Etel Adnan’ın vefat ettiği 14 Kasım 2021’den beri hakkında yazmak istiyordum ama onu oluşturan sayısız bileşeni parçalara ayırıp sonra tekrar birleştirmeden yazmak mümkün değildi. Dünya ağrısının ve sevincinin önemli temsilcilerinden biri olarak sanatın birçok alanında eser verdi ve içinden geçtiği tecrübe alanlarını her dilden anlatmaya çalıştı. Bu bazen görüntünün, sinemanın, halının, ipliğin, seramiğin, kağıdın ve boyanın dili oldu, bazen de şiir ve felsefenin dili. Onun şiirinde ve resminde yirminci ve yirmibirinci yüzyılların en derin izini, doğayla iç içe geçmiş ilişkiler zincirini temaşa etmek mümkün. Fiziki acılar çekmemişti belki ama insanı öldüren tek şey kurşun değil ki… Yurdu, yurtsuzluğu, evi, dönmeyi, kalmayı, tutunmayı, yabancılaşmayı, her şeyi bizzat yaşadı ve yazdı. Kimlik ve rol dağıtan dünyaya karşılık kendi insani üst kimliğini inşa edebildi.
Etel’in Lübnan’da modern dönemde çıkan aile kanunu ile Adnan soyadını alan babası Asaf Kadri Bey Şam’da doğar. O zamanlar Bursa, Saraybosna, İstanbul neyse Şam da o demek; buralarda yaşayan herkes Osmanlı İmparatorluğu’nun evlâtları. Kara Harp Okulu’nda okuyup üst düzey kurmay subay olduğunda Arap eşi ve biri erkek, ikisi kız, üç çocuğuyla beraber doğduğu şehirde yaşamaktadır. I. Dünya Savaşı sırasında İzmir’e komutan olarak atanınca ailesini getiremez. Asaf Kadri Bey burada kendisinden oldukça genç, babası ahşap oymacısı olan Rum bir kızla yeni bir evlilik yapar. Rum Ortodoks Madam Rosa Lilia LaCorte, Osmanlı olduğu için Türk olarak anılan kocasını sever ve ölünceye kadar birlikte yaşarlar. Etel Adnan bu evlilikten olan tek çocuk olarak daha doğuştan çok kültürlü, çok dilli, çok ülkeli, çok evli ve çok yurtlu bir hayata yazgılı. Aile, coğrafyadan daha fazla kaderdir.
Yola çıkan adamların gittikleri ülkelerde evlenerek arkalarında kadın ve çocuklar bırakma keyfiyetini Muhammed Esed’in Mekke’ye Giden Yol kitabındaki gerçek hikâyelerini okuduğumda yadırgamıştım. Demek ki istisnai değil bu durumlar. Mesafelerin uzaklığı, geri dönmenin zorlukları gerekçe olarak ileri sürülse de, sadece erkeklere tanınan bu pragmatik serbesti ne büyük hak ihlâli, kim bilir nasıl trajedilere yol açıyor… Savaşın bitişi, imparatorluğun dağılışı ve 1922’de İzmir’de çıkan ve bir türlü söndürülemeyen korkunç yangının yıkıcılığı sonucunda aile Beyrut’a taşınır; bütünüyle bahçeyi andıran deniz ve yasemin ülkesine, Akdeniz’in en güzel liman şehirlerinden birine. Şam’a yaklaşmak güzel olsa da Fransız işgali altındaki bir ülkeye taşınmak, çok üzücüdür baba için. 1925’te Beyrut’ta doğan Etel için hayatı boyunca aidiyet hissettiği, yurtlanma duygusunu veren yer Şam ya da İzmir değil, Beyrut olacaktır. Öte yandan Paris’in kafelerini, gündelik yaşamını, kültür ortamını, Amerika’nın dağlarını, yollarını da sevmiş, resimlemiş, hakkında şiirler yazmıştır. Fakat insan ilk imgeleri izleri nerede zihnine kazıdıysa yurdu orasıdır ve Orta Doğu’ya dair izler bütün üretimlerinde ince bir sızı olarak eserlerine nakşolur.
Sanatını imgelerle icra eden bir şair, ressam ve filozof olarak Etel Adnan’ın ilk hatırladığı nesne ne kadar da manidar: Çeşme. Taş ve suyun estetik birleşimi olan çeşme, hayati ve birleştirici olanı; taşın sağlamlığı güveni ve yerleşmeyi, suyun akışı ise barışı ve hayatın idamesini temsil ediyor. Etel, dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın, çeşme bütün kültürleri içine alarak zihnini kolayca Beyrut’a açmıştır.
Denizin, dalgaların, bembeyaz evlerin, mabetlerin, ağaçların şehrinde tek çocuk olarak güzel bir evde büyülü bir hayat sürer Etel. Beyrut ruhunu birkaç günlüğüne de olsa solumuş biri olarak söyleyebilirim ki buradan kalbi dar, insanlığı bütünüyle kucaklamayan bir sanatçı çıkması neredeyse imkânsız. Çocukluk şehrimiz genel olarak bize iyimserliğimizi, umudumuzu, insana olan inancımızı muhafaza etme gücü verir.
