İranlı yönetmen Saeed Roustayi, Leyla’nın Kardeşleri (Baradaran-e Leila, 2022) filminde ataerkil toplumlarda varsıl ya da yoksul fark etmeksizin bütün ailenin babanın öfkesi, bastırılmış duyguları, özlemleri ve iç çekişlerinin sınırları içinde şekillendiği aile yapısını gözler önüne seriyor. Bu basıncın günümüz dünyasında bile bir türlü aşılamadığını gösteren yapımlar, son zamanlarda Fikret Reyhan’ın Çatlak filmi (2020) ve televizyon için çekilen Kızılcık Şerbeti dizisiyle de açığa çıktı. Gerçi dizideki Nursema’nın şehirli, otuz yaşında, okumuş ve iyi eğitim almış biri olarak istemediği bir adamla zorla evlendirilişini insanın aklı almıyor. Fakat Leyla’nın kadınlıkla yoksulluğun iç içe geçtiği hikâyesinde, baskı ortamında oluşan benliklerin, kuşaktan kuşağa ezme/ezilme biçimlerini içselleştirmesinin filme aktarımı, daha hakiki bir izlenim veriyor. İran’daki toplumsal dinamikler diğer İslam ülkelerinden oldukça farklı. Bu ülkeye yaptığım yolculuklarda birçok anaerkil aileye ve toplumsal ilişkilerde kadınların başatlığına şahit oldum fakat yönetmenlerin dünyaya seslenirken kafa konforunu besleyen ataerkil ezber formunu sinema için daha elverişli bulmaları anlaşılır bir şey. Devlet baskısı ve zorbalığı o kadar gürültülü ki kimi ev içlerinde yaşanan daha eşit ve dengeli ilişkilerin üzerini örtüyor. Gerçeğin öteki yüzünün, henüz fazla el değmemiş bir alan olarak sinemada işlenmeyi beklediğini söyleyebiliriz. Filmin temel sorusu şu: Yoksulluk bir kader ve zorunluluk mudur, hayattaki doğru seçimlerle bu illeti aşmak mümkün müdür?
Filmin babası İsmail Bey yoksul, yaşlı biri ve hanedan olarak adlandırılan geniş bir ailenin mensubu. Hanedanın reisliğini yapan amcası, kuzenleri ve onların çocukları tarafından hayatı boyunca itilmiş, saygı görmemiş, aşağılanmış; hailesi ve çocukları da bu horgörülmeden payını almış. Reis olan kuzeni Gulam’ın ölümünden bir yıl sonra, yaşı sebebiyle reislik İsmail’e teklif edilir; fakat eski reisin torununun düğününde en pahalı hediyeyi vermesi koşuluyla. Güç ve itibarın paraya dayalı olduğu yerde, İsmail de sabırla para biriktirerek saygı ve erk satın alacağı günlere hazırlanmıştır. İşsiz ve perişan oğullarını iş sahibi yapabilecek altınları gözünü kırpmadan Gulam’ın oğluna vermek istemesi, saygı görmenin her şeyin önüne geçen hayati bir ihtiyaç oluşunun altını kalınca çiziyor. Hanedanı değil, kendini ve ailesini bile yönetmekten aciz, kalp piliyle yaşayan yaşlı adamı, geniş aile içinde bir kez olsun varlık gösterme ateşi sarmıştır. Kendini değerli hissetme duygusunun bir türlü doyurulamadığı coğrafyamızın resmi çekilmektedir adeta. Film boyunca sinemayı “hareketle düşünen bir sanat” olarak felsefeye bağlayan Gilles Deleuze’ü hatırlıyoruz. Zamansızlıktan yakınan günümüz insanına yaşadıkları üzerine düşünmesi için bir alan açmıştır yönetmen. Bedenlerin oradan oraya hareketi ve savrulması, mekânların yer değiştirmesi esnasında hızla nice ağır meselenin içinden geçiriyor bizi.
