Sunuş
Günümüzün hâkim söylemi, meslek mensuplarının insan hayatına mâl olan ahlâki zaaflarını eğitim eksikliği veya bürokratik ihmâl gibi sebeplere bağlıyor. Oysa Huzur’da Tanpınar, üretim (istihsal) biçimi ile insan, etik ve toplumsal denge arasında bağ kuruyordu. Nitekim bugün Türk toplumu, her alanda gerçek bir üretimden neşet etmeyen etik boşluğun, buna bağlı tefekkür ve muhayyile noksanlığının yol açtığı kargaşayı yaşamaktadır. Ülkesiyle irtibatı bir vatandaştan ziyade tüketiciye evrilen bizler, zanaatla sanat, teknikle etik, üretimle tüketim arasındaki bağın zayıflamasıyla toplumsal dokudan çekilen değerleri, incelikleri hatta güzel Türkçeyi artık hatırlayacak durumda değiliz.
Dünyadaki bulunuşumuza ancak yaptığımız işle anlam katılabileceği, insanın yaparken yapılan bir varlık ve dolayısıyla zanaatın bir varoluş biçimi olduğu bilgisi, bir “ana desen” olarak toplumsal kumaşımızda bulunmuyor artık. Mücellit Furkan Ceylan’ın Bursa’dan başlayıp Kahire’ye uzanan hikâyesini okurken kişisel serüvenini, nadir eser tadilatı, kâğıt restorasyonu gibi atölye tecrübelerini öğrenmenin yanı sıra toplumsal dokudaki bu “kayıp desenler” de aklımıza geldi ister istemez. Ceylan’ın keyifle anlattığı malzemesini tanıma, sevme ve onunla konuşma meselesi, bütün meslek erbabını ilgilendiriyor. Malzemenizle hemhâl olmadığınızda “Kâğıdı mürekkebin azabına uğratmış oluyorsunuz.” Yani sadece mesleğinizde kötü olmakla kalmıyor; zanaatla terbiye edilmiş, bir beceriyle ruhunu kendine ait kılabilmiş bir zihnin idrak edebileceği “melez desenleri” ıskalayarak kendinizi ve ülkenizi demokratik ve kültürel olgunluktan mahrum bırakmış oluyorsunuz. Bir de tabii Richard Sennet’ın Zanaatkâr kitabında bahsettiği, zanaatkârlığın kalbinde yer alan beceri ve adanmışlığın bir ödülü olarak, yapılan işten duyulan gururu da bu mahrumiyet listesine ilave etmiş oluyorsunuz. Bu yüzden, tecrübeli bir mücellidin -eski eserleri ihya ederken aynı zamanda tarihi, geleneği ve kültürü de onaran bir ustanın- gözünden Türkiye’ye yeniden bakmak hayli öğretici olacaktır.
Atakan Yavuz
Furkan Ceylan’la Mücellitlik Üzerine
Röportaj: Ali Ayçil, Kader Demir
Yaptığınız iş tesadüfen başlanılan bir iş mi?
Tesadüften ziyade bir yolculuğun sonunda buraya evrilmiş gibi oldu. O zamanlar Bursa’da yaşıyordum ve üniversitede Deniz Ulaştırma ve İşletme mühendisliği bölümünde okumak için İstanbul’a geldim. Okula devam ederken zorlandığımı fark ettim, artık devam edemeyeceğimi anladım ve Mısır’a gittim. Orada bir ciltçinin yanında çalışmaya başladım. Çalışırken “Bu işi Türkiye’de de yapabilirim.” diye düşündüm. Bu fikirle farklı ustalarla çalıştım; altınlama yapan bir ustayla ve cilt sırtını yapan başka bir ustayla çalıştım. Kitaplarla da zaten ilgiliydim. Sonrasında İstanbul’a dönüp atölyemi açtım.
Mısır’a neden gitmek istediniz? Seyahat amacıyla mı, başka bir nedeni mi vardı?
Dünya turu yapma, antik uygarlıkları gezip görme isteğim vardı. “İnsan nasıl bir varlık? Ne oluyor, neden farklılaşıyoruz?” gibi sorulara kafa yoruyordum. Bu düşüncelerle, yirmi iki, yirmi üç yaşlarındayken kitap fuarı bahanesiyle Mısır’a gidip orada kaldım. Amcam kitapçıydı ve Arapça kitapları vardı. Fuara giderken ben de ona eşlik etmek istedim ve böylece kendimi Mısır’da buldum. Aslında en başından orada kalmayı planlıyordum. Amcamın aracılığıyla bir ciltçi bulup ücretsiz yanında çalışmaya başladım. O dönemde beni idare edecek kadar param vardı. İki yıl içinde tamamen yerleşebileceğimi düşünüyordum. Planım, iki yıl Mısır’da, iki yıl Peru’da kalıp ardından Afrika’yı ada ada gezerek inmekti. Karın tokluğuna çalışıp dünyayı keşfetmek istiyordum. Niyetim buydu.
Sonra ne oldu peki?
