O sıralar program yaptığım televizyonun müdürü bana koridorda rastlamış ve şöyle demişti: “Bu sene ramazanı çok farklı geçireceğiz.” Öyleydi gerçekten, uzun uğraşlardan sonra izin alınmış, iftar ve sahur çekimlerinin Zeytin Dağı’nda yapılabilmesi için hazırlıklara başlanmıştı bile. Birkaç dakikalık sohbet sırasında zihnim bazı kelimeler arasında mekik dokudu: Pilatus, Golgota, Kıyamet Kilisesi, Ağlama Duvarı, Mescid-i Aksa, Kudüs Surresi, Şam Kapısı, taştan yontulmuş evler, iç çarşılar… Birden heyecana kapıldım ve “beni de götürün lütfen” deyiverdim. İlk ve tek Kudüs yolculuğumun hikâyesi böyle başladı. Ama önce Golgota’dan bahsedeyim:
Uzun yıllar önce, taşradaki küçük edebiyat grubumuzdan bazı arkadaşlar, sevdikleri şairlerin bir dizi şiirini fotokopi ile çoğaltır, ciltlettirir, hazırladıkları bir miktar amatör nüshayı dağıtırlardı. Koca bir şiir toplamı içerisinden yapılan bu şahsi ve korsan seçkiyi karşılıklı okumaktan ayrı bir zevk alırdık. İlkin Enis Batur’un Sarnıç’ından alınmış bir bölümde karşılaştım Golgotha ile. “Bendim işte / Avcumda çiviler Golgotha’ya tırmanan / Bendim Bağdat’ta iki gün iki gece / süren Galeyandan önce yedi yıl yedi çöl.” O gün öğrendik ki şiirde geçen Golgotha Hz İsa’nın çarmıha gerildiği yerdir. Aradan kaç yıl geçti hatırlamıyorum, bu kez çok benzer bir şiirde bir kez daha karşılaştım Golgota ile. Şimdi aynı tepeye tırmanan İsmet Özel’di: “İsa Golgota’ya çıkarken tökezlemeden önce / Önü sıra sendeleyip ayağı burkulan bendim / Yar idim dulda saydı beni açmak isteyen gonca / Dert oldum Hira’ya beni teskine geldi Efendim.” İki şiirle çıktığım bu “çarmıh tepesi”ni ben Kudüs’ün taşrasında bir yer olarak hayal etmiş, İsa’nın “çile yolu”nu da şehrin dışına doğru uzatmıştım. Meğer öyle değilmiş. Kendi dizemi kurduğumda artık Golgota’nın nerede olduğunu biliyordum: “Oysa yorgun bir erkektir buğday başaklarını tanrıya inandıran / Ne bıldırcın etiyle çölden geçirilmiştir ne çarmıhla Golgota’dan.”
Her Kudüs ziyaretçisinin aklında, izlediği görüntülerden, gazete manşetlerinden ve şahitlerden derlenmiş sayısız sahne vardır. Bu “çağdaş” sahne şehrin yeni kaderidir. Ama benim bu kadere ekleyecek başka sahnelerim de vardı. Zeytin Dağı’nı görmeden önce mesela Falih Rıfkı Atay’ın adını bu dağdan alan harikulade kitabını okumuş, hüzünlenmiş, kendimi çaresiz hissetmiş, yamaçta Alman Hastanesine kurulan karargâhta Cemal Paşa’nın bıyıklarını hayal etmiştim. Bir moda hâline gelmiş Arap milliyetçiliğinin karşısında Paşa’nın bıyıkları, vereceği en kötü kararın ilk habercisiydi çünkü: “Eğer Cemal Paşa biriyle görüştüğü zaman burnunu kaşırsa sürgünü, sakalını karıştırırsa affedip etmemeyi düşünüyor demektir. Yalnız bıyık burmasından korkunuz, o zaman bu görüşmenin ölüme kadar yolu vardır.” Kudüs’e doğru yola çıkmadan önce zaman zaman büyüterek baktığım bir de resim vardı belleğimde: Enver Paşa bir grup insanla beraber Mescid-i Aksa’nın bahçesinde yürüyor, adeta çaresiz imparatorluğun kutsal mekândaki son resmi ayinini yapıyordu. Cemal Paşa, gür sakallarıyla Enver Paşa’nın hemen yanındaydı…
