Halit Refiğ (1934-2009) ulusal sinema inşa edebilmek için bazı yönetmen ve senarist arkadaşlarıyla birlikte mücadele vermiş bir sinemacı. Kendi sinemamızı küçümsemek, Amerika ve Avrupa sineması karşısında ezik hissetmek yerine, ülke insanımızın hikâyelerini ele almayı önermiş, bu konuda yazılar da kaleme almıştır. Yerli edebiyattan ilham alırken Refiğ’in yolu Kemal Tahir’le (1910-1973) kesişir ve kitabından aynı adla uyarladığı Karılar Koğuşu (1990) filmi ortaya çıkar.
Film “1942, Malatya Cezaevi” ibaresiyle açılıyor. 1938’de Nazım Hikmet’le aynı zamanda hapse giren yazarın otobiyografik eserinden beyazperdeye aktarılan film boyunca, yazarı temsil eden gazeteci İstanbullu Murat Bey’in şaire mektup yazdığını görüyoruz. Kendi şahsi mahpus odasında Nazım’ın resmi asılıdır; masa ve duvarlar zamanın ruhunu yansıtan kitaplarla dergilerle doludur. Tutuklanma sebebi olarak “askeri isyana teşvik” gösterilse de suça konu olan eylem, yazarın astsubay olan kardeşi Nuri Tahir’e Sabahattin Ali’nin bir kitabını vermesinden ibarettir.
Filmin zemininde 2. Dünya Savaşı’nın gölgesi var. Türkiye savaşa katılacak mı, katılacaksa Almanların yanında mı yer alacak gibi belirsizlikler, yoksulluğu tetiklemiştir. Filmde yoksulluğun ahlâki düşüşü tetiklediği ima edilir. Tam bir despotizme teslim olan dünyayla birlikte, Türkiye’de de mevcut yönetime yönelik en küçük eleştiri, bir insanın hürriyetini kaybetmesine, uzun seneler hapis cezası almasına yetmektedir ki Murat Bey de entipüften bir sebeple onbeş sene ceza almıştır.
Kemal Tahir’in kendi hikâyesine de dayanan film, kitaptaki birçok detay atlanmış olsa da zamanın cezaevi koşulları, suçlu kadınların profilleri, Anadolu’daki kadın, aile, cinsellik ve ahlâk anlayışı hakkında kapsamlı biçimde fikir veriyor. Kader mahkûmu kadınlar çoğunlukla toplumun en alt ve en yoksul katmanlarından gelmektedir. Yakışıklı, anlayışlı, kültürlü ve yardımsever bir kişi olan Murat, daha önce pek de muhatap olmadıkları bir erkek tipidir; doğal olarak çoğu kadın mahkûm, ona platonik şekilde sevdalanmıştır. Onların bu eğilimlerini istismar etmeyen, kadınlıklarıyla ilişki kurmaya set çeken Murat, hepsine ağabeylik ve hamilik yapmaya, kurtuluşları için istidalarını yazmaya, içerideki ve dışarıdaki dertlerini çözmeye yönelir. Cezaevi müdürü de yirmi yıllık evli ve çocuksuz olduğu hâlde başka hiçbir kadına yönelmez, tersine yetimlerden evlat edinerek babalık yapmak ister. Okumuş adamlar ahlâk ve fazilet timsalidir filme göre.
Yönetmen neredeyse tek bir mekânda uzun fakat sürükleyici ve sıkılmadan izlenen bir film yapmayı başarmış. Bu başarıda romanın yazarının yapaylıktan ve ağdalı bir edebiyattan uzak kalışının, kadınların diline, hissiyatına, toplumsal konumuna ve cezaevi ortamına derinlemesine aşina oluşunun da etkisi var. Filmde de açıkça vurgulandığı gibi yazarın devlete verdiği tek zarar, cezaevi müdürünün odasındaki daktiloyu kullanarak kadınların itiraz dilekçelerini yazmaktan ibarettir. Murat Bey özel yazılarını ve romanlarını ise el yazısıyla sarı defterlere yazmaktadır.