Mısır’a gidince hayal kırıklığına uğradım. “Bu kadar romantik düşünülmez, ne bekliyordum ki!” diye kendime kızdım. Herkes kot pantolonlu, kovboy şapkalı, elinde kolayla geziyordu. Anlayacağınız zor şartlar altında bir ciltçiye girdim. Orada “Zabbalîn” denilen bir topluluk vardı. Bunlar, “çöp insan” olarak anılan Hristiyan bir gruptu. Benzer şartlarda yaşayan Müslüman gruplar da vardı elbette; fakat onlar için böyle bir tanımlama yapılmamıştı. Mücellit oradaydı, yapacak bir şey yoktu; gidip gelmeye başladım. Ulaşım da oldukça zordu, hatta oraya taksi bile girmiyordu [gülüyor]. Toprak bir yol vardı sanıyordum, meğer toprak değilmiş; asfaltı çöpler kaplamış, insanlar üzerinde yürüdükçe toprak gibi olmuş. Ancak yağmur yağınca asfalt ortaya çıktı.
Oradaki ilk gittiğim mücellit Osmanlı’nın son dönemindeki gibi; biraz klasik, biraz Avrupa tarzını pratikleştirdikleri işler yapıyordu. Tam Avrupai cilt kalitesinde değildi, kesinlikle İslâmi de değildi.
“İslâmi”den kastınız nedir?
İslâmi ciltler Osmanlı’daki mıklepli, sırtı düz ciltlerdir. Son dönem işlerinin artık mıklepleri olsa da sırtları kamburalı, şuralarında testereler var [gösteriyor]. Bunlar da Avrupa ciltlerinde olan özellikler.
Mısır’da ne kadar kaldınız?
Dokuz ay kaldım. Sonra dedim ki, öyle ya da böyle ben bu işe gireyim.
Sevdiniz mi peki?
Zaten kitaplarla çocukluğumdan beri çok haşır neşirdim. Kütüphaneler oyun alanlarım gibiydi. Bursa’daki Atatürk Kitaplığı’nı, Bursa Halk Kütüphanesi’ni çok severdim. Oyun oynayacaksam da gidip kütüphanede satranç oynardım.
Ustanız nasıl biriydi?
Genç bir ustaydı. Dikiş nedir, kitap nedir, cilt nedir, kitap nasıl ciltlenir… En temel şeyleri ilk kez orada gördüm. Yine profesyonelce iş yapıyordu ama benim için onlar çok enteresandı. Hep merak ederdim bu ciltlerin nasıl yapıldığını, kitapların nasıl oluştuğunu. Orada başlamış oldum, hâlâ da devam ediyor. Çok farklı yöntemler var, Avrupa’da farklı, bizde farklı… Dikişler bile değişiyor.
Ciltçiliğin de evrensel birtakım çeşitlilikleri var yani, takip etmek lâzım.
Tabii işin profesyonelliğine ve ne yapacağınıza bağlı olarak yöntemler değişiyor. Meselâ dün beyaz, kenarları yaldızlı bir kitabı parçaladım; o da albüm cildi örneğiydi. Forma forma çalışıyoruz; ama bunu iki yaprağı birleştirerek değil, tek bir kâğıdı uzatıp katlayarak yapıyoruz. Bu yöntem oldukça farklı. Kitap açıldığında dikişler görünmüyor ve sayfadaki resimler, haritalar ya da fotoğraflar hiç bölünmeden bütün hâlinde kalıyor.
Türkiye’ye gelmenizden sonraki süreç nasıl ilerledi?
Mısır’a gitmeden önce daha iyi bir ustanın yanında çalıştım ve orada üç-dört ay kaldım. Ardından, bir-iki ay boyunca altınlama yapan bir ustayla çalışarak deneyim kazandım. Ancak daha sonra Türkiye’ye döndüm; gezme hevesim kırılmıştı.
Türkiye’de klasik İslâmi ciltçilik hâlâ canlıydı. İslâm Seçen Hoca dersler veriyordu, ancak ben ona yetişemedim. Türkiye’ye döndüğümde yaşı oldukça ilerlemişti ve artık ders vermiyordu. Kısa süre sonra da vefat etti. Yine de ona yetişemesem de öğrencilerinden biriyle çalışma fırsatım oldu.
Mısır’daki deneyiminizin ardından bu işi Türkiye’de de sürdürdünüz ve burada yeni bir usta ile çalıştınız. Bunu kendinizi daha da geliştirmek için mi tercih ettiniz, yoksa Türkiye’deki üslûbu da görmek mi istediniz? Bu süreç nasıl gelişti?
Mısır’da öğrendiğim işlemler estetik açısından beni kişisel olarak tatmin etmiyordu. Biraz da bize ait olmalı diye düşündüm, bizi tanımlarken direkt bir etnik kökenden ziyade kültürden yola çıkılmalı diye düşünüyorum. Kökeni Türklere dayanmayıp bize ait olan şeyler de var. Anadolu’dan gelmiş, farklı kültür ve dinlerden gelmiş yanlarımız var. Çok geniş bir coğrafyada bizleşmişiz.
Mısır’daki ciltçilikle Türkiye’deki ciltçiliği karşılaştırma imkânı da doğmuş doğal olarak. Birbirine üslûpları benzer mi yoksa farkları var mı?
Mısır da Türkiye’nin yaşadığı Batılılaşma sürecini aynı şekilde yaşıyor. Hatta bizden daha önce başlayıp daha bilinçli hareket ediyorlar; Kavalalı döneminde öyleymiş meselâ. O yüzden kültürün yozlaşması da bizdekinden biraz daha farklı oluyor orada. Ben bunu tamamen yozlaşma olarak görüyorum.