Etel doğduğunda Suriye ve Lübnan’da Fransızlar manda yönetimi kurmuşlardı. Arapça’yı külliyen yasaklayan Fransız okulları açtılar. Okula giden çocukların ülkelerinin tarih ve coğrafyasına dair hiçbir bilgi verilmeyen, yurtlarının kültürü ve birikimiyle alâkalarını kesen okullar… Beş yaşında okula başlayan Etel artık Fransızca konuşuyordur. Annesinin İzmirli bir Hristiyan olarak kendini oradaki Ermeni ve Rumlara yakın hissetmesi gibi, burada da Fransızca eğitimi olumlu gördüğünü, Türkçe ve Arapça bilse de Fransızcayı daha yüksekte tuttuğunu fark eder. Etel, hayatı boyunca çok istese de Lübnanlı çocukların sadece evde konuşabildikleri Arapçayı yeterince öğrenemez. Evde daha çok Türkçe konuşuluyordur.
Fransız Katolik Kilisesi tarafından yönetilen okullarda yegâne medeniyet olarak Fransız kültürü anlatılır. Bu medeniyetin ve kilisenin tartışılmaz üstünlüğünü, gökyüzü ve toprağın varoluşu kadar doğal ve tartışmaya kapalı olarak anlatmakla görevli, katı tutumlu rahibeler, kendilik üzerine düşünmeye fırsat vermiyorlardı. Etel, esas insanın Fransız olduğu dogması hakkında çok az çocuğun kuşkuya düşebildiğini söylüyor. Etel; dilleri, kültürleri, ileri sürülen bütün iddiaları biriktirerek ilerliyordur öte yandan: Çocukken annesinden öğrendiği Rumca, babasından gelen Arapça, evdeki ortak dil Türkçe, Lübnan’ın eğitim dili Fransızca ve genç yaşta ana dili gibi öğrendiği, şiirler yazdığı İngilizce… Ayrıca bütün bu dillere ilâveten sanatına eşlik eden nesnelerin, materyallerin, kilimlerin, desenlerin, boyaların, dijital ortamların, görüntülerin, plastik sanatların dili elbette.
Etel, annesinden ve toplumundan küçük kızların daima tehlikede olduğunu da öğrenmişti. Meselâ “tezgâhın arkasına geçilmez çünkü bakkal bıçak çıkartarak karnını deşebilir” korkutması… Paris’e gitmek istediğinde annesi “Oradaki adamlar seni parçalayıp yerler.” demişti. Annesi bir kız olarak fazla dikkat çekmemesi için, o zamanlar çok moda olduğu üzere saçlarını Artur Rimbaud usûlü kestirmişti; şiir derlemelerinin kapağında görmeye alışılmış portrelerindeki gibi.
Vaftiz edilmiş olan Etel, Türk olarak anılan Müslüman babasına büyük saygı duyarak yetişir. Onurlu bir asker ve yenilmiş bir ordunun ferdi olan babasındaki asaleti, hüznü, üzgünlüğü gören ve onu her zaman çok seven kız… Babasıyla birlikte sıklıkla Şam’a, Fahima Halasının iki çocuğuyla yaşadığı eve giderler. Şam’ı hiç Fransızca kullanmadan, sadece Türkçe ve Arapça konuşarak geçirdikleri zamanlar sebebiyle çok seviyordur. Halıların üzerine konulmuş kocaman bakır tepsilerde servis edilen akşam yemeklerini hatırlar. Bu ziyaretlerde halıların bıraktığı derin izlerin eşsiz desenler ve dokumalar yaratmasıyla nasıl dışa vurduğunu görebiliyoruz. Şam’da Müslüman dünyanın mütevekkil, sakin, dingin insanları arasında, Beyrut’ta Hristiyan rahibelerin kolonyal tuzaklarıyla iç içe, iki farklı konumun yarattığı yerlilik ve marjinallik arası durum, onu inanç bakımından arafta bırakır.
Apartamento Magazine için verdiği mülâkatta Etel, birçok kez ifade ettiği gibi, İslâm dünyasının kendi kimliğini oluşturan güçlü bir varoluş olduğunu açıklıyor: “Bu sadece Lübnan’la ilgili değil, İran, Suriye ve Pakistan’da olup biten bütün olaylarla da ilgiliyim bu kimlik içinde. Buralarda olan biten her şey benim kimliğimin bir parçası olarak hayatımda önemli bir yer tutar.” diyor. (Apartamento Magazine, spring/summer 2020)
Aslında kimliğinin en önemli parçası savaş karşıtlığı idi. Beyrut’ta yaşarken ülkelerinden katliamlarla kovulan mülteci Filistinlilere şahit olmuştu; onların nasıl bir kısıtlanma, aşağılanma ve mahrumiyet içinde olduklarının bilincindeydi. 15 yaşında bir genç kızken de 2. Dünya Savaşı acıları dünyayı kasıp kavuruyordu. Amerika’ya gittiğinde ise Vietnam savaşına karşı çıkanlarla birlikte mazlum halklar için mücadele verenlerin yanında yerini almıştı.
