Galler’in küçük bir kasabası olan Hay-on-Wye, Richard Booth’un sıra dışı vizyonu sayesinde dünyanın en ünlü kitap merkezlerinden birine dönüştü. Booth, amcasından miras kalan binada bir sahaf dükkânı açarak işe başladı ve Amerika başta olmak üzere farklı ülkelerdeki kütüphanelerin “fazla kitap” ihalelerine katılarak binlerce kitabı kasabaya taşıdı. Ancak yalnızca kitaplarla dolu bir kasaba yaratmanın yeterli olmayacağını biliyordu. Hay-on-Wye’ın adını duyuracak güçlü ve dikkat çekici bir hikâye inşa etmeliydi. Booth’un hiciv ve mizahla harmanlanmış sıra dışı fikri devreye girdi: 1 Nisan 1977’de, Hay-on-Wye’ı bağımsız bir “krallık” ilân ederek kendisini “kral” olarak taçlandırdı. Bu olay hem yerel hem de uluslararası basının ilgisini çekti. Hay-on-Wye, hem kitap tutkunlarının gözünde bir kültür merkezi hem de sahaflar, koleksiyoncular ve kitapseverler için çekim merkezi hâline geldi.
Büyük kitap zincirlerinin yükselişi, yoğun turizm ve Hay Festivali’nin giderek daha ticari bir kimlik kazanması, yerel sahafları zorlamaya başladı. Gentrifikasyonun etkisiyle, kasabanın bağımsız sahaf kültürü tehdit altına girdi. 2009’da düzenlenen “sembolik idam” gösterisi, tıpkı İngiltere’de Kral I. Charles’a karşı Oliver Cromwell önderliğinde başlatılan isyan gibi, sahaflar da “Booth Krallığı”na karşı bir eylem planladı. Kral Richard Booth’un kuklasının başını keserek sembolik bir “idam” gerçekleştirdiler ve böylece basının ilgisini çekmeyi başardılar.
“Kral”a karşı protestoyu organize edenlerden biri, Richard Booth’un rehberliğinde sahaflık mesleğine adım atan Paul Harris’ti. Geçen yıl mayıs ayında vefat eden Harris’in mirasını, Hay-on-Wye’ın dönüşüm sürecini ve sahaf kültürünün geleceğini, kızı Rachel ile konuştuk. Booth’un başlattığı kitap krallığının evrimi, sahafların mücadelesi ve kasabanın geleceği üzerine yaptığımız bu söyleşi, Hay-on-Wye’ın yalnızca bir kitap cenneti olmanın ötesinde, özgünlüğünü korumaya çalışan bir topluluk olduğunu da gösteriyor.
Babanızın kitapçı (sahaf) olması sizi nasıl etkiledi? Evde nasıl bir aile ortamınız vardı?
Çocukken babamla birlikte yaşamadım; çünkü ben henüz dört yaşındayken annem ve babam ayrıldılar. Aslında ayrılmadan önce de babamın çok fazla ortalıkta olduğunu zannetmiyorum; o zamanlar (80’lerin sonu, 90’ların başı) Richard Booth ile Amerika’yı dolaşıp büyük kitap alışverişleri yapıyordu. Babam işine, seyahatlere ve belki de “bohem” diyebileceğimiz bir yaşam tarzına hep bağlıydı diyebilirim; gerçi “bohem” diye anılmasına muhtemelen itiraz ederdi! Hay kasabasında yaşamak, Amerika’ya seyahat etmek ve kitaplarla uğraşmak, onun için özgürlük sembolü hâline gelmişti sanırım.
Çocukken yılda birkaç kez, Hay kasabasına onu ziyarete giderdim. Kitapçı arkadaşlarıyla beraber elma şarabı içer, elde sarma sigaralar tüttürür ve İrlanda usûlü beş kart poker oynarlardı. Bana da bu oyunu öğretmişti… Belki kulağa bir çocuk için pek “uygun” bir ortam gibi gelmeyebilir; ama ben oradaki neşeli havayı seviyordum ve babamın bana asla çocuksu davranmamasından hoşlanıyordum. Dünyayı tatlı sözlerle süsleyerek anlatmazdı; gerçekleri saklamaz, olduğu gibi gösterirdi. Daha sonra Oxford Terrace’ta küçük bir kiralık ev tuttu; internet üzerinden satmak istediği kitaplarla doldurdu evi. Bütün alt kat -oturma odası ve mutfak dâhil- tamamen kitaplarla kaplıydı. Orada yemek pişirmesi mümkün değildi, sadece çorba ısıtıp sandviç yediğini hatırlıyorum. Özellikle içkiyi bırakmasından sonra oldukça sade ve tutumlu bir hayat sürüyordu.
