2024’te beni en çok etkileyen olaylardan biri Mayıs ayında Muş’ta gerçekleşen Muş Alparslan Üniversitesi Öykü Günleri oldu. Üç gün boyunca okumak, yazmak ve gerçekle kurgu arasında dengeler kurmak üzerine konuşmalar yaptık, öykü yazarlarını dinledik. Salonda iki gün boyunca üzerine kafa yorduğumuz düşünceler, uzun zaman zihnimizi meşgul etti.
Sanat, çatışma üzerine kurulur; kendinden memnun olmamanın tezahürüdür. Var olan dünya ile barışık olsaydık yazamazdık. Üzerine çokça konuştuğumuz büyülü gerçekçilik ve fantastik edebiyat da bu yüzden var; insanın realitenin tahakkümüne karşı özgürleşme arzusuyla ilgili bir durum bu. Farklı yazma biçimleri ne kadar önemli; fakat ne yazık ki okumalar gittikçe tektipleşiyor. Okuma listeleri önemli olsa da insanı sınırlandıran bir yanı da var; yol ararken navigasyonun bir imkân gibi görünmesine rağmen, bir o kadar da ketleyici olması gibi. Genelde hâlâ tabelalarla ya da yön duygumla yol alırım. Okumalarda da öyle, haritalardan gelen komutlar zihnimizi solduruyor; önsezilerimize, yön duygumuza hasar veriyor. Bazen kestirme diye alternatif bir yol tarif edilir; fakat diyelim ki bir taşınma kamyonu hiçbir işaret vermeden sokağı kapamışsa kısa yol bir anda eziyete dönüşebilir.
Salondan yükselen görüşlere göre okumak belli politik ya da kültürel çerçevelere hapsolup zihinsel betonlaşmaya dönüşmemeli. Kitap satış sitelerinde algoritmalarla ilerlerken “bunu alan bunları da aldı”, “bunları da gözden geçirdi” gibi cümleler, okuyucuları sürekli benzer şeyler okumaya yönlendiriyor. Dijital platformlar ise ayrı bir sıkıntı: Zamanı da gündemi de ele geçirerek okumayı gereksiz kılıyor. Artık dikkati toplayıp okumak zorlaştı. Filmlerin, dizilerin biri bitmeden biri başlıyor çünkü. Eskinin çok okuyan kitap kurtları bile sürekli dizilerden söz etmeye başladılar.
Peki belirli bir okur tanımı yapmak mümkün mü? Okur olmak iyi kitaplara ulaşabilmek ve onları iyi okumaktan geçiyor. Öykü Günleri toplantılarında okuduklarımızı övünç edasıyla sıralamak yerine sadece hatırda kalanlardan, iz bırakanlardan söz ettik. Bazen kitabın adını hatırlamayız fakat yazar bir bölümde, bir satırda bizi başka dünyalarla buluşturmuş, bir kör noktayı aydınlatmış, bir ön yargıyı yerle yeksan etmiş, bir tereddüdü gidermiş, bize bir kitap yazacak ilhamı bahşetmiştir. Sürekli çalkantılar içindeki ruhumuz bir anda bizi başka yatışmaz ruhlarla çağdaş ve akran yapar. Onlarla birlikte aşağılara iner, sonra birlikte yukarı tırmanırız.
Farklı kitapların, farklı yazarların ikliminden geçerken salondaki gençlerle kurulan duygudaşlık çok güzeldi; neticede hep birlikte cennetten dünyaya indirilmiş, sükunetten sonra karmaşaya boğulmuş insanın maceralarını konuşuyorduk… Hayat boyu okuyup yazdıktan sonra (meâlen) “Dünya hayatı oyun ve eğlenceden ibarettir.” ayetine ve bunu “Mal da yalan, mülk de yalan/ Var biraz da sen oyalan” diyerek şerh eden Yunus Emre’ye mi varıyor katedilen yol? Kim bilir, belki de apayrı bir dünya bahşeden yazmanın son menzili budur.
