S. Yizhar’ın[1] Khirbet Khizeh (Hiza’nın Harabesi)adlı novellası,[2] 1948’de Nekbe sırasında Filistin’deki Hiza Köyü’nün henüz yeni kurulan İsrail’in askerleri tarafından zorla boşaltılması üstünden gelişen bir anlatı. İsrail’in 75 yıl sonra Filistinlilere ve Filistin toprağına yönelik daha da çok katliam, yıkım ve apaçık soykırımıyla kendi hiç dinmeyen kuruluş sancısını ve var oluş dehşetini bütün dünyanın yüzüne şiddetle çarpmaya devam ettiği bugünlerde onun netameli doğum anlarına tanıklık etmemizi sağlayacak özel bir kitap var elimizde.
Nekbe’den bu yana geçen üç çeyrek asır içinde, Filistinlilerin evlerinden, köylerinden, giderek bütün vatanlarından nasıl koparıldıklarını; bedenleri, aile bağları, toprak mülkiyetleri ve vatandaşlık haklarına yönelik amansız bir tasallut altında nasıl bir toptan yok edilme savaşına tabi tutulduklarını ve bunun insani, tarihi, coğrafi, siyasi ilh. bedellerini uzun uzun anlatan hem gerçek hem kurmaca eserlerden koca bir literatür meydana geldi. Hiza’nın Harabesi’ni bu literatür içinde en belirgin kılan özelliği; o köyleri kendi elleriyle boşaltanlardan, Nekbe’yi Filistin toprağına kendi elleriyle getirenlerden birisi olan, henüz yirmili yaşlarının başındaki bir İsrailli askerin dilinden anlatılmasıdır. Bir eserin anlatıcısıyla gerçek yazarı arasında kaçınılmaz benzerlikler kurmak ve bu benzerlikleri eser üzerinden belgeleme peşinde koşmak, her ne kadar gerçek edebiyat eleştirisi değerini haiz bir yaklaşım olmasa da, burada S.Yizhar’ın kendisinin 1916’da Osmanlı Filistin’inde doğmuş, 1948’de sözde “İsrail Bağımsızlık Savaşı”nda, ama doğru ifadesiyle Nekbe’de yer almış bir İsrail askeri olduğunu, Hiza’nın Harabesi’ni ise Nekbe’den hemen bir yıl sonra, 1949’da yazdığını belirtmemiz, anlatıcının meselenin nabzına yakınlığını tartmamız açısından büyük önem taşıyor. Ayrıca yazarın 1978’de, Hiza’nın Harabesi’ninfilm uyarlamasının İsrail’de sansürlenmesi üzerine, kitabının “kurmaca olsa da, yaşananları baştan sona birebir yansıtmasa da, doğruyu anlattığını, söylediği ne varsa hakikate büyük oranda uyduğunu, kitaptaki operasyon tarihinden tutun, akla gelebilecek bütün diğer ayrıntılara kadar hepsinin dikkat ve incelikle derlendiğini” belirtmiş olması da bir hayli dikkate değer.[3] Yazarın kendisi savaşın birebir parçası olmasaydı yahut yaşananların gerçekliğine eserinde doğrudan temas ettiğini açıkça iddia etmeseydi de bu ciddi bir fark yaratmazdı. Çünkü yazar, Filistin köyünü boşaltan İsrail askerlerinden biri olan anlatıcısı yoluyla novellasının ana karakteri ve yazmaktaki muradının asıl hedefi olan “kurucu nesil”in zihnini adım adım takip ederek İsrail’in bizzat “kuruluş ânı”nı kitabının merkezine oturtmakta, bu netameli ve asla sükûna ermeyecek “kuruluş” biçiminin aslında İsrail’in “kurucu nesli”nin hem Tanrısı’yla hem de dünyasıyla ilişkilenme hâlini kökünden çürüten bir kendi kendini inkâra, bir manevi yok oluş ve felâkete dönüştüğünü çok içeriden bir gözle bakarak çok yalın bir biçimde ifade ediyor.
