Malik Aksel okumaya hangi gün başlanır? Kitapları okumayı bitirdiğimde aklıma ilk düşen soru buydu. Okumaya başladığım günü hatırlamıyorum ama son kitabı bir pazar günü bitirdim.
Malik Aksel kimdir? Özellikle suluboyalarıyla renklerin serüvenini kâğıda döken bir ressam mı; bilgisini, beceresini, mesleğini gençlere aktaran bir eğitimci mi, Türk kültürünün yitip giden, ayakta durmakta zorlanan yıkıntılarının peşinde bir kültür tarihçisi mi, halkın alâka gösterdiği resimleri toplayan bir koleksiyoner mi; Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde sanat üzerine kafa yormuş bir mütefekkir mi? Sorular çoğaltılabilir. Benim dikkatimi çeken tarafı ise halkın gündelik hayatına sızan resim kültürünün izini takip etmesi ve bu birikimin verimi olan kitaplarıyla hatırı sayılır bir çevreyi etkilemesi. Şüphesiz o dönemin halk sanatlarına, folklora yönelik ilgisini erken Cumhuriyet devrinin varoluş ve kuruluş psikolojisiyle ilişkilendirmek mümkün; fakat Aksel’in bir farkı var: soğukkanlılığı. Tespit ettiği malzemeyle derin bir bağ kurduğunu itiraf ederken diğer yandan malzemeyi teşrih masasına yatırıp otopsi yapacak kadar da cesaretli görünüyor. Bu cesaretinin Sezer Tansuğ’un 1969’da yaptığı çığır açıcı Amentü Gemisi Nasıl Yürüdü? adlı animasyonuna ilham verdiğini söylersek meramımız daha iyi anlaşılır. Aksel’in Türklerde Dinî Resimler adlı kitabı, birçok insanı etkilediği gibi Tansuğ’u da etkiler ve onun düşüncesinde bir pencere açılmasına vesile olur.
Osmanlı’nın buhranlı son demlerinde gözlerini dünyaya açan Aksel, Cumhuriyet’in ilânı sonrası devlet bursuyla Almanya’da resim pedagojisi üzerine eğitim alır ve memleketine döndüğünde ressam ve resim öğretmeni olarak hayatını sürdürür. Resim yapar, aynı zamanda resim üzerine düşünür. Düşündükçe de kalemine sarılır. Aksel, içine doğduğu kültürel hafızanın zengin ve derin dünyasını erken keşfetmiştir. Bunun yanında muhtemelen Almanya seyahatinden döndükten sonra Batı sanatıyla da ciddi anlamda yüzleşir. Geçmişi önemser ama geçmişe saplanmayı patolojik bulur. Onun için gün, bugündür. Çünkü geçmiş, anlamlı ve eskimeyen taraflarıyla kökümüzdür. Kökten neşet eden ağacın meyvelerinin bugünün koşullarına, ihtiyaçlarına cevap vermesi bir zarurettir; cevap veremiyorsa da bunun bir yolu bulunmalıdır. Aksi durumda ortaya sadece ve sadece kötü bir taklit çıkar.
Farklı konularda değişik zeminlerde kaleme aldığı yazıları ve kitaplarını Beşir Ayvazoğlu incelikli çaba ve takdir edilesi bir emekle bir araya getirdi ve günün sonunda Malik Aksel kitaplığı ortaya çıktı. Kitapların isimleri sırasıyla şöyle: Sanat Hayatı: Resim Sergisinde Otuz Gün, Anadolu Halk Resimleri, Türklerde Dinî Resimler, İstanbul’un Ortası, Sanat ve Folklor, Masal ve Resim. Bu seriye Ayvazoğlu’nun kaleme aldığı güzel biyografi kitabını da eklemeliyiz: Malik Aksel: Evimizin Ressamı.
Her bir kitapta kıyıya köşeye gizlenmiş ufuk açıcı detaylar bulmak mümkün. Özellikle kurgu açısından Sanat Hayatı: Resim Sergisinde Otuz Gün kitabını anmalıyım. 1941 yılında Devlet Resim ve Heykel Sergisi üçüncü kez açılmaktadır. Aksel’in kendi eserlerinin de sergilendiği bu etkinliği, Aksel yakından takip eder ve sergiye dair bir günlük tutar. Kurmaca ile gerçek parçaların iç içe geçtiği bu metinlerde devrin resim anlayışı ve tartışmaları, ressam dedikoduları, sanat meseleleri günbegün ele alınır. Yazar bizi yalın ve keskin gözlemleri eşliğinde düşünsel bir serüvene çıkarır.