Abdullah Harmancı’ya göre Dünya edebiyatı da, Türk edebiyatı da Salinger’e, Çavdar Tarlasında Çocuklar’a doğru yürüyor. Öykü yazarlarında “hayatın bizi şaşırtan yönlerini anlatmam lâzım” duygusu hâkim. Bu yönüyle Edgar Keret de Türk Edebiyatı’nı çok etkilemiş. Öte yandan yazara göre edebiyatımız bir yönüyle sentetikleşiyor; diğer insanlarla temas etmeyi, onların hakiki hikâyelerine değip dokunmayı ihmâl ettik. Ayrıca arkaikleşme de problemli bir durum; 90’lı yıllardan beri tutturduğumuz anlatım tarzını değiştirmeyenler, okurun gerisine düşüyor. Mesela bugün Ömer Seyfettin gibi 1900’lü yılların başındaki üslûpla yazamayız. Yazarlığın en temel çelişkisi ise yazmak için yalnızlığın, yazabilmek için insanla hemhâl olmanın şart olması.
Cihan Aktaş’a göre öykü çevik, güçlü ve hayatı kavrayan bir tür. Fakat roman için bir geçiş ya da eşik olarak görmemek lâzım. Yazmak, yalnızlaşma isteğini ve zorunluluğunu da beraberinde getiriyor. Yazan kişide kâğıda ve kaleme koşma isteği bulunmalı. Üç İhtilâl Çocuğu yayınlandığında bazı arkadaşları Cihan Aktaş’a “İç dünyanı açmak seni rahatsız etmiyor mu?” diye sormuşlar. Cihan için estetize etme zaten bir hicap sürecidir. Yazılanlar sürekli silkeleniyor, değişip dönüşüyor. Yazarın “insana ait hiçbir şey bana yabancı değil ve her şey hikâyelerimin konusu olabilir.” diyebilmesi önemli. Cihan Aktaş’ın sürekli zinde kalan yazma biçimi, belki de “Kendimi hep acemi bir yazar gibi hissediyorum.” cümlesinde saklı.
Bolu İzzet Baysal Üniversitesi’nde tarih hocası olan Galip Çağ da öykü yazmaya gönül verenlerden. Yazarlığın bir nevi delilik olduğunu söylerken aslolanın çalışmak olduğunu söyledi. Galip Çağ’a göre sürekli bir distopya içindeyiz ve bu durumu ancak yazarak anlayabiliriz. Türkiye hikâyelerle dolu; toprağımız bu açıdan çok verimli; bir ayna ya da ceviz ağacı hakkında bile öykü yazabiliriz. Bunun için kalbî sükûnet, süreklilik, azim ve sebat gerekli. Yazma yolculuğuna çıkanlar suçlamalara, dışlanmalara ve itham edilmelere de hazır olmalı.
Naime Erkovan yazmakla kalmayıp nasıl yazılacağına dair atölyeler de yapan bir hikâyeci. Okumalar için klasiklerden beslenmenin daha etkili olduğunu düşünüyor. Ona göre hikâye okumanın ve yazmanın sakinleştirici, iyileştirici, zihni dinginleştiren bir yanı var. Hikâye elemeyi, azaltmayı, yazdıklarını atarken acımasız olmayı gerektiriyor. Hikâye yazmayı anlatmanın kendisi bile ruhsal eğitimden geçmek demek. Kelimeleri toparlarken zihin de toparlanıyor.
Hikâyelerinde ince bir ironi ve mizah saklı olan Özlem Metin için okuma süreci, mesai arkadaşlarını, sohbet edeceği yazarları seçmek gibi… Dildeki eksiklerini gidermek, zorlukları aşmak için sözlük okumak gerektiğine dair tavsiyeler almış bazı üstatlardan. Metin’e göre öykü, hayatın yapısına uygun, samimi ve sahici bir tür. Hayat, insanı incelikle değiştiriyor. Yaşadıklarımızı nasıl anlatacağımızı bilemediğimiz zaman yazmak imdadımıza yetişebilir. Bu yolda yalnızız, sığınacak liman yok ve yakınlarımızdan yardım istemek mümkün değil. Bahaneler de geçersiz, bu yola çıktıysanız Hemingway’in “Yazacaksınız yazın.” dediği yerdesiniz çünkü.
Hüseyin Hakan aramızdaki en genç hikâyeciydi ve ilk kitabı henüz çıkmıştı. Yerel olanı evrensel bir dile aktarabilmek olarak görüyor yazmayı. Dostoyevski’yi farklı insanları bir masa etrafına toplayıp konuşturabildiği için seviyor. Orhan Pamuk’un da bunu yapabildiğini düşünüyor. Yazara göre insan da, kaplan da su kenarından çocuğunu alıp götürdüğüne göre, bunun gibi benzerlikleri fark edenler yazabilir ancak. Edebiyat, dile gelmeyenleri yazma çabası; sosyoloji, toplumun davranışlarını kavramsallaştırırken aciz kaldığı yerde edebiyat ortaya çıkıyor.