Esas karakter Leyla, kırk yaşlarında hiç evlenmemiş bir kadın olarak, dört erkek kardeşinin makus talihini yenmenin yollarını aramaktadır. “Yuvayı dişi kuş yapar” önermesinin, bütün sorumluluğu kadına yükleyen “yuvayı dişi kuş yapsın” zorbalığına dönüştüğü aile evreninde, yönetmen alkışlanması gereken kadın profili olarak Leyla’yı öne sürmüş. Evlenmesine mani olunmuş, anne babasına bakan, kardeşlerini doyuran, yemek ve temizlikten sorumlu, bir işte çalışıp az da olsa para kazanan, üstelik hayatları kayıp gitmiş dört yetişkin erkeğin iş güç sahibi olması için akıl yürütmek ve çırpınmak zorunda kalan Leyla, modern zamanların yeni makbul kadını olarak karşımıza çıkıyor. Bu nedenle Leyla’yı becerikli, toparlayıcı, fedakâr rol model olarak alkışlamakla, dağıtılan bu rolleri yerle bir eden itirazını alkışlamak arasında ince bir çizgi var. Bütün işler üzerlerine yıkıldığında kadınlar bunun üstesinden gelmeleriyle övülmek de, bu manâda “güçlü” olmak da istemiyorlar. Leyla’nın babaya tokat attığı sahne çok sarsıcı, sert fakat sembolik. Bu aslında gençlere ve yurttaşlara ne istediğini bir kez bile sormadan ne yapması gerektiğini söyleyen her türlü iktidar biçimine indirilmiş ağır darbe. Baba, oğullardan birinin sevdiği kızla evlenmesini dul olması gerekçesiyle, Leyla’nın içine sinen talibini ise kızının devasız bir hastalığı olduğunu söyleyerek engellemiştir. Leyla’yı hanedandan biriyle evlendirme hayalleri de ailece horlandıkları için suya düşer. Babaları, geçmişte de okumaya meraklı küçük oğlunun okul taksitlerini yatırmayıp okumasını engellemiş, ailede evliliği devam eden tek oğlunu ise, beş kızın üstüne bir oğul sahibi oluncaya kadar aşağılamıştır.
Leyla, babanın tercihlerine, aile fertlerini sürekli aşağı çeken kararlarına teslim olan geleneksel annenin tersine, maruz kalmayı, boyun eğmeyi reddeden, yaşamının ipini özne olarak eline almaya çalışan yeni kuşakların, hatta alt metninde ceberrut iktidarlara karşı bölgenin bütün özgürlük mücadelelerinin temsili konumunda. Kadim anne-kız çatışmasının da inceden inceye ele alındığı filmde, Leyla’nın kardeşi Ali Rıza’yla dertleştikleri bir sahnede Alaaddin’in sihirli lambası ile karşılaşmış olsa dileyeceği iki şeyden birinin kendisinden küçük, birininse koruyup kollayıcı büyük bir kız kardeş olduğunu söylemesi çok manidar. Zira Leyla evin biricik kızı olarak kocasının hükümranlığını oğullarına, oğullarının rahatını da kızına tercih edip onu daima ayak altına sermiş olan annesinden gereken desteği göremez. Leyla’nın görmezden gelinmesine karşılık ev tamamen erkeklerin sesleri, çaresizlikleri, arzuları ile doludur. Meselâ ailece yemek yenirken vücut geliştiren küçük kardeşin ve diğer erkeklerin isteğine uygun biçimde güreş programları izlenir. Öte yandan toplumdaki anaerkil damar Leyla’yı parlatarak yukarı çıkarır: Korku, umutsuzluk ve beyhudelik duvarlarını indiren, aileye hayat veren dönüşüm hamlesi Leyla’dan gelecektir. Kadın bir kez daha hayatı işleten, atıl ve umutsuz erkekleri harekete geçiren roldedir.