Etel Adnan, Doğu toplumlarında bireyin hiç yalnız bırakılmamasından, mahrem alanının bulunmamasından söz ediyor. Giyim kuşamdan başlayarak yaşamın her ânının başkalarının gözetimine ve yorumuna açık olması, çok düşündürücü bir konu. İspanyol, İtalyan ve Yunan orta sınıfında da bunu müşahede etmiş. Tanımlanmaktan, yorumlanmaktan uzak, müstakil bir birey olarak yaşamak, annesinin otoriter ve karamsar tutumu yüzünden artık mümkün görünmüyordur. Evde entelektüel yönü ağır basan paralel bir yaşam kurmuştu, savaş ortamının mali sıkıntıları yüzünden eğitim masraflarını karşılamak için bir gazetede çalışmaya başladı. Fransız okullarının sömürgeci ve üstünlük iddiası içindeki yaklaşımlarından büyük rahatsızlık duydu. “Okullar bizi hep Fransa yönüne bakan, gitme arzusu içindeki kültürel piçler olarak yetiştiriyor.” der. Öte yandan Beyrut Edebiyat Yüksek Okulu’nda Nerval, Rilke, Baudelaire ve Rimbaud ile yoğun bir şekilde hemhâl olunca hayattaki amacının şiir yazmak olduğunu anlamıştı o dönemde. Her Parislinin şair olduğunu düşünmeye başladığında annesi Victor Hugo’nun Sefiller’de dediği gibi “Paris cehennem.” diyordu. Paris uçağına binmeden önce annesi tarafından evlâtlıktan reddedilişini anlatıyor bir yazısında. Aslında Türkçede neredeyse tek kaynak olan Serhan Ada’nın hazırladığı Etel Adnan kitabını okumak lâzım (Serhan Ada, Etel Adnan, Everest Yayınları, 2021). Büyük emekle ortaya çıkmış bu kitabın yayınlanmasından kısa süre sonra 14 Kasım’da hayatını kaybetti kıymetli sanatçı. İyi ki yayınlandı bu kitap.
Kitapta yer alan “Yolculuk, Savaş ve Sürgün” başlıklı yazısında felsefe okumak için Paris’e gidişini, sonra daha ötelere, Amerika’nın Kaliforniya şehrine varışını anlatır. Berkeley ve Harvard Üniversitelerindeki eğitiminin ardından doktorayı bırakıp eserlerine yoğunlaşmasında pişmanlık değil sevinç vardır. Mısır, Suriye ve Ürdün’ün dahil olduğu 1967 İsrail savaşında ABD’nin buradaki halkların hayallerinin yıkılışına verdiği doğrudan katkı yüzünden Amerika’yı da öldürür kafasında. 1972’de kökleriyle buluşmak ve iyileşmek üzere geçmişe bakmadan, geleceği hiç düşünmeden kelimenin tam manâsıyla bir sedye üzerinde Beyrut’a döner. 1948 ve 1967’den beri buraya sığınan Filistinlilerin kamplarını dolaşır. Beyrut’taki Nahr el Bared kampını ziyaretimde Sabra ve Şatilla’da yaşama savaşı verenleri gördüğümde insanların buralarda delirmeden hayatı nasıl sürdürebildiklerini düşünmüştüm. Ama insan onların arasında olmak istiyor zalim dünyaya karşı. Çatışmalar içindeki Arap dünyasından Beyrut’a özgürlük solumak için gelen siyasi mültecilerle de tanışıyordu Etel: Birinci Dünya Savaşı’nda oluşan mülteci grupları, Ermeniler, Ruslar, İzmirli Rumlar; baskılardan kaçan Mısırlı, Iraklı, Libyalı siyasiler… Özgürlük arayanlar Lübnan’ı istilâ ederlerken bu birikimin bir patlamaya dönüşeceğini kimse öngöremiyordu. Lübnan iç savaşın yıkımını Arap Kıyameti (Apocalypse Arabe) adlı uzun şiirinde anlattı (Etel Adnan, Arap Kıyameti, çev. Serhan Ada, Metis Yayınları, 2012). Etel, Arap dünyasının korkunç paramparçalığını -Descartes’ın “Düşünüyorum, öyleyse varım.” sözüne kinayeyle- “Yokum, öyleyse ben’im.” formülüyle özetler. Büyük iç savaşın yıkımı ve umutsuzluğuyla şehri bir efsane olarak tanımlayan ve ikinci yurdu olarak gören Mahmut Derviş’in bir kez daha gitmek zorunda kalışından söz eder. Amerika’ya bel bağlayan herkes tekrar tekrar bu devletin bölgede çok daha fazla kaos ve yıkıma sebep olduğunu görmüştür Etel’e göre. Öte yandan en kıymetli bilgiye de ulaşmıştır ama onu anlamaktan hâlâ çok uzağız. “Bu dönemin çağdaşları olan biz hepimiz, birbirimize çok çok yakınız ama bu bilgiyi paylaşanlar pek seyrek.”
Yıldız Ramazanoğlu