Hikmet Birand’ın vefatının ardından yazdığı anma yazısına rastlıyorsunuz; ya da bir bakıyorsunuz, İzzet Birand’ın 1956 yılında Ankara Hukuk Fakültesi’nin konferans salonundaki törende yaptığı kısa konuşması çıkıyor karşınıza. Bunlar büyük bir yapbozun irili ufaklı parçaları; aralarındaki meraklı boşluklar, tecessüsü gıcıklayan, hayal gücünü kışkırtan kocaman soru işaretleriyle dolu. Bu boşlukları meraklı bir mikro tarihçi ya da muhayyilesi işlek bir sosyolog doldurabilir mi? Yoksa bu vasıfları bünyesinde toplamış iyi bir romancıya mı ihtiyaç var?
Mesela hikâyeyi açan büyük sürgün bu romanın neresinde durmalı? Hayatlarımızın haritasını çizen sürgün ve göç anlatılarını görmezden gelebilir, onlar hiç yaşanmamış gibi yapabilir miyiz? Birandlar’ın evlerinde bu hikâyeler anlatılıyor muydu? Diyelim ki anlatılmıyordu, bütün bir kavmin/ halkın hayatını kökten değiştiren derin acıların sessizliği de anlatı hanesine kaydedilemez mi? Bu hatıralar ya da anlatılamamış hikâyeler Birand kardeşlerin hayatlarına istikamet vermiş olmalı.
Sonrasında göçmen çocukların büyüdükleri coğrafya, aldıkları eğitim onların seçimlerini nasıl şekillendirdi sorusu geliyor akla. Yine Hikmet Birand’ın deneme yazılarından onun yönelimlerinin çocukluğundaki köklerine dair ipuçları devşirebiliyoruz. Kurak Çorak adlı kitabı topluca gidilen bir yağmur duası hatırasıyla açılır ve Hikmet Hoca bu tecrübenin, tutkuyla yürüttüğü akademik çalışmalarını nasıl biçimlendirdiğini şöyle ifade eder: “İşte o zamandan beri unutmadığım, vakit vakit gözümün önünde canlanan bu yağmur duası, bana o kadar komuş olacak ki benim sanki alınyazım, yani onun bağlı olduğu kuraklık denen katı gerçek, bir çeyrek asırdan beri mesleki uğarışımın baş konusu oldu.”
Romancı bir sınır ihlâlcisidir. Tecessüsüyle, yaşanmış ama yazılmamış anları kurcalar; hayal gücünü kullanarak zamanın kara deliğinden çıkardığı bu anlarla süreçleri yeniden kurgular. Tarihçi ve sosyoloğun durdukları noktadan sonra da romancı ‘yazmaya’ devam eder. Tarihçinin boşa, sosyologun acze düştüğü yerde romancı devreye girer. Vakayınamelerin, ansiklopedilerin intizamla sunduğu; arama motorlarının kaotik bir biçimde önümüze yığdığı soğuk ve kuru verilerden canlı hayatların hikâyelerini bulma hünerine sahiptir. Romancının bu cüretinden cesaret alarak Hikmet Birand’ın toprakla kurduğu bağın/ ilişkinin daha derin kökleri olduğunu söylesek hatta Alıç Ağacı ile Sohbetler’in ön sözündeki ‘Anadolu’ya özgü renkleri’ ve ‘bitki sosyolojisi’nden Anadolu’nun insan harmanına giden yolu romancının dikkatli gözüyle okusak…
Alıç ağacını konuşturan adamın biyografik romanı şöyle de yazılamaz mı: Bir çocuk kendine muhabbetle bağrını açan toprağa, onu ihya ve mamur etmeye adıyor kendini.
Peki diğer kardeşler; İzzet ve Remzi Birand’ı okuyup büyük adam olma yolunda kimler ya da neler motive etti? Evin küçük kızını Dilthey üzerine çalışmaya götüren güzergâh nasıl çizildi? Kardeşler daha sonraları konuşup görüştüler; eskilerden, dünyanın ve memleketin ahvâlinden bahis açtılar mı?
Birand kardeşlerin kaderi, büyüme sancılarıyla boy atan genç Türkiye’nin kaderine karıştı sessizce.
Belki size o kadar da meraklı, o kadar da ‘roman’lık gelmedi hayatları; bilemem… Artık işin o kısmı romancının marifeti. Zaten herkesin hayatı romandır derseniz ona da itiraz etmem.
Ama bütün bunları usta bir romancının kaleminden okumak isterdim.
Ümit Yaşar Özkan
[1] Google’ın labirentlerinde Birand kardeşlere dair belgeler ararken çelişkili bilgilere rastladım. Remzi Birand’ın bu ailenin üyesi olduğundan emin olamadım. Öyle olduğunu söyleyen kaynaklara itimat ederek yazdım.