Sömürgecilik de var tabii orada.
Evet, bilinçli bir şekilde seçilmiş Fransız sömürgeciliği var.
Mesleki manâda daha detaya inersek kullanılan malzeme ve teknikler Türkiye’de de benzer mi?
Hayır, oldukça farklılaşmış. Kültürel bozulma her alana olduğu gibi buraya da sirayet etmiş. Üstelik, kültürel yozlaşmanın en belirgin şekilde kendini gösterdiği yerlerden biri kitap. Cildinden baskısına, kâğıdından yazısına kadar her detayda bunu görebiliyoruz. Kâğıt ve yazı, bir medeniyetin aynasıdır. Teknolojik ilerleme de restorasyon başarısı da kitaplardan izlenebilir; hem geçmişte hem de günümüzde.
Mısır’daki çürüme somut olarak kitaba nasıl yansımış?
Onlarla aramızdaki en büyük fark; bizde Sacit Okyay, Necmettin Okyay, İslâm Seçen ve Emin Barın gibi ustaların kişisel başarılarının getirdiği dönüşüm. Bizde İslâm sanatları, bu isimlerin bireysel çabalarıyla yeniden canlanmış ve onların yetiştirdiği öğrenciler sayesinde devam etmiş. Mısır’da ise aynı kültür, aynı kitaplar, aynı hazine ve aynı değerler olmasına rağmen bu tür şahsiyetler eksik olduğu için Fransızlardan aldıkları yöntemleri biraz farklılaştırarak melez bir teknik geliştirmişler. Aslında bu teknikler Osmanlı’nın son döneminde de kullanılmış. Ahmet İhsan matbaasında ve Babıali’deki birçok matbaada kitaplar benzer şekilde ciltlenmeye başlanmış. O melezlik bizde de vardı.
O hâlde bizde bir bilinçlenme ve müdahale vardı diyebilir miyiz?
Evet, bir bilinçlenme ve müdahale söz konusu. Bu saydığım kişiler aynı zamanda restorasyon da yapıyorlar zaten, klasik restorasyon. Bir kâğıt yırtılmışsa oraya eski kâğıtla yama yapıyor meselâ. Japon kâğıdıyla ekleme gibi teknikler çok sonra gelişiyor.
Matbaanın gelişiyle ciltçilik nasıl bir değişime uğradı sizce?
Türkiye’de aslında biraz daha farklı. Matbaanın bize gelişi çok erken; 1499’da Yahudilerle gelmiş ama biz hemen sahiplenip kültürümüze dahil etmemişiz. Sonradan Yahudilerle beraber Ermeniler de farklı matbaalar kurmuşlar ama biz o matbaaları kabul edip kendi kitap kültürümüzde benimsememişiz. Çünkü bizde saraydan beslenen farklı bir kültür var.
Matbaa doğal olarak yeni bir basım tekniği getiriyor. Yazma kitaptan matbu kitaba geçiliyor; birdenbire olmasa da. Dolayısıyla bir pratikleşme söz konusu. Bu pratikleşme cilde de yansıyor mu?
Erken dönemlerde böyle bir farklılaşma yok, ancak İbrahim Müteferrika ile birlikte belirgin bir değişim görülüyor. Sırtı düz, mıklep deri ciltler yapılmaya başlanıyor; ancak şemse motiflerinde rumi ve hatai desenler yerine daha stilize çiçek ve yapraklar tercih ediliyor. Farklılaşma kaygısı ilk kez burada gözümüze çarpıyor.
Cilt sanatının, tabii sonradan zanaate dönüyor ama, diğer sanat dallarıyla olan bağı ve bu sanatların birbirleri üzerindeki etkileri hakkında neler söylersiniz? Tezhip ve hat meselâ. Cilt sanatının onları beslediğini düşünüyor musunuz?
Ben cilt sanatı onlardan besleniyor diye düşünüyorum. Bana sorarsanız en güzeli cilt sanatı ama.
Restorasyon sırasında eserlerin kendi dönemlerini mi baz alıyorsunuz yoksa daha çok günümüz çizgisinde mi yenileme yapılıyor?
Restore ederken belli başlı kurallara uyuyoruz. Restorasyon, korumanın bir altındadır; müdahale edilmesi gerektiğinde başvuruluyor. Kötü görünüyor diye müdahale etmek doğru değil. Eğer dokunulmadığı süreçte eserin durumu daha da kötüye gidecekse o zaman restorasyon tercih edilir. Müdahale edilince de uzun ömürlü ve geri dönüştürülebilir olmasına dikkat edilir. Estetik tamamlamayı kastediyorsanız onun zaten dönemine uygun olması gerekir ama ben onu da her yerde doğru bulmuyorum. Dönemi her zaman çok iyi bilmek gerekiyor, dikişine kadar.
Diyelim ki size 15. yüzyıldan kalma bir kitap getirildi, orijinaline en yakın malzemeyle restore etmeniz istendi. Hem gelenek hem materyal açısından bu hedef yakalanabiliyor mu?
