Başlığım yıllar öncesinin bir sergisinden. [1] “Düşünmen yeter” klişesine nazire yapan cümle, bir fotoğraf sergisinin küratörünce uygun görülmüş, dönüşerek bir başlığa evrilmişti. Sergiye gidemedim, gezemedim. Ama bazı başlıkların nasıl da serginin, filmin, kitabın vs. önüne geçebileceğine güzel bir örnek olarak yer etti zihnimde. Aslında birilerinin düşüncesinde olmanın huzuru bambaşkadır. Ancak düşünmenin yetmediği yerler vardır; ya da yeteri kadar düşünmediğinin kanıtı durumlar. Nasıl etkilendiysem, küratörüne bir mail atıp böyle bir başlık kullandığı için teşekkür etmiştim. O günden sonra “Düşünmen yeter” diyen her bir arkadaşıma, hayır öyle değil, bakın 2014’te bir sergi yapılmıştı, başlığı da şuydu diye anlatır oldum.
Başlığıyla önde giden eserlere örnek filmlerden biridir Sadece Rüzgâr. Yönetmen B. Bence Fliegauf’a ait 2012 tarihli film, bir Macar köyünde geçer. Gerçek olaylardan esinlenilmiş filmde görürüz ki Roman aileler tehdit altındadır. Üzerlerindeki görünmeyen ama derinden hissedilen baskının farkında; kimseye dokunmadan, dikkat çekmeden, hayatta kalmak için mücadele eden ailelerden biri, gözden ırak bir ormanlık alana yerleşmiş, orada yaşamaktadır. Ama gözden uzak olmak ya da görünmeden bir hayat yaşamaya çalışmak, en zul işlerde çalışmak yetmez. “Sadece rüzgâr” kelimeleri Roman ailenin annesinin ağzından dökülür. Gece olmuş, karanlık bastırmış; dışarıdan gelen bir sese karşılık, evdekilerin korkmaması için, onları korumak adına bu cümle sarfedilmiştir: “Sadece rüzgâr.” Sahne boyunca sadece rüzgârdan gelmesini dilediğimiz ses, tahmin edildiği gibi yaklaşan zulmün sesidir. Aile, ırkı dolayısıyla saldırıya uğrar; onları kendi topraklarında görmeye tahammül edemeyen “avcılar” tarafından katledilirler. Güya kimseler duymaz olan biteni, herşey sessizce olup biter. Herkesçe malûm olan olay örtbas edilir. Bile isteye dilsizleşilir, körleşilir, sağırlaşılır.
Dilsizleşmenin, körleşmenin ve sağırlaşmanın yoğunlaştığı zaman dilimleri vardır. Yoğunlaşır çünkü bulaşıcıdır. Çıkar sahipleri, umursamazlar ve kaybedeceği şeyi çok olanlar arasında hızla yayılır. Çağdaş sanat dünyasında bu duruma dikkat çeken pek çok örnek var. Hani, mağdurun elinden tutalım refleksiyle değil de, yakınen bu tip durumlarla yüzleşen ve kendine dert edinenler tarafından üretilen. Mesela Tammam Azzam; Suriye’de olanları gündeme taşıyan Şam doğumlu bir sanatçı. “Suriye Müzesi” serisinde Batı sanatının başyapıtları ile yıkık bina ve şehir görüntülerini birleştirerek savaşın şiddetinin altını çizdi. Mekân, şehir ve insan; yüksek kültür ve acımasız savaş arasında ilişkiler dokudu.
Mesela Martha Rosler. “Savaşı Eve Getirmek” ismini verdiği fotomontajlarıyla Azzam’ın tersine -yani yüksek kültür ürünlerini savaş meydanlarına taşımak yerine- savaş görüntülerini zengin, steril Amerikan banliyölerine taşıdı. 1967’de Vietnam Savaşı’nı konu edinerek başladığı montajlarına bir süre ara veren sanatçı -yeryüzünde değişen bir şey yok misâli- 2004’de çalışmalarına yeniden başlama kararı aldı ve Irak’ta yaşananlarla devam etti. Uzaklarda bir yerlerde yaşandı zannedilenleri, salonların ortasına getirip bıraktı.
Mesela Hale Tenger. 2005-2007 tarihli Beyrut isimli videosunda, ünlü bir şahsın bombalandığı otelin sağlam gözüken cephesine kamerasını yerleştirdi. Bomboş binanın uçuşan perdelerinin yarattığı ahenkle tezat oluşturacak şekilde Ortadoğu’nun değişen dengelerini, çalkantılı dünyasını gündeme taşıdı. Hayalet binanın enkazı, duyanlara bir şeyler fısıldadı durdu; çünkü anlatacak çok şeyi vardı.
Mesela Kara Walker, Afro-amerikalı sanatçı, 2014’te Brooklyn’de, yıkılacak bir şeker fabrikasında mekâna özgü bir iş yaptı. A Subtlety, or the Marvelous Sugar Baby… diye devam eden uzun bir isimlendirme tercih etti. 73 ton ağırlığa sahip dökme şekerden bir sugar mamaydı karşımızdaki. Onun hayaleti gaspetti mekânı. Yıllardır çekilen/çektirilen eziyete inat, büyüktü, beyazdı ve de tatlıydı. “Geçti, bitti, gitti” diyenlerin yüzüne çarpmak için, zulmün kılık değiştirmiş türlü şekillerde hâlen aramızda oluşunun kanıtı olarak tüm haşmetiyle oradaydı.
Mesela…
Örnekler o kadar çok ki… Özellikle yaşanılanların izini üzerinde taşıyan mekânları/binaları/şehirleri sanatına katan ya da bu yerleri türlü şekillerde dönüştüren sanatçılardan birkaçını bu yazıya buyur ettik. Ele aldıklarımız emsâl teşkil etsin ve de yetsin. Yerleştiğimiz yerlerle/dillerle ilişkimizi bozan/kıran/parçalayan tüm kibirli söylemlere/uygulamalara/zorbalıklara karşı durabilmenin yolunu arayan ya da ifşa eden birkaç örnek olarak burada dursunlar. Dilsizleşme ve körleşme kuyusuna öyle hızlı düşülmekte ki düşüldüğünün farkına bile varılamayabiliyor. Hatta birisi “düşünmen yeter” dediğinde bundan keyif bile alınabiliyor; böbürlenip kendine pay çıkaranlar oluyor. Bahsi geçen ve benzeri örnekler burada devreye giriyor: “Ey beşer, kendini kandırmanın kırk yolunu bulmuşsun ama o yolların hiçbiri yol değil!” diye sessizce haykırıyorlar.
Buna mukabil duymamaya programlı kulaklar “tüm bunlar sadece rüzgâr!” diyor, üç maymunu oynuyorlar.
Zeynep Gökgöz
[1] “Düşünmen Yetmez” fotoğraf sergisi, Galeri Elipsis, Küratör: Nazım H. R. Dikbaş, Kasım 2014.