Hiza’nın Harabesi boyunca ismi hiç verilmeden sesini dinlediğimiz anlatıcı, İsrail’in “kendi toprakları”nda doğmuş ilk nesilden; saflığın, gücün ve ümidin temsili olarak görülen Sabra’dan birisidir. Sabra neslinin saflığı hiç sürgün görmemiş olmasında yatar. Yaklaşık iki bin yıl boyunca yeryüzünde oradan oraya sürgün edilen atalarının kanındaki aşağılanmışlık, ötelenmişlik tortusu onun taze ve genç kanında yoktur. Sabra saftır; çünkü üstünlüğün ve çoğunluğun başkalarında olduğu diyarlarda yüzyıllarca kendini değiştirerek, saklayarak, benzemediği bir şeye uyum sağlamak uğruna kendinden uzaklaşarak yaşamak zorunda kalmamış, kendi özü ve üstünlüğüyle var olmanın ayrıcalığını tatmıştır. Onun bu tazeliği, yeniliği, melezleşmemiş ve yıpranmamışlığı atalarının hep özlem duyduğu bir gücün ve ümidin vücut bulmuş hâlidir. Metnin anlatıcısının ve yazarın gerçekte içinde bulunduğu müfrezenin işte bu kurucu nesilden, yani Sabra’dan olması da aslında İsrail devleti fikrinin henüz şiddetli bir patlama, amansız bir tecavüz ve saldırı hâlinde adım adım yaklaştığı, birden bir dalganın gelip de dört başı mamur memleketinin gerçek sahipleri Filistinliler için her şeyin tersine dönebileceği beklentisinin hâlâ geçerli olduğu bu çok kritik tarihi dönemeçte, onları İsrail’in yegâne bedeni, gerçekliği ve taşıyıcısı olarak imler. Hepsi en fazla yirmi-yirmi beş yaşlarında olan bu Sabra çocuklarının kendi bedenlerinde ifade ve tavra büründürdüğü her şey, bütün cedelleşme, saldırı, atılma, geri çekilme, yakınlaşma ve uzaklaşmaları, kabul ve inkârları, İsrail’in kendisinin de yoktan var olma, toprağa inme, ilişme hâlidir.
Hiza’nın Harabesi, anlatıcının da dahil olduğu bu 5-6 kişilik İsrail müfrezesinin, henüz tamamen boşaltılmamış olan Hiza Köyü’ne giderek burayı kalan halkından arındırma operasyonuna katıldığı bir günü anlatır. Kitap, askerlerin köyün etrafını çevreleyen geniş araziye varıp pusuya yatarak kendi kontrolleri dışında gizlice köyden kaçmaya, mülteci kampına değil toprağının bağrına dönmeye çalışan Hizalı bazı ‘kaçak’ları korkutup avlamaya çalışmasıyla açılır. Buradan aynı askerlerin adım adım köye yaklaşıp girmeleri, tek tek bütün evleri, avluları, sokakları dolaşıp insan aramaları ve bulduklarını erkek, kadın, ihtiyar, çoluk-çocuk, hasta demeden önlerine katıp köy meydanında toplamalarıyla devam eder. Zorla işgâl ettikleri köyün zorla evlerinden attıkları halkını kamyonlara bindirip dönüşü olmayan bir göç yoluna göndermeleriyle de biter.
Kitapta yaşanan günün, sonrasındaki nice yılların ve nesillerin de kaderini belirleyecek tarihi olağanüstülüğü, bize baştan sona anlatıcının bilinci ve tecrübesi içerisinden anlatılır. Yazarın her şeyi anlatıcının tanıklığı şeklinde aktarması daha önce de belirttiğim gibi bilinçli bir seçimdir. Bu seçim bize bir yandan “kurucu nesil”in kendine hak bildiği toprakla ve o toprağın gerçek sahipleriyle şiddet dolu karşılaşma ve yüzleşme biçiminin çok ayrıntılı bir portresini sunarken bir yandan da anlatıcının gördükleri karşısındaki çaresizliği üzerinden bu neslin oradaki varlığını inkâr, zulüm ve zorbalık dışında bir yolla da kurgulayabilme hayâlinin daha en baştan ne kadar imkânsız hâle getirildiğini, bunun daha ifadeye bürünmeye çalışırken boğulup kaldığını gösterir.