Hülâsa Malik Aksel’in dünyasına misafir olmak eşsiz bir deneyim. Yazıyı Sanat ve Folklor kitabından bir alıntı ile bitirelim. Özellikle bugünlerde milli ve yerli sanat tartışmaları tekrar günyüzüne çıkmışken Aksel’in aktardıkları, 1950’den 2023’e yazılmış bir mektup gibi de düşünülebilir pekâlâ.
Yenilikçiler sanat değerini ileriden, gelenekçiler de geriden aldıkları için bir türlü anlaşamazlar. Sanatın ebedî med ve cezri hükmünü icra eder. Çağımızda ‘milletlerarası’ sanattan sonra insanlık tekrar kendi köklerini aramaya başlıyor. Bizde bazen irili ufaklı birtakım sesler çıkar, ‘Millî sanat bozkırı terennüm etmeli!’ derken kağnılar, Memişler, çeşmebaşında Kezbanlar hatıra gelir. Bazen millî sanat denince kandiller, türbeler, sebiller, camiler, hanlar, hâsılı antikacı zevki eserler yaşatmak istenir. Bazen de ‘Millî sanat kökünü Saray’a dönmekte, minyatürlerde, tezhiplerde, çinilerde aramalıdır.’ denir. Kimi kere halk sanatı ile millî sanatın doğacağını ‘Ah Minelaşk’ resminde olduğu gibi rastıklı kaşlar, badem gözlü dilberlerin rumuzlu tasvirleri Âşık Garip taşbaskılarından ve Dev Sefid ile Zaloğlu Rüstem menkıbeleri şeklindeki resimlerden ilham alınması icap edeceği söylenir. Bütün bunlar üzerinde durulacak meselelerdir. Fakat sanatın hem millî, hem yeni olması onun en zor tarafıdır. Asıl başarı da bundan sonradır. Millî sanat olduğu yerde kalan, eskiyi anlatan sanat oldukça o nisbette çevresiyle, hayat ile münasebetini daraltmış olur. Bugün bir sülüs yazı ile bir afiş yapmak mümkün değildir. Bir minyatürle bugün görüş ve duyuşlarımızı anlatamayız. Millî olacak diye zil varken kapıya tokmak yapılamaz. Böyle bir süse de ihtiyaç yoktur. Kalorifer dururken mangalı odamıza getiremeyiz. Bir sanat ‘millî’ olduğu için değil, evvela güzel olduğu için değerlenir. Hâlbuki bizde millî eser bazen de şalvarı, cebkeni yahut nedense davul zurnayı hatırlatır. Bugün binlerce defa tekrarlanmış olan güneşin gurubu veya tulu’u gene binlerce defa yapılabilir. Eskiye bağlanmadan da millî olabilir. Tesir şüphesiz iyi şeydir, fakat kopya hiçbir zaman… Nitekim eski sanatkârın eseri taklit değildi. O, eserini günün ihtiyaçlarına uydurmasını, manalandırmasını, çeşitli sanat kollarına bağlanmasını biliyordu. Bir camiin etrafına ne ağaçları dikileceğini hesaplamıştı. Bugün bile birçok camilerin mescitlerin etrafında çitlembik ağaçları vardır. Bunların sık yaprakları cami avlusunu gölgelendirmek, oraya serinlik vermek içindir.
İki yüz seneden beri garp sanatını taklitte türlü gayretler sarf ettik. Bunu medeniyet icapları sandık ve böylece hızlı yol alacağımızı umduk. Dışarıdan gelen bu yabancı sanatların bir yama gibi sırıttığını ve zevkimizi kötülediğini görünce birçoklarımızın akılları başına geldi. Bedesten’de yapılan Louis Quinze mobilyalarla Paris’te yapılanlar bir değildir. Kökü dışarıda olan sanat ağacının meyveleri köküne bağlıdır. Çevresinden alınan bir ağaç bile güzel meyve vermez.
Millî sanat üzerine ne kadar durulsa o kadar yerinde bir iş yapılmış olur kanaatindeyim. Bunu sarf edeceğimiz zamanı hiçbir zaman çok görmemeliyiz (Hisar, nr. 2, Nisan 1950, s. 6-7) [1]
Murat Pay
[1] Malik Aksel, Sanat ve Folklor, yayına hazırlayan: Beşir Ayvazoğlu, İstanbul: Kapı Yayınları, 2011, s. 76, 77.
* Başlık, Beşir Ayvazoğlu’nun Malik Aksel hakkındaki biyografik metninden alınmıştır: Beşir Ayvazoğlu, Malik Aksel: Evimizin Ressamı, İstanbul: Kapı Yayınları, 2015.
** Kapak Resmi: Malik Aksel, Halay, Bursa Kent Müzesi.