Muş’ta bizi yalnız bırakmayan çok kıymetli dostlarımız vardı. Üniversitenin hocalarından Ayhan Tek (namı diğer Ayhan Geveri) çalışmalarını Kürtçeden izleyemesem de Türkçe eserlerinden ve tercümelerinden takip ettiğim kıymetli bir akademisyen. Ferhat Çiftçi’yi “Pepuk Kuşu Hikâyesi” adlı şiir kitabıyla tanımış ve kendisine ulaşamamıştım tebrik etmek için. Bu kez Mekânda Yitmek Dilde Barınmak kitabıyla çıktı karşımıza.
İsmail Süphandağı da üniversitenin Edebiyat bölümü hocalarından; bazı yazarların kritiğini yaptığı Edebiyat ve Fark: İnsanı Bulma Uğraşı adlı çalışmasını hemen otel odasında okumaya başlamıştım.
Rektör Mustafa Alican’ın Malazgirt Günlükleri ve Doğu’nun ve Batı’nın Büyük Sultanı Alparslan kitapları ise tarihimizin en temel dönemeçleriyle ilgili çok önemli iki kitap. Roman tadında bu iki anlatı bizi geçmişimizin engin birikimiyle, başımızdan geçen büyük tecrübelerle buluşturuyor.
Panellerin ardından gece müzikle buluştuk ve hikâyemizi ses ve ritimle en içli yerinden tekrar idrak ettik. Öykü Günleri’nin organizasyonunda da yer alan müzisyen, akademisyen Ender Can Dönmez Anadolu’nun dört bir yanından türküleri, deyişleri hem sazı hem sesiyle dile getirdi. Ziraat fakültesi hocalarından Yaşar Karadağ da bu müzik şölenine hammaddesi maun ve dut ağaçlarından olan sazıyla katıldı. Yalan Dünya, Onbeşliler Geliyor, Mihriban, Karadır Kaşların, Çanakkale İçinde, Bir Yiğit Gurbete Gitse, Havada Bulut Yok, Çarşambayı Sel Aldı ve daha niceleri.
Muş Ovası’nda yayılan alacalı sürmeli büyük baş hayvan sürülerinin güzelliğini temaşa etmek beton şehirlerde yaşayanlar olarak o kadar hasretini duyduğumuz şeyler ki. Mor renkli akasyaları ilk kez burada gördüm; yılın ilk leylâklarını, ilk can eriklerini de… Şehre indiğimizde tarihi fırından çıkan taze ekmeğin kokusu eşliğinde, gür bir meşe ağacının altında, hasır iskemlelerin verdiği huzurla içtiğimiz çayın kokusu… Nice hikâyeler fısıldayan Murat Çayı’na gitmesek bu yolculuk eksik kalırdı. Çayın üzerindeki 13. yüzyıl Selçuklu eseri tarihi köprü, köklülüğümüzün, varlığımızın, kardeşliğimizin sembolü. Eski şehir sadelik ve dostluk içinde Bitlis, Van, Diyarbakır ve Erzurum gibi eşsiz şehirlere ulanıyor kıvrımlı yollarla.
İşte bizim birbirine kenetlenmiş hikâyemiz.
*Kıymetli yazar Abdullah Harmancı’nın nazik davetiyle katıldığımız programa ev sahipliği yapan rektörümüz tarih profesörü Mustafa Alican’ın sanata ve edebiyat duyarlılığı, program boyunca bize eşlik etmesi ve yaptığımız sohbetler hafızamızda unutulmaz izler bıraktı. Programı incelikle planlayıp yürüten Enes Melih Sofuoğlu, Kübra Gökdemir ve Ender Can Dönmez hocamızı da hayırla anmak isterim.
Yıldız Ramazanoğlu
İşbu web sitesi ve tüm sayfaları Fikir ve Sanat Eserleri Kanununa tabidir. Sitenin içeriğine ilişkin her türlü ses, görüntü, yazı içeren bilgi-belge, her türlü fikri ve sınai haklar ile tüm telif hakları ve diğer fikri ve sınai mülkiyet hakları Zift Sanat’a aittir.