Fethipaşa Korusu’ndan tam sahile inecekken yol birden sağa ve sola doğru çatallaşır. Sağa giden güzergâhı değil de sola gideni seçersen karşına bitişiğindeki apartmanlardan ebediyen uzaklaşmış iki katlı bir ev çıkar. Taştan yapılma betonla sıvanmış bir giriş katı, bir de ahşaptan ikinci katı vardır. Hırsızlar, tinerciler, suçlular girip mesken edinmesin, -bir ihtimâl- evin ruhunu bozmasın diye ilk katın pencereleri tuğlayla örülmüş, sıvayla kapatılmıştır. Ahşap katın pencereleri ise kırık camlarıyla boğaza doğru eğilen güneşi, mehtapları seyretmeye devam etmektedir. Sen artık bu evin akrabası değilsin; istesen de bu pencerelerin ötesini hayâl edemezsin. Sofa mangalını hayâl edemezsin meselâ, haremlik ve selâmlık kısımlarını hayâl edemezsin; şilteleri, çift kişilik uzun yastıkları, güğümleri, sırlanmış kiler küplerini, gıcırdayan merdivenleri de hayâl edemezsin. Yalnızca bir biçim olarak kalmış ve içeriği zamanla boşaltılmış bu yorgun ev, nihai ölümünü beklerken belki biraz hüzünle bakıp geçersin. Senin hüznün de yalnızca bir biçimdir; içine bir şeyler koymayı denesen elin boş kalır…
Evet bazı kelimelerin var biliyorum: Mekân, bellek, eşik, sınır. Ama bu sözcüklerden hiçbiri, şu ahşap evin “son direniş”ini anlatmaya yetmez. Artık birbirinden ayrışmaya başlamış, takati tükenmek üzere olan tahtalarda seni bir duvarın ötesine çağıran, bir lezzeti anımsatan ama ad veremediğin bir şeyler var; ne acaba? Yüz yıl önce Heidegger, inşaat furyasına tutulan Almanları uyarmak için oturup bir makale kaleme almıştı: “Ev yapmak/ inşa etmek.” Bazen bir sözcük, zamanın kanından neyin çekilmekte olduğunu anlamak için bize haddinden fazla yardımcı olur. “Bauen” diyordu filozof, bir vakitler sadece “inşa etmek” anlamına gelmez, bir mekânda meskûn olmayı da ifade ederdi. Zaman bu anlamı usûlünce çıkardı sözcüğün içinden; artık sadece inşa etmenin karşılığı oldu ve bütün inşa etmeler birbirine karıştı sonunda. Ev, köprü, fabrika, devlet binası, hepsi de sadece “yapılan” şeylere dönüştüler. Öyle görünüyor ki Almanlar ev ile fabrika ya da köprü yapmak arasındaki sınırı kaybetmişlerdi. “Çok sayıda inşaatla ev sorununu çözeceğinizi mi zannediyorsunuz?” diye soruyordu Heidegger…
Belki de bu köhne, yıkılmaya yüz tutmuş binalarda seni ve beni çeken, adını koyamadığımız sıcaklığın sebebi, “inşa etmek” değil “ev yapmak” niyetiyle çatılmış olmalarıydı. Sadece bu mu? Modern kentin meskûnlarına dayattığı ve onun mekân arzusunu hiçe sayan mecburi konut, bu evlerin yapıldığı dönemde kimsenin aklına bile gelmezdi. Pek çok ev sahibi, daha inşaat öncesinden başlayarak duyguları, hayâlleri, içinin genişliği ya da darlığıyla yapım sürecinin bir parçası olurdu. “Benim evim” ya da “bizim evimiz” diyebileceği, heveslerini dâhil ettiği bir bina yükselirdi karşısında. Alman filozofun kastettiği biraz da buydu. Bu mekânların sırrı, malzemelerinin kutsallığında değil, “oturmalık” oluşlarındaydı ve daha baştan bu tasavvur, binanın bütün birimlerine sızardı. Bir söyleşi vesilesiyle evine konuk olduğum mimar Turgut Cansever’e, teyit etmesi için, ahşap malzemenin ayrıcalıklarından bahsetmiş, ondan hiç ummadığım bir cevap almıştım: “Kutsal olan malzeme değildir.” İlk orada ayıldım sanıyorum: Ev, bir malzemeden çok daha fazlasıydı…
Fethipaşa Korusu’ndan tam sahile inerken sola döndüğünde karşına çıkan iki katlı ahşap ev, muhtemelen uzun direnişinin ilk safhasında ilkin bahçesini kaybetti. Ona sokak giysilerini çıkarmış bir beden gözüyle de bakabilirsin artık. Narı gitmiş çünkü; malta eriği gitmiş, manolyası ve gece sefası da gitmiş. Yıkılmayı bekleyen boş bir bina, bir de duvarları kalmış. İlk gidene, “Bir bahçe işte.” diyemeyiz değil mi? O olmadan mekân “oturmalık” hâle gelemiyor maalesef. Birkaç sebebi var bunun: Her bahçe bir cennet tasavvurudur ve ortasındaki ev onun kokularından, börtü böceğinden, mevsim geçişlerinden, sararan ve yeşeren dünyasından fazlasıyla nasibini alır. Ve bahçe, çok uzak, çok derin bir hatıra, bilinçaltını mesken tutmuş bir zamana karşı gösterilen bir ihtiramdır da. İnsan bir zamanlar tabiatın bir parçası olduğunu, başka canlılarla iç içe yaşadığını bir bahçede anımsamak ister gibidir. İstersen şöyle bağlayalım: Şu karşında duran ve artık son zamanlarını yaşayan ahşap ev bir cennet tasavvurundan, tabiata bağlılıktan ve ev içi şenliğinden geriye kalan bir yenilgidir. Ev yenilmez aslında; yenilen sensin, ev içi şenliğindir!..
Ali Ayçil