Mısır’da kullanılan malzeme oldukça sanayileşmiş; çünkü artık eski usûllere duyulan ihtiyaç kalmamış. Aslında Türkiye’de de durum benzerdi; ancak son dönemde bu alanda bir canlanma başladı. Örneğin derinin tabaklanma süreci… Artık eski doğal yöntemlerle tabaklanmış deriler bulabiliyoruz; ancak 15-20 yıl öncesine kadar bu mümkün değildi. Cumhuriyet sonrası dönemde ihtiyaçlar değiştikçe üretim teknikleri de değişti ve bu yüzden deri, en zor bulunan malzemelerden biri hâline geldi. O dönemlerin kâğıdı ise zaten artık üretilmiyor. Avrupa’da benzer yöntemlerle üretilmiş kâğıtlar bulmak mümkün, ancak bizde o zaman da kâğıt üretimi yoktu, şimdi de yok.
Peki, bir mücellitin işi yalnızca hazır bir kitabı ciltlemek mi, yoksa kitabın hazırlanma sürecine de dâhil oluyor musunuz? Örneğin, sırtındaki dikişleri de siz mi yapıyorsunuz?
Güzel bir soru, bunu çok düşünmüşümdür. Bir mücellit ebru yapmayı, tezhip yapmayı bilmeli mi diye, bu açıdan da bakmak gerekiyor. Ancak diğer taraftan, ben bir mücellitin kitabı hem dikmeyi hem kâğıdından anlayıp tamir etmeyi hem de yazısını tanımayı bilmesi gerektiğine inanıyorum. Bu, biraz da profesyonellik alanını genişletmekle ilgili. Aksi takdirde bir mücellitin işi, matbaadan çıkmış, makine dikişi yapılmış ve mümkünse giyotinlenmiş kitabı takma görevi olur.
Mücellitlikle birlikte aslında çok daha ince bir işle uğraşıyorsunuz, restorasyon işiyle de. Eski vesikalar, belgeler ve kitaplar… Kebikeç kurbanı olmuş, kurt yemiş ya da zamanın zulmüne uğramış çok değerli kâğıt malzemeleri var; hem ciltte hem de içinde. Sahaf dostlarımızla otururken “Bunu bir tamir ettirmek lazım!” cümlesini sıkça duyuyorum, fakat size gelene kadar bir kâğıt tamircisi tanımıyordum. Bu tamir süreci nasıl ilerliyor? Mücellitlikle iç içe bir iş mi, yoksa ayrıca merak ettiğiniz bir alan mı?
Ben kitaba dair her şeyi merak ediyorum. Kâğıdın tarihsel süreci, içeriği, ciltleri… Bu yüzden ekstra bir ilgim vardı. Bir mücellit bunları bilmek zorunda değildir; ama bilmesi çok daha iyi olur. Ben de bu alana ekstra bir çaba sarf ederek ve eğitimini alarak devam ediyorum.
Biz şu anda sizinle aynı anda iki işi yapan bir usta olarak konuşuyoruz, bir mücellit ve eski vesikaları ihya eden bir usta. Onun için bu ihya meselesini de ayrıca konuşalım istiyoruz.
Bu masanın üzerindeki her şey aslında iş. Şuradakiler [gösteriyor] Osmanlı’nın Mısır ve İstanbul’daki matbaada basılan eserleri. Üstteki iki tane daha sıradan, sanatsal değeri olmayan Kur’an-ı Kerimler. Onların ayrı tamirleri var; alttakilerin cilt tamiri ayrı, derisini onarıyorum. Biri mantarlaşmıştı meselâ, kâğıtları çürüyordu. Birinin de kâğıtlarını yıkadık ayrıca.
İlaçları var mı kâğıtların? Kâğıtları yıkamaktan kastınız nedir?
Kâğıdın öyle ilacı yok. Gerçek anlamda suyun içinde yıkıyoruz kâğıtları, banyo yaptırma işlemi. Bazen çeşitli losyonlar da ekliyoruz ama genelde saf su. Havuza yatırıyorsunuz, bir iki gün yıkanıyor.
Mürekkebi çıkmıyor mu?
Eğer matbaa ürünü ise genelde çıkmıyor, ama yine de önceden bir test yapmak gerekiyor. El yazmasıysa, genelde çıkmaz, ancak aharlı kâğıtsa aharı gidiyor. Çünkü nişastadan yapıldığı için o çözünüyor. Kâğıdı çok iyi bilmek gerekiyor; tarihsel sürecini, nereden geldiğini, hangi işlemlerden geçtiğini… Bu analizler laboratuvar ortamında da yapılabiliyor, bizde laboratuvar kısmı yeni başladı. Ancak görsel olarak da öğrenilebilecek bir şey bu. İtalyan kâğıtları, mühürlenmiş kitap kâğıtları, Avrupa kitapları, İslâmi yazmalar; hepsi farklı tepki verebiliyor. Aynı kâğıt, farklı yerlerde kullanıldığında da değişebiliyor. Meselâ ferman kâğıtları, diğerleriyle aynı fabrikadan çıkmalarına rağmen aharlanmamış oluyor, bu yüzden tepkileri farklı oluyor. Silinmesin diye aharlamıyorlar kâğıtları; 1000 yerine 100 yazılmış görünmesin diye; çünkü o devlet belgesi. Aharlandığı zaman hem kamış üzerinde kolay kayıyor hem de yanlış yazdığınızda mürekkebi yalayıp silebiliyorsunuz. “Mürekkep yalama” deyimi de oradan geliyor zaten.