S. Yizhar’ın okuyucusuna anlatmayı seçtiği asker, Nekbe günleri itibariyle havada asılı duran İsrail devleti kavramını yere indirip ete kemiğe büründürmesi gereken, atalar mitolojisinin hakkını veren biri olmaktan çok uzaktır. Ne düşüncesizce bir atılganlığı vardır ne de ona emredilenlerin doğruluğundan zerre kadar şüphe etmeyen bir neferdir. Daha en başından, kendini içinde bulunduğu ortama, en çok da yanıbaşındaki silah arkadaşlarına yabancı hisseder. Müfrezesindekilerin çiğ tavırlarını, henüz yirmisini geçmemiş oldukları hâlde yetişkin gibi davranmaya hevesli beceriksiz hâllerini, birbirlerine karşı hoyratlıklarını, boşaltmaya geldikleri köydekilerin de hayatları, hatıraları ve ümitleri olan insanlar olduklarını anlamanın yanından bile geçemeyecek sabitlikteki ezberler ve önyargılarla dolu zihniyetlerini garipser. Kendini kendi gözünde onlardan ayırt etmek için güçlü bir arzusu vardır; ama nedense bu arzunun nereden kaynaklandığına ve sahiciliğine ancak herkesin kabul edebileceği bir sebep bulabilirse inanmanın peşindedir.
Kitap boyunca birçok kez hep eve gitmek, evde olmak, operasyon gününden de köyden de uzaklaşmak istediğini söyler. Bu ev duygusu onu diğerlerinden keskin biçimde ayıran, S. Yizhar’ın anlatımını başka bir düşüncenin imkânlarına açan bir çıkış noktasıdır aynı zamanda. Anlatıcı asker, müfrezesindekilerin övüne övüne iddia ettiğinin aksine o sırada işgâline katkıda bulunduğu toprağı “gelecekteki ev”i, “ganimet”i ya da büyük hizmetiyle kendi halkına sunacağı bir vatan hediyesi olarak görmez, ataları gibi “vaat edilmiş evini arayan, talep eden” biri olarak bakmaz dünyaya. Onun evi vardır, o zaten bu topraklarda doğmuştur, bu vatana bu hâliyle aittir; durumu değiştirmesine, sarsmasına gerek kalmaksızın, olduğu gibi sever ve özler evini. Bu ev özlemi ve yabancılık hissiyle birlikte içinde adını koyamadığı çok daha büyük bir sıkıntı baş vermiştir. Köye yakınlaştıkça ve köyleri boşaltmaya alışkın silah arkadaşları umursamazca tehlikeli ve acımasız hâle geldikçe büyük bir korkuya ve yılgınlığa kapılır. Hislerinin adını koyamadıkça daha da tutuklaşır, marazlı biriymişçesine kendisini diğerlerinin bakışından, yargısından saklamaya çalışır. Bütün ayrıntıları yakalayan çok canlı ve açık bilinci onulmaz bir suçluluk duygusunun pençesine düştüğünü anlayacak bir berraklıkta değildir henüz; kendini o an tartabilecek bir olgunluktan da uzaktır, hâlâ atalarına ve müfrezesine aittir.
Bu belirgin tutukluğu, endişesi, rahatsızlığı ve derin iç çatışması, Hiza’nın tepelerini, tarlalarını, hayvanlarını, bütün o bereketini ve yemyeşil evrenini gözlerken birden durulur, dili zengin ayrıntılarla dolar, bakışı netleşir. Adeta sinematografik bir zevk ve bütünlükle köyün toprağının güzelliğini başlı başına bir karaktermiş gibi dolu dolu anlatmaya başlar. Kendini az sonra yapacakları operasyonun kara gölgesinden, müfrezesindeki askerlerin “toprağını savunamayan, buralara lâyık olmayan, adamlıktan nasibini almamış Araplar”a dair ‘nutuk’larından sıyırabildiğinde ve bakışını köyüyle, tarlaları ve bahçeleriyle birlikte bu küçük mükemmel kozanın kendisine yönelttiğinde hemen buraya duyduğu hayranlığın çekimine girdiğini, adını koyamasa da toprağın kucaklayıcılığına, hayat bahşediciliğine denizdeki bir balık gibi teslimiyet duyduğunu hissederiz. O kadar ki üstüne bindikleri kamyonun buranın toprağını çiğneyen ilk motorlu makine olduğunu fark eder, tekerlerin toprağa karşı hoyratlığını çirkin bulur.