Filmde erkek karakterler fazla öne çıkmazlar. Yöneticiler merhametli ve toleranslıdırlar; alt kademedeki hizmetliler ve mahkûmlarda ise saflıkla bayağılığın iç içe geçtiği, kadınların cinsel nesneler olarak görüldüğü bir insanlık durumu söz konusu. Muallimlik, memuriyet gibi nice devlet işinden sonra para kazanmak için kendini üfürükçülüğe vuran, bir kasidede siyasi taşlama yapan “hoca” da, dördüncü kocasına varmış varlıklı bir kadınken ağzından İsmet Paşa’ya bir kem söz çıkıveren Hubuş da fikir suçundan yatmaktadır ki filmin ironisi burada ortaya çıkar. Bir kelime yüzünden fişlenmiş ve sicili bozulmuş biri olmak hocanın çok ağırına gider. Film bu yönüyle zamanın sert/despot/acımasız yönetiminin dışavurumu gibidir.
Filmin önümüze serdiği gerçeklik şu ki 40’lı yıllarda Anadolu’da kadınlar becerileri, meslekleri, üretkenlikleri, olumlu meziyetleri, topluma katkıları ile değil, sadece bedensel işlevleri ve cinsellikleri ile mevzu bahis olabilmekte. Kadınlar, erkekler tarafından ele geçirilecek nesneler ve bu aşağılanmayı içselleştirmiş bireyler olarak bütün zaafları, umutları, arzuları, utanmasızlıkları ile dünya sahnesinde yerlerini alırlar. Onlar da erkeklerin lisanındaki gibi öfkelenince birbirlerine “orospu/kaltak” diye seslenmekten çekinmezler. Toplumun dağıttığı rollere uygun biçimde cinsiyetçi/küfürbaz/kadını aşağılayan bir dilde erkeklerle ortaklaşmaları adeta yaşamın olağan çelişkisi.
Öte yandan buradaki kadınlar görece de olsa “makus” talihe başkaldırmış, ezilmeyi, horlanmayı reddetmiş, başına buyruk işlere kalkışıp cana kıymış ya da “sermaye” olmayı yoksulluğa tercih etmiş kadınlardır. Para, güç, ahlâk, namus kavramlarının çarpışmasından doğan diyaloglar çok can yakıcı. Kadınların çilesi hapiste de bitmez, bazen birbirlerine rakip olurlar, bazen dayanışma ve merhamet galebe çalar. Acıları paylaşıp zor zamanlarda birbirlerine arka çıkarlar.
Malatya Genelevi’nde hayat kadını olarak çalışan ve bir şoföre hakaretten tutuklanıp bir ay hapse mahkûm edilen Tözey, kendisinden yaşça küçük âşığı Ali ile birlikte olup kocasını zehirleyen ve sonunda idam edilen iki çocuk anası Adıyamanlı Hanım Kuzu, hırsızlıktan ceza alan çingene, zinadan üç aya mahkûm Nafia, Reisicumhura (Millî Şef’e) ve hükümete hakaret eden siyasî mahkûm Hubuş Hanım, kavga ettiği komşu kadını ısırarak ölümüne sebep olduğundan iki yıla mahkûm edilen Kürt Gevre, kaynanasını öldüren Sıdıka… Her birisi suçludur ama insaniyetlerine de vurgu yapılır filmde. Hanım’ın temyizi işe yaramayıp idam edilince büyük bir acı ve yas yaşanır. Filmin en vurucu sahneleri bu bölümde gerçekleşiyor ve sehpaya götürülmek üzere uykusundan uyandırılan kadının acısı seyirciye bütünüyle geçiyor. Resmi görevli celladın bir kadını asmayı reddetmesi ve yere düşen Hanım’ın yüzündeki kanları şefkatle silmesi de toplumun sinir uçları/kırmızı çizgileriyle ilgili önemli bir sahne. Hülya Koçyiğit’in canlandırdığı Tözey’in merhametli/faziletli yanları, Vesikalı Yarim filmindeki hayat kadınının aile konusundaki hassasiyeti yüzünden sevdiği evli adamı terk etmesini hatırlatıyor. İnsanın içinde envai çeşit duygular kaynaşır ve hiç kimse bütünüyle iyi ya da kötü değildir. Aslında her kadının içinde saklı cevherler ve saf bir kalp vardır filme göre.