Siz bu işi bağımsız olarak yapıyorsunuz. Türkiye’de Yazma Eserler Kurumu, büyük kütüphaneler ve üniversitelerin kütüphanecilik bölümleri gibi hem eğitimde hem de devlet bünyesinde bu işin yapıldığı yerler var. Buralarda mesleğinizi yapan yetişmiş insanlar var mı, yoksa siz bu anlamda hizmet verdiğiniz kurumlarla mı çalışıyorsunuz?
Oraların kendi atölyeleri var. Sadece Süleymaniye’nin kendine ait laboratuvarı var; işlerini bilimsel yöntemlerle de desteklemek için. Bir de daha bağımsız çalışan merkez laboratuvarı var; burası dışarıya da destek veriyor.
Atölye ve laboratuvar arasındaki fark nedir?
Restorasyon için ortam önemli ama ciltleme için fark etmiyor. Restorasyonda kâğıdın malzemesine göre neye nasıl tepki vereceğini, hangi yöntemlerle işlem yapabileceğinizi incelersiniz. Bunlar tamamen kimya bilimiyle ilgili.
Siz bunu nasıl ölçüyorsunuz? Laboratuvarlarla mı yoksa tecrübeyle, gözle, geleneksel yöntemle mi çalışıyorsunuz?
Ben tamamen tecrübeye dayanıyorum.
Hiç yanılıp mahvettiğiniz bir şey oldu mu?
Mahvettiğim olmadı ama işlemde hata yaptığım oldu. Bir keresinde bir eserde hızlı işlem yapmam gerekirken kâğıdı mürekkebin azabına uğratmıştım. Yazıda herhangi bir sorun olmadı ama mürekkep biraz genişledi . Renkli bir mürekkepti, o daha farklı tepki verir. Normalde tepki vermemesi gerekirken ekstra emdiği için öyle bir sonuçla karşılaşmıştım; tek örneğim bu oldu. O da normal şartlarda yaşanmayacak basit bir işlemdi aslında. Onun dışında yanıldığım, mürekkebini dağıttığım yahut kâğıda zarar verdiğim olmadı. Zaten çok nadir ve hassas eserlere fazla müdahale etmemeye çalışıyorlar. Öyle bir işin gelmesi durumunda “Beni aşar!” da diyebilirim yani.
Peki, önünüze gelen çok ilginç bir eser için böyle bir durum yaşadınız mı? Farklı, nadir bir malzeme varsa, bu da belirleyici bir kriter midir?
Tabii ki belirler, meselâ bir milyon dolarlık bir eserse [gülüyor]… Buna benzer bir şey başıma gelmişti; tamamen kendimle ilgili bir hata. Bir yerden matbaa klişeleri almıştım; çok güzel ve değerli, kurşundan yapılmışlardı. Denemek için ısıtıp basıyordum, nasıl desen verdiğine bakıyordum. Çok güzel desenlerdi, Osmanlı’dan kalma. Isıtıcının üzerine koydum, çay almak için döndüm. Normalde başında beklerdim, ama eridi. O eserin maddi değeri aslında yüz-yüz elli lira civarındaydı, yani maddi olarak hiçbir anlamı yoktu. Yine de hâlâ onun vicdan azabını yaşıyorum. Çünkü Osmanlı’dan kalmıştı, tarihi kültürel bir değeri vardı. O yok oldu gibi hissediyorum. Kurşundu, eridi ve desen bozuldu. Aynısını klişede yaptırabiliyoruz, hatta çok daha sağlam oluyor; ama onlar Osmanlı’dan kaldığı için çok değerlilerdi. Maddi değerlerinden ziyade manevi değerleri vardı. Sanırım bugün günah çıkarma günüm oldu.
Türkiye’deki eski eserlere işin bir uzmanı olarak objektif bir şekilde baktığınızda, durumları nasıl sizce? Kütüphanelerde, arşivlerde?
Bizde -çok da garip olmayan bir şekilde- kitap kültürü çok acımasızca yozlaşmış: Kitaplara verilen değer, muhafaza edilme şekilleri, geçmişteki kitaplarla bağımız… Belki yazının okunması bizim için zorlaştığından o bağı kuramıyoruz. Bağ kuramadığınız zaman fiziksel muamele de bundan etkileniyor. Masaya koyma ve rafta tutma şekli bile o bağla alâkalı. Yukarıya değil de en alt rafa koyuluyor meselâ; alt rafta bekleyen kitap tozlanıyor, mahvoluyor. Sandığa, tavan arasına atılıyorlar; köylerde de çok bu. O yüzden, günümüzde Osmanlı’dan kalan eski ve nadir kitaplarımız olduğu için, onlar üzerinden değerlendirerek çok kötü kondisyonda olduklarını söyleyebilirim.
Size çok nadir bir eserin getirildiğini düşünelim, sayfa ortasında bir boşluk oluşmuş. Kurt yemiş, yırtılmış yahut başka bir şekilde hasar görmüş. Hem yazı sürekliliği ölmüş hem de kâğıdın ortasında boşluk var. Bunun tamiratından ne anlıyoruz, o boşluğu doldurabiliyor muyuz? Aynı tonda, aynı dokuya yakın bir kâğıtla ve oluşan harf boşluğunu tamamlayarak onarmak mümkün mü?
