Muhsin Bey filminde [1] Muhsin Kanadıkırık (Şener Şen) ile Ali Nazik (Uğur Yücel) arasında geçen hayâller sahnesinde Muhsin Bey’in konuşmasıyla başlayan diyalog şu şekilde gelişir:
-Çok paramız olursa Üsküdar’da bir ev alırım, Kız Kulesi’ni gören. Yeter Beyoğlu’nun kahrını çektiğim.
-Ben bir kebapçı dükkanı kapatıram, sırf bana kebap yapsınlar.
-Tekrar tespih yapmaya başlarım. Eski arkadaşlar toplanıp fasıl geçeriz.
-İpek bir göynek alıram; pembe, beyaz bir elbise, altın kolye, İbrahim gibi.
-Âfitap Hanım’ı düşkünler evinden çeker, alırım.
-Bi sürü karıyı koynuma almak isterem, (…).
-Sevda Hanım’ı da çağırırım, gelirse tabii.
Esasında her ikisinin de kendi dünyalarına ait birer monolog ortaya koyduğu bu sahnede hayâller, Muhsin Bey’de daha romantik hâldeyken Ali Nazik’te arabesk bir forma bürünür. Ancak her fırsatta “Arabesk yok!” der Muhsin Bey. “Arabeski aklından çıkar. Senin kendi türkülerin yok mu? Onları söyle! O zaman içten okursun, o zaman güzel okursun.” Arabesk, kırmızı çizgisidir. Film boyunca bir eski İstanbul beyefendisi portresi sunan Muhsin Bey; seksenler İstanbul’undaki dönüşüme yabancı ve zamanın ruhuna uyumsuz kalmıştır. Hâlâ kendi mütevazı dünyasının romantizminde, hayâller âleminde yaşamaktadır. Onun için Kız Kulesi’ni gören Üsküdar’daki bir eve sahip olmanın keyfi paha biçilemezdir.
“İstanbul’u seyredebileceğiniz en kötü yer Kız Kulesi’dir.” der Sunay Akın. Kız Kulesi siluetinin dahil olmadığı bir İstanbul seyrinin düşünülmesi bile mevzubahis değildir zira. Bilindiği kadarıyla kule milâttan önceki yıllara dayanan varlığıyla, şimdiye dek geçen süre zarfında İstanbul’un tarihî çehresine ait değişimin en önemli tanıklarından. Bugün ise kulenin simge kültürel miras mekânı olmanın yanında, romantik akşam yemeklerinin adresi ve İstanbul’da evlenme teklifi edilen popüler mekânlardan biri olarak tüketim nesnesine dönüştüğü görülür. Diğer yandan turistlerin uğrak yerlerinden Suriçi’ndeki kitap ve hediyelik eşya satılan mağazalarda Kız Kulesi formunda tasarlanmış çok parçalı yemek takımlarına rastlamak işten bile değil. Üstelik bu ergonomik dahi olmayan takımların muhtemel alıcı hedef kitlesi, kişide önü alınamaz bir merak duygusu uyandırır. Bu tasarımlar bir anlamda miras değerlerinin metaa dönüştürülerek “kitsch”leşmesini imler. Bir başka yönden bakılacak olunursa, büyük resimde koskoca bir kültürel miras mekânı olarak nitelendirilebilecek İstanbul; barok güzeli miras değerleri ile iç içe geçmiş “gölge etme başka ihsan istemez” nev’inden star mimar tasarımı yeni yapıları; aynı zamanda marka değeri yönünden mirasın kullanımı ve tüketimi algısıyla, olağanüstü arabesk bir hâlin ifadesidir sanki.
“Mirasın yanında yazar, şair, ressam, heykeltıraş, müzisyen ve fotoğraf sanatçısı gibi kent tutkunları, dahası kentsel imge yaratıcıları, herhangi bir kenti marka hâline getirebilirler. (…) Kafka’sız bir Prag, Yahya Kemal’siz İstanbul, Victor Hugo’suz Paris düşünülemeyeceğine göre” [2]; ya da Kız Kule’siz Muhsin Bey, New York Beşinci Cadde’siz Holly [3]… Öte yandan kentsel mekânla, ona karşı besledikleri öfke ile özdeşleşmiş isimlere rastlamak da mümkün; tıpkı yazar Guy de Mauppassant’ın Eyfel (Eiffel) Kulesi’ne olan hıncı gibi. Söylenegeldiğine göre Mauppassant, Paris’i her ziyaretinde kulenin birinci katındaki kafede kahvesini yudumlar; çünkü Paris’te bu “korkunç çelik yapının” görülemeyeceği tek yer orasıdır. Günümüzde romantizm denildiğinde ilk akla gelen kent olan Paris, en fazla turizm geliri sağlayan kentlerden biri aynı zamanda. Paris’in simgesi olan Eyfel Kulesi ise bu romantik kent algısının tam ortasında çelik gövdesiyle yükselmekte. 19. yüzyıl sonunda Dünya Fuarı münasebetiyle geçici olarak dikilmesi planlanan Eyfel Kulesi, uzun yıllardır turizm ve romantik kent deneyiminin bileşkesi olarak, tüketim kültürü odağında başarılı bir pazarlamanın göstergesi.