Ergenlik yıllarımın başında o kitapların arasında dolaşmaya, içlerinde gezinmeye başladım. Gotik bir merakım vardı; hayatın karanlık, rahatsız edici ve zorlayıcı yönleriyle yüzleşmek istiyordum. Babamın tarihî cinayetler, adli tıp, savaş, anatomi ve kriminoloji gibi konularla ilgili kitaplarını okuyordum. Orada vakit geçirmek, sanki tuhaf ve biraz da ürkütücü bir “ilginçlikler müzesinde” dolaşıyormuşum gibi bir his veriyordu.
Daha sonra babam bir dükkâna geçti ve adını da “Oxford House Books” yaptı. Kitap alıp satma işinde daha resmi ve titiz olmaya başlamıştı; arşivleme ve düzenleme işlerine çok özen gösteriyordu. Ben yılda birkaç kez orada kaldığımda sabahın erken saatlerinden gecenin geç saatlerine kadar durmaksızın çalıştığını görürdüm. Organizasyon onun için çok önemliydi, hiçbir kitabı kaybetmemek veya sipariş kaçırmamak için her şeyin yerli yerinde olmasını isterdi. O zamanlar ergen kafasıyla onun fazladan stres yaptığını düşünür, “Ne gerek var bu kadar titizliğe?” derdim. Ama ölümünden sonra kitapları ben devraldım ve işin aslında ne kadar zahmetli olduğunu şimdi çok iyi anlıyorum.
Richard Booth ile babanız arasındaki ilişkiyi anlatır mısınız?
Ben Booth’u yakından tanımazdım, sadece birkaç kez karşılaşma fırsatım oldu. Babam, Booth hakkında sık sık hikâyeler anlatırdı. Eksantrik, esprili ve çok zeki biriymiş ama aynı zamanda zor bir karakteri varmış. Babam, Booth ile Amerika’da seyahat ettiklerinde onun “tuhaf” davranışlarına şahit olduğunu söylerdi. Mesela çok sıcak radyatörlerle ısıtılan bir odada, üst üste birkaç mont giyip sıcaktan bayılana kadar uyuyabilirmiş. Ya da bilerek “Shiitake mantarını” “Shitcake mantarı” diye telaffuz eder, garsonu kızdırıp kendi kendine eğlenirmiş. Tam bir satirik kafası varmış. Hatta bir keresinde babam, çamaşırhaneye gitmek için yoldan geçerken yerel bir aktör arabayla korna çalarak onu acele ettirmiş. Booth bu olayı duyunca yerel gazetede, “Ünlü korteji engellemek için cesurca sokağı ablukaya alan kahraman vatandaş” başlığıyla ironik bir yazı yazmış.
Booth’un o teatral ve satirik yanını, Hay-on-Wye’ın efsanesini yaratmak için kullandığını düşünüyorum. Kendisini kral ilan edip başına taç takarak kasaba sokaklarında dolaşması, kasabaya renk ve romantizm kattı. Bu şov sayesinde insanların ilgisi o yöne çekildi.
Booth’un ‘kitapların krallığı’ ilanı ve sembolik monarşi fikri neyi amaçlıyordu? Onları ve 2009’daki ‘sembolik idamın’ arka planını anlatır mısınız?
Booth’un Hay’i sembolik bir mikronasyon* hâline getirmesi ve kendini kral ilan etmesi hakkında pek bilgi sahibi değilim; ayrıca kendini sosyalist olarak tanımlıyordu, bu yüzden bu durumla nasıl uzlaştığı konusundan da emin değilim! Ancak, Hay krallığı meselesi her zaman basit bir halkla ilişkiler numarası gibi görünmüştü; basının ilgisini çekmek için yapıldığı aşikâr.