Değişkenlere bağlı bir durum. Kitabın ne tür bir eser olduğu çok önemli; Kur’an-ı Kerim mi, bir dua kitabı mı, bilimsel bir metin mi, matematikle ilgili bir kitap mı, baskı mı, el yazması mı, sahibi şahıs mı yoksa devlet kurumu mu, her yerde bulunabilen bir risale mi, ilmihal mi, medrese kitabı mı? Bu gibi faktörler, müdahale şeklini değiştirir. Hepsi birer etken. Teknik olarak bu onarım mümkündür; hangi hata olursa olsun, piyasadaki hattatlar bunları yazabiliyorlar. Kûfî bile olsa, yazdırabiliyorsunuz.
Siz kâğıdı tamamlıyorsunuz, hattat da üstüne yazıyor diyebilir miyiz?
Ben hiç öyle bir çalışma yapmadım, yapmamı gerektiren bir durum olmadı. Ne karşıyım ne de doğru buluyorum; aradayım. Niyete bağlı, sahtecilik gibi yapılmamalı.
Bunun bir sınırı yok; tamiratın aslının önüne çıktığı durumlar ortaya çıkıyordur değil mi?
Evet, oluyor. O yüzden bu zamana kadar yaptığım işlerin hepsinde o kısımları bazen benzer, bazen aykırı renklerde Japon kâğıdıyla tamamlıyorum.
Japon kâğıdı nedir, ana malzemelerinizden biri mi?
Evet, ana malzemelerden birisi diyebiliriz. Modern restorasyonda kullanılmaya başlandı ve yöntem, Osmanlı’da kullanılanla aynı. Dönem kâğıdı yerine daha ince kül kâğıtlarıyla tamamlıyoruz. Gramajı değişebiliyor; doğal oldukları için asitsiz oluyorlar ve onları sağlamlaştırıyoruz. İki gramlık Japon kâğıtları bile var; dünyanın en ince kâğıtları.
Aspendos tiyatrosundaki basamakların bir kısmını Kültür Bakanlığı yeniledi, uzun süre tartışma konusu oldu. “Böyle restorasyon olur mu!” gibi tepkiler aldı. Aynı taş kullanıldı ama diğerleri bin yıllık taşlar olduğu için kararmış hâldeydiler. Sizce böyle durumlarda restore edilen yerin aynı kalması mı daha makûl, yoksa onu olabildiğince yaşlandırmak mı lazım?
Bence olur. Bu konularda bizde en önemli şey, piyasayla devlet kurumunun barışması. Şifahane çok önemli; Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı’na bağlı. Kitap restorasyonunun ana merkezi orasıdır. Bilimsel araştırmalar da yapıyorlar şimdi; onların yöntemleri ve koyacakları kurallar bizi etkileyecek. Biz mimari restorasyonda çok başarılıyız aslında. Hocalarımız Viyana Protokolü’nü takip ediyorlar. Bu da tartışılıyor. Bizim kabul ettiğimiz protokolde, estetik kaygıdan ziyade, müze restorasyonu ve piyasa restorasyonu gibi farklılıklar var. Müzelerde porselen kırıldığında, mavi bir çini bile olsa, orayı beyaz macunla dolduruyorlar, nerenin kırıldığını ve nasıl bir işlem yapıldığını anlayabilmemiz için. Kâğıtta ise bu biraz daha farklılaşabiliyor. Ben de beyaz yerine biraz daha krem, nohudi olmasa da kâğıdın rengine yakın bir renkle doldurulmasından ve müdahalenin belli olmasından yanayım. Ama mavinin yerine beyaz değil de lacivert yapılması tercihim olabilir meselâ.
Bir eser sizin elinize geldiği zaman sizdeki restorasyon aşamaları neler oluyor?
İlk olarak eseri incelemeye alırım. Ne yapılmalı, nasıl yapılmalı, ne kadar müdahale edilebilir… Bir de tabii bütçe konusu var. İşin gerçekliği bu, burası müze değil çünkü. Müze olsa prosedür şu şekilde işler: Önünüze eseri koyarlar, “Bunu restore et.” derler. İnceleyip hasarları belgelersiniz ya da onlara süre verirsiniz, örneğin altı-yedi ay… O süre zarfında işi tamamlarsınız. Burada ise altı ay gibi bir süre çok muazzam, değerli bir istek. Ancak öyle bir eser için altı ay uğraşabilirsiniz. Buradaysa en kısa zamanda, en ucuz şekilde onarıma bakıyoruz. Bunu hem karşı taraf bekliyor hem ben bekliyorum hem de eser bekliyor. Çünkü yüksek fiyat verdiğinizde eser ya tamir edilmeden ya da yanlış müdahalelerle yok olabiliyor; sonra bunun vicdan azabını taşımak zorunda kalıyorsunuz. Yaptığım eserlerin çoğunda, sahibine ne gibi müdahaleler yaptığımı söylemem gerekebiliyor. Bazen ekstra müdahalelerde bulunmam gerekiyor. Çünkü o eser sahibiyle ya da benimle alâkalı bir şey değil; ben o kitabın “görevlisi” olarak onu restore etmek zorundayım. Kitapla aramda kalıyor, bir vicdani müdahale gibi.