Filmde insanlar arasındaki bütün ilişkiler mercek altına alınıyor. Bireyi kuşatan ailevi, toplumsal ve küresel örüntüler sırası geldikçe ve iç içe geçmiş matruşkalar gibi gözler önüne serilmekte. Çaresizlik ve yoksulluk kapanındaki insanların önlerindeki alternatifler gerçeğe en uygun biçimde kurgulanmış. Buna göre harekete geçmedikçe, enerjimizi değişmesi gerekenin özüne yöneltmedikçe ilerleme kaydetmek mümkün değildir. Ortanca kardeş Ali Rıza’nın aşk acısından kaçarak gittiği uzak şehirde çalıştığı fabrika kapanır ve aylarca paralarını alamayan işçilerin gösterilerini bastırmak için devletin kolluk güçleri, hakkını arayan işçilere ateş açar. Çatışma ortamından kaçıp baba evine dönen Ali Rıza, Leyla’nın sorgulamalarının da yardımıyla uzun bir sürecin sonunda mücadele edecek gücü kendinde bulur. Çalıştığı fabrikaya dönüp işçi hareketine katılır. Üç aylık paralarını ödeyip sekiz aylık ödenmiş gibi kağıt imzalatmak isteyen patronlara isyan edenlere katılır. Mücadele etmeden hiçbir iyilik oluşmaz çünkü. Böylece emek-sermaye ilişkisindeki çarpıklık da nazara verilir.
Kafasına göre evlere kat çıkan, binalara bodrumlar ekleyen, ilavelerle sürekli evleri genişletmeye çalışan insanlar, bebeklere istedikleri isimleri koymak için huzursuzluk çıkaran büyükler, düğünlerdeki takılarla ilgili on yıllarca defter tutan kadınlar, kalabalık devlet hastanelerinde sıra beklemeler, sonu gelmez ukteler, akraba dedikoduları, her bahaneyle doktora götürülmeyi isteyen yaşlılar, yoksulluk ve yoksunluk yüzünden bir türlü değişmeyen gündemler… Bütün bu davranış kodları, filmi, bu benzer durumları yaşayan çok geniş bir coğrafyanın temsili hâline getiriyor. Düğünlerdeki altın meselesi meselâ, kadınlara takılırmış gibi yapılan fakat erkeklerin aklından bir an bile çıkmayan çok oylumlu bir mülkiyet konusudur.
Filmde doğruluk, dürüstlük ve olgunluğun temsilcisi tek bir profilin bulunmaması, büyük gibi görünen hikâyeyi aşağı çekip indirgiyor ne yazık ki. Ali Rıza’nın kardeşlerini gayri meşru para kazanma yollarından sakındırması ve babaya olan sadakati, karmaşık bir çelişkiler yumağı şeklinde ortaya konuluyor. Yönetmen kısa yoldan başkalarını dolandırarak yoksulluktan kurtulma seçeneğinin cazibesini de sonuçlarıyla birlikte gözler önüne sermiş. Meşru bir iş kurmak uğruna babanın altınlarını izinsizce kullanmaya sıra geldiğinde ortak iş kurma konusunda uzlaşan kardeşlerin tembel ve aptal olmadıkları ortaya konur; nitekim bu dünyada yoksul ve dürüst insanları aptal sanan sayısız akıllı (!) insan var. Toplumun küçük bir yüzdesine yerleşen zenginler, filmde vurgulandığı gibi, nasıl birbirlerini tanırlarsa kalabalıkları oluşturan yoksullar birbirlerini tanımasalar bile, giyim kuşamlarından ve vücut dillerinden birbirlerini kolayca fark ederler. Onları bazen histerik ve asabi yapan, ya işsizlikleri ya da güvencesiz kölevari çalıştıkları işleridir.