İşte tam da bu toprağın ve sahiplerinin hayatını böyle çiğnemek, kesintiye uğratmak, bu kozayı paramparça etmek için hareket eden, burayı ancak kendilerinin olduğunda, “arındırdıklarında” seveceklerini ve yaşanılır bulacaklarını ısrarla tekrar eden müfreze arkadaşlarının aksine, önlerinde bütün bereketi ve sükûnetiyle uzanan toprağın herkesi sarmaladığını, bütün çatışmaları, sesleri içinde eritecek denli büyük, sakin, sarsılmaz olduğunu anlatıcının sürekli vurgulaması; toprağa başkalarından zorla alınıp kendi üstüne, hesabına geçirilecek bir arsa, bir meta değil de anne rahmi gibi sığınılacak, hayat ve huzur bulunacak bir varlık mekânı özelliği atfetmesi, giderek kitap içinde önemli bir tema olarak tekrarlanır. Toprağı bu şekilde görme, atalar mitolojisindeki iki ucu keskin bir vatan/vatansızlık, güven/güvensizlik kurgusunun dışında bir uyum ve birliktelik arayışının da ilk ürkek ifadeleridir. Anlatıcının bütün bu fark ettikleri ve hissettikleri, kendisinin de işgâlcilerin bir parçası olduğu gerçeğini henüz değiştirmese de kitabın ana çatışma eksenini ve değişim motivasyonunu belirler. Bu noktada S. Yizhar’ın Sabra olmaktan, Sabra’nın atalarının binlerce yıllık mirasını dönüştürebilme gücünden çıkardığı asıl ve gerçek teklifin bu olduğunu; ancak bunu duymaya 1948’de de 2024’te de asla hazır olmayacak bir topluma yönelik konuştuğunu bugün geriye dönüp baktığımızda zaten kolaylıkla anlayabiliriz.
Doğanın her şeyden habersizmiş gibi duran muhteşem sükûnetinden kitabın anlatımına yansıyan genişlik ve güzellik, müfrezenin köye girmesiyle yerini bir anda tepetaklak olmuş hayatların yarım kalmışlığına, çaresizliğine, hiçbir betimleme çabasıyla teselli bulamayacak kederine bırakır. İşgâlci İsrail askerlerinin kendilerini yakalamaya çıkmadığı zamanlarda hâlâ tarlasını, bahçesini sulamak, hayvanlarını beslemek, denklerini develerine yükleyip eksik ihtiyaçlarını düzmek için saklandığı yerlerden evine dönen; yahut hasta, özürlü, yaşlı, bebekli olduğu için yakalanma tehlikesine karşı zaten evinden çıkamamış olan Hizalıların tek tek yüzleriyle karşılaşırız bu noktadan sonra. Kitap boyunca yurtlarından zorla kovulan bu insanların bedenine yönelik herhangi bir fiziksel şiddet pek anlatılmasa da, bu şiddetin her an patlaması tehdidiyle birlikte onlara yaşatılan zulüm ve dehşetin sarsıcılığı, öylesine teselliden yoksun ve acımasız bir netlikte önümüze konur ki bunun yaratacağı baş dönmesi kitabın bitimine dek anlatıcı için de okuyucu için de artık hiç kesilmeyecektir.
Müfrezenin karşısına çıkan hemen her Hizalı konuşmaya, kendini anlatmaya; öldürülmemek, yok edilmemek, belki bir gün, bir saat daha evinde kalmak için yalvarmaya çalışır ancak çok acı bir biçimde hepsi anında susturulur; hepsinin cümleleri ya havada ya da yarıda kalır. Onların “Hayvanımı yüklüyordum.”, “Yaşlılarımız var, çocuklarımız var.”, “Silahlı değiliz, hiçbir tehlikemiz yok.” minvalindeki sözlerinden hiçbiri müfrezedeki askerlerden bir kez bile, tehdit dolu emirler dışında, herhangi bir karşılık alamaz. Hizalıların insaniyetinin bütün acıları, ihtiyaçları, beklentileri ve korkularıyla birlikte böylesine keskin ve hızlıca yok sayılması öylesine kopkoyu bir körlüktür ki S. Yizhar’ın buna inatla tek tek gördüğü, bütün Hizalıların tam da evlerinden, bütün hayatlarından zorla koparıldıkları o anlarda giyimlerini, mimiklerini; konuşmak, anlaşmak, hayatlarındaki ufacık bir devamlılığı koruyabilmek için gösterdikleri olağanüstü çabayı, düşmandan merhamet ummak zorluğuna düşmüş yüzlerindeki çizgileri, gözlerinde okunan anlamları, titremelerini, bocalamalarını, öfkelerini, gurur ve inatlarını, gözyaşlarını, yanıp sönüveren ümitlerini, vazgeçişlerini, birbirlerine sığınışlarındaki çaresizliği, hatta adımlarını atış biçimlerini, arkalarında kalan eşyalarını, sözgelimi bir eşikte kırılıvermiş hâlâ suyu sızan testilerini, sırtı yatak yükleriyle dolu hâlde artık hiç gelemeyecek sahiplerini bekleyen hayvanlarını bütün ayrıntılarıyla betimlemesinin yine çok bilinçli bir tercih olduğunu anlamamak imkânsızdır. Kitabın, insaniyetleri yok sayılıp çiğnenen Hizalıların dolu dolu birer insan, buradaki hayatın dolu dolu bir âlem olduğunu göstermekteki bu ısrarı, Filistinlilere yaşatılan bu ayırma, yok etme ve inkârın her iki taraf için de büyük bir felâketten başka hiçbir şey olarak tecelli edemeyeceğinin idrakini doğuracak olan acı bir fark ediştir.