Peki üç-dört aylık bir süreden biz ne anlamalıyız? O süre zarfında bütün mesainin ona verilmesi anlamına mı geliyor bu, yoksa aynı anda farklı eserlerin aşamaları mı sürüyor?
Üç-dört ay boyunca direkt tek başıma uğraştığım eserler olmadı ama bir-iki aylık işler oldu. Bazen bir kâğıt üzerinde iki-üç gün çalıştığım bazen de yıkanma ve kuruma aşamalarında dinlendire dinlendire ilerleyen işler oluyor. Sürekli müdahale etmemizi gerektirmeyen durumlar da olabiliyor; yapıştırıp kurumasını beklediğimiz gibi. O yüzden süreç değişkenlik gösterebiliyor.
Yanınızda bulunan, gören bir göz olarak çırağınız Gökçen Hanım’a da sözü bırakalım. Ustanıza sormak istediğiniz ya da bütün bu konuşmalara ek olarak paylaşmak istediğiniz bir soru, düşünceniz var mıdır?
Gökçen Hanım: Ustam, siz hem ciltleme hem de kâğıt restorasyonu yapıyorsunuz. Daha önce de bir ciltçinin kâğıt tamiri bilmesinin öneminden bahsettiniz. Gerçekten de bazen öyle kitaplar geliyor ki sırtı tamamen dağılmış, sayfalar karmakarışık… Böyle durumlarda kâğıdı iyi bilmek ciltleme açısından da kritik hâle geliyor. Çünkü restorasyonu bilmezseniz kitabın ciltleme yöntemi de değişir. O yüzden, özgünlüğünü koruyarak ve en sağlıklı şekilde toparlamak için bu bilginin çok değerli olduğunu düşünüyorum.
Furkan Ceylan: Evet, o dönemleri ve süreçleri iyi bilmek gerekiyor. Bizim topraklarımızda bu işi yapıyorsanız biraz Osmanlıca, biraz Arapça bilmek şart diyebilirim. Meselâ daha dün akşam tamamen dağılmış bir Kur’an-ı Kerim geldi. Serlevha sayfası en sondaydı. Bir mücellit olarak sadece ciltlemek değil, aynı zamanda kitabı doğru şekilde toparlamak da gerekiyor. Kur’an-ı Kerim’de sayfa numarası olmadığı için bu bazen kolay, bazen zor olabiliyor. Reddade takibinden toparladık meselâ; ama bunu yapabilmek için en azından Arapça okumayı bilmek lâzım. Diğer eserlerde de çoğu zaman Osmanlıca gerekiyor. Hatta bazen İngilizce, bazen Fransızca bile işin içine giriyor.
Sırtlarından tamamen dağılmış, yeniden Japon kâğıdıyla tamamladığınız kitaplar meselâ.
Kitap kültürünü çok iyi bilmek ve okumak gerekiyor çünkü her dönemin kendine özgü üretim ve ciltleme teknikleri var. Matbaanın icadından sonra kitaplar, elle üretilenlerden farklı bir şekilde basılmaya başlandı ve bu değişim cilde de yansıdı; formaların konumu, dikişin duruşu gibi detaylar döneme göre farklılık gösteriyor. Özellikle kopmuş formaların arasına Japon kâğıdı koymak, ince bir müdahale gibi görünse de kitabın sırtında şişmeye ve ağız kısmının ince kalmasına sebep olarak estetik açıdan kötü bir görüntüye yol açabiliyor. Kurumlarda da benzer hatalar yapılabiliyor ve bu durum klasik İslâm ciltlerinde, olması gerekenin aksine, sırtın kamburlaşmasına neden olur. Oysa İslâmi ciltlerde böyle bir kambur olmaz; yanlış restorasyon, dönem üslubunu bozarak ciltleme farklarını ortadan kaldırır. Bu yüzden kitap restorasyonunda doğru teknikleri bilmek ve dönemin özelliklerine sadık kalmak büyük önem taşıyor.
İslâmi ciltlerde kambura olmaması bir tercih mi?
Bu kodeksin, yani kitap formunun, İslâm coğrafyasındaki gelişimi ile Avrupa’daki gelişimi arasındaki fark, parşömen ve kâğıt kullanımına dayanıyor. Kâğıdın İslâm dünyasında çok erken yayılması ile Avrupa’ya ulaşması arasında yaklaşık beş yüz yıllık uzun bir süreç var. Bu süre zarfında, 10. yüzyılda İslâm coğrafyasında kitaba atfedilen önem arttı ve kitap bir meta olarak değerlendirilmeye başlandı.
Meta kavramı burada çok kritik. Sanat eserlerinin metalaştırılması da bununla bağlantılı. Örneğin Rodin’in bir heykeline güzellik atfediyoruz ama aynı bronzu yolda görsek küflenmiş veya oksitlenmiş olarak değerlendiririz. Burada insanın metalaştırma süreci devreye giriyor; anlam yükleyerek bir objeye değer kazandırıyoruz ki bu, insanı insan yapan şeylerden biri.
10.yüzyılda kitap da bu dönüşümü yaşadı. Cildi, korunması ve restore edilmesi önemli hâle geldi. Restorasyon kavramı ise eski Yunan metinlerinin toplanması sürecinde ortaya çıktı. Bu metinler zamanla çok kötü duruma geldiği için farklı yenileme yöntemleri geliştirildi. Kimi zaman sadece metin aktarıldı, kimi zaman da mevcut metin korunarak gelecek nesillere taşınmaya çalışıldı. Bu süreç, 10. yüzyıla kadar devam etti.