Bugün romantizm olgusu “alt manâda” iki insan arasındaki aşkı ifade eden karşılığıyla, tüketim toplumuna ve dolayısıyla kültür endüstrisine de en fazla hizmet eden kavramlardan. Çünkü aşk, su götürmez şekilde bütün zamanların en çok rağbet gören duygusu. Şiirler, şarkılar, masallar her daim bu duygu üzerinden şekillenir. Edebiyat, resim, heykel -daha yakın döneme bakılırsa- fotoğraf ve yedinci sanat; aşkı tarif edip betimler. Savaşlar, doğal afetler, ekonomik krizler; aşkın ve romantizm olgusunun popüler temsilini sekteye uğratamaz; yalnızca ufak tefek form değişiklikleriyle bu olgu tüketim kültürünün baş aktörlerinden biri olmaya devam eder. Günümüzdeyse artık evlenme teklifi sonrası miras mekânına ait fotoğraflarda sevdiceğin etiketlenip sosyal medyada sunulması en fazla rağbet gören “romantik” eylemlerden biri. Bu doğrultuda markalaşmış kentsel miras mekânları ziyaretçiler tarafından “işe yararlılıkları bağlamında” [4] kavranarak; yapıtlar “boş imgelerle” [5] gözlenerek deneyime ortak edilmekteler. Oysa “deneyim için deneyimlenecek nesneler bulunması yetmez; deneyimleyebilecek öznelere ihtiyaç vardır. Yani, çağdaş dünyada bulunmayan türden kişilere” [6]… Söz gelimi yaşadığımız çağda bin bir zahmet ve eziyetle Machu Picchu Antik Kenti’ne yapılacak bir seyahat, sosyal medya paylaşımları olmaksızın, deneyimini içselleştirebileceği hâliyle bunu deneyimleyen kişide yeterli bir tatmin duygusu ya da mutluluk hissi oluşturabilir mi? Hâlbuki İnka Medeniyeti’nden uzanıp bugüne el veren Machu Picchu, salt manâda insan ruhunun biricikliğine dokunabilecek en “romantik” mekânlardan biridir pekâlâ.
Hayata karşı iflah olmaz bir romantik olması yönüyle bu yazıda bahsi geçen Muhsin Bey’e dönersek, seyir boyunca kaypak mizacının gün yüzüne çıkması beklenen Ali Nazik’le filmin son sahnelerinden birinde yüzleşir. Yaşamın kendisine sunduklarına karşı bir türlü nezaket gösteremeyen ama ne yazık aç gözlü ve hoyrat olmayı yeğleyen Ali, pembe ipek gömleği, altın kolyesi, fönlü saçları ve beyaz takımı içerisinde arabesk bir figürdür artık; nahif yaradılışlı Muhsin Bey için tam bir hayâl kırıklığıdır. “Ağam, kusura bakma kendimi kurtarmam lâzımdı.” diye savunmaya geçtiğinde ise Muhsin Bey’in “Kurtardın mı bari?” şeklindeki sorgusu, Ali Nazik’in içerisine düştüğü ironik hâle işaret eder.
Bu yüzleşmeden ilhamla akla takılan soru şudur: Paçanga böreği ve patates kızartması kokularını, çatal, bıçak şakırtılarını reva görerek, tüketim toplumunun “bir tornadan çıkmışçasına aynı hayâli yaşatmaya odaklı romantizm algısına” hizmet edecek şekilde yeniden işlevlendirerek miras mekânlarını gerçek anlamda kurtarmış, korumuş; sürdürülebilirliği sağlamış oluyor muyuz peki? Elbette ki kültürel mirasın sürdürülebilirliğine turizm gelirlerinin katkısı yadsınamaz. Ancak neden kültürel miras ve turizm ilişkisi dönüp dolaşıp yeme-içme, konaklama ve son zerresine kadar tüketme algısı üzerinden şekillenmek zorunda bırakılır? Örneğin bugünlerde yeniden restorasyona alınan Kız Kulesi, sadece tarihî görünümün kıymetli unsurlarından biri olarak kalsa nasıl olur?
Kübra Turangil
[1] Muhsin Bey (1986, yön: Yavuz Turgul): Eski bir Klasik Türk Müziği yapımcısı Muhsin Kanadıkırık ile şöhret olmak isteyen Ali Nazik’in hikayesini anlatan film, 1980’li yıllarda İstanbul ile beraber dönüşen kültür ve sanat değerlerini ve yozlaşan insan ilişkilerini betimler.
[2] Nebi Özdemir, “Kültür Ekonomisi ve Endüstrileri ile Kültürel Miras Yönetimi İlişkisi”, Milli Folklor, sayı: 84, s. 82, 2009.
[3] Breakfast at Tiffany’s (1961, Blake Edwards): Tiffany’de Kahvaltı filminde Audrey Hepburn’ün canlandırdığı Holly, her uzun gecenin sabahında Beşinci Cadde’deki mücevher mağazası Tiffany’nin vitrinine bakarak kahvaltı eder.
[4] Uğur Tanyeli, “Titanic Orkestrası: Deneyimin Batışı”, Rüya, İnşa, İtiraz: Mimari Eleştiri Metinleri, İstanbul:Boyut Yayıncılık, 2013, s. 372.
[5] Uğur Tanyeli, Rüya, İnşa, İtiraz: Mimari Eleştiri Metinleri.
[6] Uğur Tanyeli, Rüya, İnşa, İtiraz: Mimari Eleştiri Metinleri.