Endişesini, şaşkınlığını, yılgınlığını o vakte kadar tam da anlamlandıramamış, yanındakilere de ufak tefek birkaç sorgu ve itiraz dışında ifade edememiş olan anlatıcı işte bu yüzleşmenin ardından kendini belli belirsiz sakladığı noktadan hızlıca çözülmeye başlar. O âna dek bir asker olarak koşulduğu işten duyduğu huzursuzluk, içinde bunun yapılması gerektiğine dair bir inançsızlık, yanındakilerin çiğliğine karşı bir öfke ve genel olarak bir an önce oradan kurtulma, kendini koparma arzusu sandığı ne varsa toplaşır ve büyük bir sarsıntıyla infilâk eder: O, Hizalıların bir sürüymüşlercesine dipçiklerin önüne koşulup mülteci kampına gönderilmek üzere kamyonlara bindirildiği anda acı hakikati görmüştür. Binlerce yıldır sürgün acısıyla paramparça bir hâlde dünyanın çöllerini, dağlarını, denizlerini ve ovalarını arşınlayan, çocuklarına ninnilerinde, masallarında hep sürgünün felâketini anlatan o mazlum kavim, şimdi zalimin kendisi olmuş, bile isteye bir başka mazlumu o kapkara, o bitmez sürgüne yolluyordur. O her ne kadar bunu inandığı Tanrı’nın vaadini aramak uğruna yaptığını söylese de, bir anda anlatıcının diline bütün berraklığıyla kutsal kitapta geçen şu kıssa dökülüverir:
Sevdiği her şeyden ayrılarak sürgüne yollanan mazlumlar, onulmaz bir acıyla ellerini açıp yakarmış, Tanrı’ya gökyüzünden ve yeryüzünden asla silinmeyecek bir nida, bir sayha bırakmışlar. Tarihin sonsuz akışında bir gün vaat ettiği sonu kendi seçilmiş halkına bahşetmek, onlara af ve mağfiret kılmak ve yüreklerini mutmain etmek için yeryüzüne inen Tanrı’nın ilk ve tek söylediği ise şu olmuş: “Bakalım halkım kendini düzeltmiş, yeryüzünü o yakaran mazlumların duasına uygun hâle getirmiş mi?”
Kendi halkına kendi geçmişinin kehanetini bu netlikte anlatan ve Nekbe’den yalnızca bir yıl sonra yazılmış olan bu kitabın, koca bir Filistin’in, binlerce Filistinlinin yakılıp yıkılmış bedeni üzerinde koca bir Hiza Harabesi’nden ibaret bırakıldığını tekrar tekrar gördüğümüz bugünleri de öngörmüş olması gerçekten tüyler ürpertici.
Hanife Öz
[1] Yizhar Smilansky (1916-2006).
[2] S. Yizhar, Khirbet Khizeh, çev. Nicholas de Lange ve Yacoob Dweck, David Shulman, New York: Farrar, Straus & Giroux, 2014. (Orijinal Yayın Tarihi 1949)
[3] Jacquelin Rose. “Rereading: Khirbet Khizeh by S Yizhar”, The Guardian, 12 Mart 2011, https://www.theguardian.com/books/2011/mar/12/rereading-jacqueline-rose-khirbet-khizeh (son erişim tarihi 4 Haziran 2024)
İşbu web sitesi ve tüm sayfaları Fikir ve Sanat Eserleri Kanununa tabidir. Sitenin içeriğine ilişkin her türlü ses, görüntü, yazı içeren bilgi-belge, her türlü fikri ve sınai haklar ile tüm telif hakları ve diğer fikri ve sınai mülkiyet hakları Zift Sanat’a aittir.