Başka hayali yolculuklarım da olmuştu Kudüs’e. Amin Maalouf’un Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri’ne ben de katılmış, bir kenti fethetmenin adabından yoksun şövalyelerin kıyımına tanık olmuş, yurtlarından çok uzaktaki bir kaleye bayrak asan bu yabancıların kinini anlamaya çalışmıştım. Sonra bir gün Şam’a gittim ve bu savaş hacılarını uzak ülkelerine geri gönderen Selahaddin Eyyubi’nin türbesi başında dikilirken kitaba bir kez daha geri döndüm. Bazen edebiyat, hayat ve tarih iç içe geçer. Golgota’yı Kudüs’ün çok uzağında bir yerde hayal ettiğim günlerde, o çile yolundan bir de Bulgakov’un Üstat ve Margarita’sı ile birlikte geçmiştim. Stalin Moskova’sı ile Hz. İsa’nın Kudüs’ü arasında gidip gelen roman, geçmişle geleceği, zalimle mazlumu, mağrurla madunu, muktedirle zayıfı bir sahneden öbür sahneye taşıyıp duruyordu. Sonunda Roma valisi Pilatus, “tuhaf bazı iddialarla” ortaya çıkan İsa’yı Yahudilerin önüne atacak, kendi şeraitinize göre yargılayın diyecekti. Çarmıha davetiye çıkaran basit bir dudak hareketiydi onunkisi…
Ben elbette Surre Alayı’nın meşakkatli yollarından geçerek varmadım Kudüs’e. İstanbul’dan Ben Gurion Havaalanı’na gidecek olan uçakta yerimi almış, tedirginlikle iki saat sonrasını düşünmekteydim. Beni sorgulayacaklar mıydı? Ülkelerine niçin geldiğimi sorduklarında ne cevap verecektim? Diğer koltuklardaki İbranilere bakıyor, kendi memleketime dönen bir uçakta otursam ben de böyle rahat olurdum diye geçiriyordum içimden. Korktuğum başıma gelmedi, Yahudi polisin ekranda bir süre oyalandıktan sonra bastığı mühürle derin bir nefes aldım ve dışarıda beni bekleyen taksiye bindim. Yol boyunca Filistinli şoförle hem her şeyi konuşuyor hem de hiçbir şey konuşamıyorduk. Böyle zamanlarda dilimizdeki bazı Arapça sözcükler imdadınıza yetişir. Maşallah, maşallah dersiniz mesela. İyi niyetli ve konuşkan şoförün yolcusunu kendi hâline bıraktığı kısa aralıklarda solumdaki yamaçlara, yer yer kıyısından geçtiğimiz zeytin ağaçlarına bakarak, ruhen de Kudüs’e hazırlanmaya çalışıyordum. İtiraf edeyim ki bir saatlik güzergâhta, hayatımın en hususi yolculuklarından birini yaptım. Daha yoldayken bildik dünya zamanından kopmuş, çok eski bir anayurda varmanın heyecanına yenik düşmüştüm. Nihayetinde Kudüs’e kavuşacaktım…
Belleğimde Kudüs’e dair unutulmaz iki görüntü var artık: Biri Zeytin Dağı’ndan bir zamanlar Cemal Paşa’nın karargâh olarak kullandığı binanın hemen alt tarafından güneş batarken gördüğüm kederli Kudüs, diğeri ise Mescid-i Aksa’dan Golgota’ya yürüdüğüm iç şehir. Ne ilki ne de ikincisi daha önce gördüğüm şehirlere benziyordu. Zeytin Dağı’ndan görünen Kudüs, ilahi bir el tarafından binlerce yıl önce yavaşça oraya kondurulmuş gibiydi. Ona öyle cepheden bakarken kesin olarak zamandan koptum ve tarihin bütün beyhude anlarını çetelesinden çıkarmış ama onun özünü ısrarla saklamış kutsal bir mabedin tesiri altına girdim. Bu tesir, surların içine girdiğimde bana adımlarımı hızlı atmamamı telkin etti. O ezeli ve ebedi ayine dâhil olmanın vakti gelmişti. Mescid-i Aksa’da alınları secdeye giden binlerce Müslüman insan gördüm; Mescid-i Aksa’nın yan duvarında alınlarını kuru bir duvara dayayarak öylece bir süre donakalan siyah giysili yüzlerce Yahudi insan gördüm; Ermeni Kilisesi’nin önünden bir rahibin mihmandarlığında biraz yukarıya Golgota’ya doğru yol alan onlarca Hristiyan insan gördüm. Yeryüzünün her bir noktasına yayılmış ve kendi dünyalarını kurmuş bu inançların mensupları burada, bu ezeli ve ebedi meşk yerinde bu küçücük sahnede birbirlerine nazire yaparcasına dua ediyorlardı. Bir an uzaydan bir yerden bu üçlü sahneye bakmayı hayal ettim ve içimden birden şu sözcükler döküldü: Tanrı’nın tiyatrosu.
Filistinlilerin ülkesine yaptığım yolculuk bitip de evime dönünce, Kudüs’le uyuyup Kudüs’le uyanmaya başladım. Bazı arkadaşlarım bunun bir “kutsallık sendromu” olduğunu ve bu şehirden dönen herkesin bir süre bu sendroma tutulduğunu söylediler. Bir hafta içinde geçermiş! Öyle olmadı. Bugün de Kudüs’ün ebedi evim olduğunu ve onu gördükten sonra kendimi hep biraz gurbette hissettiğimi niye saklayayım ki…
Ali Ayçil