İdama gelince, babam ve diğer kitapçılar, kasabanın giderek üst sınıfa hitap eder bir hâle geldiğini düşünmüşlerdi. Bu, sık rastlanan bir hikâye; bir kasaba, kitap kültürü, çekici bohem karakterler ve kişiliklerle özgünleşirken bu cazibeye kapılan iyi niyetli orta sınıf insanları gelip bu yeri turist yumağına çeviriyordu ve sonuç olarak kitapçıların kendileri dükkânlarını işletmekte zorlanıyordu. Hay Festivali de büyük bir etkendi; babam bununla ilgili sorunlar yaşıyordu çünkü festival esas olarak ünlülerin ve TV kişiliklerinin yeni kitaplarını satmaya odaklanmıştı; bu da bar ve kafe işletmecilerine iş getiriyordu ama birçok kitapçı için pek katkı sağlamıyordu; çünkü festival katılımcıları her zaman ikinci el ve nadir kitaplar yerine, her yerde bulunabilen modern kitapları tercih ediyorlardı. İşte tam da bu durum, birçok kitapçının ve babamın hissettiği şeydi.
Babam BBC radyo programında sesini duyurmaya çalıştı ama Londra merkezli gazeteciler bunu hafife aldılar. Babam, eskiden Booth’un belki de festivale ve kasabanın gentrifikasyonuna dikkat çekmek için bazı halkla ilişkiler numaraları yapabileceğini düşünüyor ama o zamandan beri kasabanın meselelerine kayıtsızlaştığını hissediyordu. Bu yüzden, babam ve birkaç arkadaşı kendi numaralarını yapmaya karar verdiler; bu da idam numarası oldu.
Bu olay, İngiliz edebiyat çevrelerinde konuşulmaya başlandı; Private Eye gibi satirik dergilerde ve The Guardian gibi gazetelerde yer aldı. Ancak kitapçılar için sorunlar zaten çok derinleşmişti; bu olay eski günlerin bir vedası, son bir coşku numarasıydı. Hâlâ ziyaret edilesi hoş bir yer ve birkaç ikinci el kitapçı kalmış olabilir; ama çoğu kapanmış durumda. Eskisi gibi değil artık.
Oxford Book House hikâyesini anlatır mısınız? Babanızın vefatından sonra hâlâ faal mi?
Babam sonunda Hay’den ayrıldı; birçok nedeni vardı ama asıl nedeni, kasaba ve kitap satış kültürünün çok değişmiş olmasıydı. Hayatının son yıllarını İspanya’da geçirdi; orada esas olarak en nadir ve değerli kitapları, ‘emeklilik’ koleksiyonunu toplamaya odaklandı. 2024 yazında kalan koleksiyonun geri kalanını İngiltere’ye, benim yaşadığım Haworth’a getirdim; kendi online kitap işimi kurmayı düşünüyorum. Ama bu tam anlamıyla bir tutku işi olacak; çünkü ‘Amazon’ ve büyük depo tabanlı online satıcılar çağında para kazanmak zor.
Dijitalleşme ve büyük yayınevlerinin yükselişi gibi etkenler karşısında bağımsız kitapçıların durumu hakkında ne düşünüyorsunuz?
İngiltere’de herhangi bir bağımsız dükkân işletmenin zor olduğunu düşünüyorum; günlük giderler, insanların daha az kitap okuması, evlerin daha minimalist ve az eşyalı olmasını istemeleri, online alışverişin artması… Her şey zorlayıcı bir iklim yarattı. Yapay zekânın bu denli hızlı gelişmesiyle ne olacağı belli değil. Umarım bu gelişmeler, insanları eski kitaplara yeniden ilgi duymaya teşvik eder; çünkü eğer bir şeyin gerçekten gerçek bir insan tarafından yazıldığından emin olmak istiyorlarsa, yeni kitaplarda bunu anlamak zorlaşabilir. Ama kim bilir…
Eren Yeşilyurt
* Mikronasyon, egemenlik iddiasında bulunan yüzölçümü çok küçük ve nüfusu çok az, ancak hiçbir devlet veya uluslararası kuruluş tarafından tanınmayan varlıklar için kullanılan terim.
İşbu web sitesi ve tüm sayfaları Fikir ve Sanat Eserleri Kanununa tabidir. Sitenin içeriğine ilişkin her türlü ses, görüntü, yazı içeren bilgi-belge, her türlü fikri ve sınai haklar ile tüm telif hakları ve diğer fikri ve sınai mülkiyet hakları Zift Sanat’a aittir.