Şimdilerde biri coğrafya profesörü, biri edebiyat doçenti, biri motor bölümü uzman hocası, biri de inşaat eksperi olan dört arkadaşımla henüz çok genç olduğumuz bir çağda Ihlara Vadisi’ni gezmeye gitmiş, gitmişken yeraltı şehrine de iniverelim demiştik. Bir bahçeye ya da şu yamaçtan aşağıya iniverelim der gibi içimiz rahat, güle oynaya taş gedikten içeriye girdiğimizi hatırlıyorum. Daracık kaya sokaklardan, kaya odalardan, kaya sunaklardan, kaya kiliselerden geçtik, bir kat aşağıya indik, sonra bir kat daha, bir kat daha. İnsanlar aşağıda, yıldızları ve gökyüzü olmayan büyük bir “kuyu şehir”, bir “Tanrı kent” inşa etmiş, ruhlarını yukarıya salabilmek için bedenlerini derinlere indirmek zorunda kalmışlardı. İlk Hristiyanlar’dı bu şehri inşa edenler; Hz İsa’nın çarmıhından yayılan sızı henüz ilk kuşakların belleğinde tazeliğini koruyordu. Şehir ahalisinin ikili bir hayatı vardı muhtemelen; içlerinden pek çoğu şehrin girişini perdeleyen kaya kapıdan gizlice çıkıp yukarıdaki hayata, “Roma”ya katılıyor, yine aynı gizlilikle aşağıya “taş Kudüs’e” dönüyordu. Hayır, Calvino’nun muhayyel ve bol yıldızlı şehirlerinden hiç birine benzemiyordu aşağıdaki dünya. Burada korku ve iman birbirine sarılmış; yeryüzünün krallığı ile gökyüzünün krallığı arasındaki gerilim had safhaya çıkmış; ama sonunda “yeraltı” yerin üstünü fethetmeyi başarmıştı. Kendi hayat kuyusunu kazanların zaferiydi bu!..
Ben Kış Uykusu’nun uzunluğu yüzünden esneyenlerden biri değilim. Filmi, sinemada koltuğuma yayılarak büyük bir keyifle seyretmiş, bir sonraki filmin de yine böyle upuzun olmasını dileyerek sinemadan ayrılmıştım. Tamam, günlük hayatın otları epey temizlenmiş, kartpostal görüntülere ve diyaloglara fazlaca yaslanılmıştı; tamam, hayattan filme dahil edilen imam efendi ile taşra soylusu arasındaki münasebet insanın kafasında bazı soru işaretleri bırakıyordu; ama yönetmen yerin üstünde, şen tabiatın ortasında bir insan kuyusu inşa etmiş, onu mekânın şiirselliği içinde eritmiş ve ilgi çekici bir hâle getirmişti. Filmi izlerken bir an yıllar önce Ihlara Vadisi’nin çok yakınındaki kuyu şehri hatırlamış, gülümsemiştim. Kış Uykusu’nun mekânı, yeraltı şehrinin hemen üzerinde ya da oraya yakın bir mevkideydi. Aşağıdaki “taş oda”nın yerini yukarıdaki “butik otel” almış, ıstırap şekil değiştirmiş, birey kuyuyu kendi içinde inşa etmeye başlamıştı. Sonra sahneyi Troya taraflarına taşıdı yönetmen. Çanakkale’nin Çan ilçesinde bu kez gerçekten bir kuyu açtı ve at yarışı müptelası babayla oğul genç yazarın kaderini, kazılmaya devam eden bir kuyunun içinde birbirine ekledi. Sanki kuyu “ebedi bir klişe” olarak bir yerlerde duruyor, insan “ebedi bir klişe” olarak doğmaya devam ediyor ve kuyu bir kez daha bağrını ademoğluna açıyordu. Bir Uçmağ’a gidenler bir Tamu’ya inenler vardı; belli ki bu da ruhun kaderiydi. Yine de yeni bir şey vardı burada; baba da oğul da içlerindeki kuyuyu kuyuya indiriyor; birinin susuzluğunu gidermek için, öbüründen medet umuyorlardı…
Böyle yazıp durduğuma bakmayın. Aslında ben kuyulara da kuyu metaforuna da pek yakın biri değilimdir. Yatay düşünme eğilimim yüzünden yukarıyı da çok irdelemem; şairin dediği gibi “Benim adım insanların hizasına yazılmıştır.” Yine de gezdiğim yerlerde, izlediğim filmlerde, okuduğum kitaplarda ara ara kuyular çıkıyor karşıma ve ben o kuyulara bir biçimde inmek zorunda kalıyorum. Atilla’nın Atını Çalan Çocuk mesela. Iván Repila’nın kitabını elime ilk aldığımda isminin çarpıcı çağrışımı bana bambaşka hayaller kurdurmuştu. Bir yandan Per Peterson’un At Çalmaya Gidiyoruz’unu anımsamış, tarih eğitimi almış olma talihsizliğim yüzünde Avrupa Hun coğrafyasını ve Roma sarayındaki güzel prensesi hayal etmiş, Han’ın hâlâ bulanamayan altın mezarının yerini düşünmüş ve başka birkaç çağrışımla kitabın kapağını aralamıştım ki bir kuyuya düşüverdim. Bu kez kuyuda geleceğin peygamberi bir çocuk, bir peygambere inandığı için lanetlenmiş bir halk, içindeki kuyuyla kuyuya inen bir baba oğul değil de, iki küçük kardeş bulunuyordu. İsimsiz iki erkek kardeş; “büyük oğlan” ve “küçük oğlan.” Repila, kuyuyu alabildiğine derinleştirmiş ve itiraf edeyim ki sarsıcı bir hâle getirmişti. Kuyu artık hayatın ortasında açılmış; iki isimsiz çocuk dünyadan yeryüzüne çıkmak için çabalayıp duruyordu…
Herkes oraya düşmüş ve birbirlerine bir şeyler söyleyip duruyor. Bağıranlar, haykıranlar, kahkaha atanlar, hesap soranlar, arkadaş arayanlar, arkadaş bulamayanlar, hakikat dağıtanlar, hakikatten yorulanlar, anneler, çocuklar, yaşlılar, yorgunlar, yılgınlar, yükselmek isteyenler, düşenler, kutlayanlar, lanetleyenler, tweetler, retweetler, beğeniler. Ne toprağın üstünde ne toprağın altında. Artık kuyu da dijital!
Ali Ayçil