Milli Şef İnönü despot olmasına despottur ama filmde kadınların çalışıp para kazanmasının önünü açan kişi olarak da takdir edilir. Gardiyan Ayşe Hanım’ın kazandığı parayı sarhoş oğluna kaptırması da ayrı bir dram. Bu arada 1934’te kadına seçme ve seçilme hakkı tanındığından Ayşe Hanım’ın özgüveni tavan yapmıştır ve bu da kadına verilen hakların sahadaki etkilerini gözler önüne serer: “Lâkin Allah o paşaların tuttuğunu altın ede. Karıları çalıştırma âdetini çıkarmasaydı, bizi bu kapıya kim uğratırdı? Benim özüm doğrudur. Birisi benim hakkımı yerse ben mahşerde alırım. Bu hükümetin devrinde karı kısmını bir vakit ayaklayamazlar. Allah hükümete zeval vermesin. Reyi karılara da verdi. Bir karının sözü, bir erkeğin sözünden ileri geçiyor.”
Kadının çalışması bir değer ve üstünlük vesilesi olarak ortaya konulmaya başlamıştır bile. İdeal kadının kim olduğunu, baş gardiyanın Murat’a âşık olan kızı Nebahat’in on yaşlarındaki küçük kız kardeşinin ağzından, Tözey’e ayar vermeye kalkışırken öğreniriz: “Ablam güzeldir ve akıllıdır. Çünkü bir kere ahlâkı güzel… Anamın, babamın sözünü dinler. Sonra iş yerinde çalışıp para kazanır. Çok gülmez. Sinemaya gitmez. Elin kızları gibi boya sürmez…” Bu ölçüler, Murat’ın (Kemal Tahir’in) bir kadında aradığı ölçüler ile örtüşür. Zaten genç yaşta evlendiği öğretmen hanım Fatma İrfan’a yazdığı mektuplarda (Kemal Tahir’den Fatma İrfan’a Mektuplar) kullandığı özenli dilin, romanlarında kadınları anlatırken kullandığı dille hiç alâkası yok.
Kemal Tahir birçok büyük yazar gibi cinsiyetçilikle, kadını esas insan olarak görmemekle suçlanıyor. Kadınları aşağılayan eril dilleri yüzünden eleştirilen erkek yazarlar arasında yerini almaktan kurtulabilmiş değil. Gaflet: Modern Türkçe Edebiyatın Cinsiyetçi Sinir Uçları (2019) adlı derleme kitapta Merin Sever, Kemal Tahir’i kadın meselesinde “sınavı geçemeyen yazar” olarak tanımlamış. Elbette romanlarda bu ifade tarzının ne kadarı var-olanı aktarmak, ne kadarı kendi fikirlerini sızdırmak ve kahramanlara söyletmek amacıyla kullanıldığı belli değildir ama bunu dikkatli bir incelemeyle anlamak mümkündür.
Romanını genç yaşlarda yazan yazarın yayınlamayı tercih etmemesine rağmen, kitabın taslağını yayınlayan ikinci eşi Semiha Sıdıka Hanım, dosyadaki başlığa sadık kalmıştır. Bu yüzden yazar, filme de adını veren Karılar Koğuşu başlığını muhafaza etmek ister miydi bunu hiç bilemeyeceğiz.
Yıldız Ramazanoğlu