Aşiretin reisi Gulam’ın yası yüzünden bir sene boyunca hayatın, düğünlerin durdurulmasını sorgulamadan kabullenenler, mevcut yapının saçmalığını ileri süren kişiye arka çıkmazlar; çünkü çoğunluk bu geleneksel örüntülere tâbi olmayı konfor alanı olarak görmektedir. Her vesileyle salavat getiren bu topluluk, güya “saygıyla” andıkları peygamberin hak ve adalet duygusundan oldukça uzaktır. Bir ayağı çukurda olan İsmail, parasını toparlayınca, reislik için ehil olduğuna inanmaya başlar. Düğünde reisliği ilan edilince birdenbire yeni bir form kazanarak kibir gösteren beden dili, daha önce kendisini inciten itibar cellatlarının tavrını taklitten başka bir şey değildir aslında. Aşağılık kompleksiyle üstünlük iddiasının aynı yetersizlik duygusunun iki yüzü oluşuna bir kez daha tanıklık ederiz. Filmin en çarpıcı sahnelerinden biri de, altın kutusu boş çıkan İsmail’in sahneden indirilip daha çok para veren başka bir kuzenin reisliği ilan edilince, kalabalığın bu durumu hiç sorgulamadan kabul etmesi, neler dönüyor demeden merdivenleri tırmanan yeni reisi de çılgınca alkışlamaları. Düğün bölümünde sinema dili Bollywood filmlerini çağrıştırsa da, sade görkemiyle Hollywood havası daha belirgin. Toplumsal teslimiyetin, akletme duyusunu yitirmenin, itaat kültürünün canlı görüntüleriyle birlikte seyircide sağlanan düşünce akışı etkileyici. Düğünden önce Leyla ile babası arasında geçen bir diyaloğun izlerini yakalıyoruz. Leyla, altınları ihtiyaç hâlindeki ailesine vermesi için babasını ikna etmeye çalışırken ona “Akrabaların seni yanlış yola sürüklüyorlar, seni değil paranı istiyorlar sadece.” dedikçe o, “Hayır, o yanlış yol değil, Cadde-i kebir/ padişahların yolu.” diyordu.
Aile, kurtuluş için bir hamle yaparken maddi açıdan daha aşağıya düşmüş olsa da, erkek kardeşler, bu tecrübe sayesinde harekete geçmenin önemini kavramışlardır. Baba altınlarım diye tutturmasa neredeyse büyük bir alışveriş merkezinde dükkân sahibi olup bellerini doğrultmaya ramak kalmıştır. İşte küresel kuşatma burada kendini gösterir: Altınları bozdurdukları parayla aynı altınları alıp babaya iade etmenin imkânı kalmaz. ABD başkanı Trump’ın “İran’la aramızdaki nükleer anlaşmayı gözden geçireceğiz.” demesiyle fırlayan altın fiyatları, ertesi gün bir tweet atmasıyla erişilmez biçimde yükselir, satılanın yarısını bile yerine koyma imkânı kalmaz. Bazen bir tweet, bombadan daha yıkıcı etkilere sahiptir bu yaşlı yerkürede. Toplumlar emperyal güç sahiplerinin kurduğu tek bir cümleyle yoksullaşabilir. Acımasız dünya sisteminin bireylerde yarattığı depreme şahit oluruz.
İsmail’in ailesi yeni bir hamleye kadar yatışmış ve büyük torunun doğum günü için buluşmuşlardır. Ailenin reisi koltuğunda elinde sigarası ve en şık hâliyle koltukta hayata veda ederek cevap verir ikiyüzlü dünyaya. Yoksulların, en alttakilerin hissiyatı Ali Rıza’nın Leyla’ya söylediklerinde billurlaşıyor: “İnanmayabilirsin ama güzel şeylerin olmasından bile korkuyorum. Meryem güzel bir kız diye elimde tutamadım. Kusurları sevmiyorum ama mükemmellik de beni korkutuyor. Mağazayı almamızdan bu yüzden korktum. Mutlu olmaktan korkuyorum.”
Yönetmen hikâyesini anlatırken sakillikle büyüleme arasında gidip gelen tehlikeli sınırlarda dolaşıyor. Bireyin ve ailenin içinde devindiği iktidar ilişkilerinin, halkların yaşamını bir tweetle değiştirme gücüne sahip dünya sistemiyle bağlantıları ustaca kurulmuş. Neredeyse bütün bir üçüncü dünyayı içine alabilen büyük bir hikâye kurup, bunu didaktizme savrulmadan hakkıyla anlatabilmesi büyük başarı. İran sinemasının başyapıtlarının alâmeti olan doğallık ve sadelik burada da göze çarpıyor; diyalogların ve oyunculukların inandırıcı gücü, seyircide etkili bir özdeşim duygusu yaratıyor. İç içe geçmiş yaraların deşifre edildiği filmde, karakterlerin oldukça iyi işlenmiş olması, geniş bir Orta Doğu romanı okuma hissi veriyor. Görüntü ile diyalog ve sinema ile edebiyat arasındaki dengenin edebiyat lehine bozulduğu yerler varsa da bu, sinema diline halel getirecek boyutta değil.
Yıldız Ramazanoğlu