Kâğıt üzerinden konuştuk, peki parşömen ve papirüs kitaplara da cilt hâlâ yapılıyor mu?
Yapılıyor, daha geçen hafta parşömenden yaptık bir tane hatta. Bozduk gerçi, yenileyeceğiz. Klasik İslâmi stilde kitabın muhafaza edilme şekli de farklı oluyor; üst üste en fazla üç veya dört tane kitap koyuluyor. O yüzden bizde mıklep ve sertap kısımları vardır. Avrupa kitapları dikey koyulduğu için onların ağız kısımlarını koruyan bir şey yok. Erken dönem Bizans’ta dikiş yönteminden dolayı kitapların kapakları açıldığı için kilit atılmış. Onların kitaplarında kilit varken bizde mıklep ve sertap var, kapaklarımız da çok kasmaz.
Mıklep ve sertap nedir?
Kur’an-ı Kerimlerde, arka kapağa bağlı olan düz ve dikdörtgen yapıya “sertap” denir, bu kısım kitapla aynı kalınlıkta olur. Ön tarafa doğru bağlanan üçgen yapıya ise “mıklep” denir; mıklep, kitabın ağız kısmından toz, börtü-böcek girmesini engelleyen bir işlev görür. İslâmi ciltlerde kitaplar genellikle yan yana ve en fazla üç veya dört tane üst üste olacak şekilde yerleştirilir. Bu raf sistemi bizim geleneksel muhafaza yöntemimize aittir. Avrupa’da ise kitaplar dikey olarak düzenlenir. Bunun sebebi, kitap kurtlarının davranışlarıyla ilgilidir. Kitap kurtları dümdüz ilerleyip, bir yerden girip karşıdan çıkar. Bu davranış keşfedildikten sonra, kitapların kenarlarına metin kadar boşluk bırakılmaya başlanmıştır. Ağız, etek ve üst kısımdan bu boşluk bırakılır. Metin ise dibe yakındır ve çevresinde fazla kâğıt boşluğu bulunur. Bu, yıpranma payı bırakmak içindir; aynı zamanda buraya notlar da alınabilir, bu kısım “derkenar boşluğu” olarak adlandırılır. Kitap kurtları en ortadan değil, kenarlardan girer, bu yüzden ilk olarak kenar kısımlar yıpranır.
Eski eserlerde “Ya kebikeç” yazılır. Kütüphanelerde kurt var mı?
Var. Kitap organik bir şey. İpi pamuk, kâğıdı ve derisi doğal, yapışkanı nişastadan yapılmış. O yüzden bunun kurtlanması çok doğal; oluyor da. Bu sebeple süsleme de farklılaşmış. Bizde ciltlerde süsleme gömme yapılır, sonrasında altınlanır. Kitaplar üst üste durdukları için sürtünmeden dolayı yıpranıp bozulmasınlar diye. Bir de mahfaza yapılıyor genellikle. İsimler de sırtta değil etekte yazar. Avrupa ciltlerinde ise kapakta çok süsleme yoktur, süslemeler sırttadır ve kitabın adı da orada yazar. Onlarda bir de dikişteki farklılıktan kaynaklı köprü izi vardır, sırtının düz olması da oradan gelir. Bizde kitap ölçüsü kapaklarla aynıyken Avrupa’da daha uzundur, dikey duruyorlar çünkü. Rafa kâğıt değil kapak değsin diye öyle yapmışlar. Farklı şekillerde börtü-böcekten koruma çabasından geliyor. Daha doğru olan yöntem bizimki ama daha pratik değil.
Gökçen Hanım: O yüzden kâğıt da çok önemli. Biz hangi talepleri karşılayamıyoruz?
Piyasadan talep olarak bazen kenarları da yıpranmış olan eserlerin tıraşlanması isteniyor; bunu yapmıyoruz. Tıraşlama yok. Estetik olarak yeni gibi durmasa da dikişleri yenilediğimiz zaman zaten epey toparlanmış, derli toplu duruyor. Her sayfanın kenarını da restore edemezsiniz, o yüzden kesilmesi isteniyor. Genellikle diğer ciltçiler maalesef kesiyorlar.
Her işte olduğu gibi sizin işinizde de mesleki etik söz konusu o hâlde?
Benim için tıptan, insan üzerindeki etkiden sonra en önemli etik, kitap üzerindeki davranışlarda geçerlidir. İnsandan sonra en değerli şey kitap. Bu bazı insanlara göre değişir tabii. Kitabiyat üzerine, kitap ve cilt tarihi üzerine bir yayınevi kurduk şimdi. Yayınlara başlayacağız. Amblemini özellikle giyotin yaptık.
Teşekkür ederiz.
Ali Ayçil – Kader Demir
İşbu web sitesi ve tüm sayfaları Fikir ve Sanat Eserleri Kanununa tabidir. Sitenin içeriğine ilişkin her türlü ses, görüntü, yazı içeren bilgi-belge, her türlü fikri ve sınai haklar ile tüm telif hakları ve diğer fikri ve sınai mülkiyet hakları Zift Sanat’a aittir.