Santurnâme/ Geçmişten Günümüze Santurun Hikâyesi adlı kitabımı yazarken şöyle bir bilgi vermiştim: “Türk Dil Kurumu’nun yayımladığı Derleme Sözlüğü’nde ‘santır’ söylenişine rastlanması, Niğde’nin Bor ilçesinde ve Denizli’nin Çal ilçesinde ‘santır’ kelimesinin görülmesi, Bor’da ‘santır çalmak’, titremek anlamında kullanılırken Bor’a bağlı Bahçeli Köyü’nde ve Sivas’ta ‘santur’ kelimesinin kanuna benzeyen bir çalgıyı betimlemek için kullanıldığının belirtilmesi, çalgının Anadolu’nun çeşitli yerlerinde bilinip icra edildiğinin başka bir göstergesidir.”
Bu bilgiyi yazarken durup düşünmüştüm; Niğde’nin Bor ilçesinde ‘santır çalmak’, ‘titremek’ anlamına geliyor. Bu ifade, santurdan çıkan tınıların, insanın gönlünü titreten ve inleten bir etkiye sahip olduğunu da gösterir. Bu sebeple Divan edebiyatında birçok şair, santuru göğüs kafesine benzetmiştir. Santurun sesi, göğüs tahtasında (ön kapağında) yer alan iki çiçek desenli delikten çıkar. Santurda sesler, parmağa geçirilen iki mızrap ile göğüs tahtasındaki eşiklerin üstündeki tellere vurularak elde edilir. Bu yüzden şairler “sinem santur” gibi ifadelerle santuru göğüs tahtasına benzetmişlerdir. Yani Bor’da ‘santır çalmak’ deyiminin titremek anlamına gelmesi büyük ihtimalle bu sebeptendir. Bir santuri olarak böyle düşünüyorum.
Bu konu üzerine santur lutiyesi kıymetli dostum Ozan Özdemir ile görüştüm. Ozan bana şu bilgileri verdi:
“Karaburun’da bir Asmalı Mencere gecesi saz–söz ve hoş muhabbetten sonra Zuhal Okuyan ile otururken arkadaşı Hatice Ayrancı’dan ‘sazını santurunu topladı gitti’ ve ‘santur çivisi gibi olmak’ deyimlerinin olduğunu öğrendim. ‘Sazını santurunu topladı gitti’, bir kişinin bulunduğu yeri terk etmesi anlamında, ‘santur çivisi gibi olmak’ ise bir durum karşısında sağlam durabilmek anlamında kullanılırmış. Daha sonra ‘Gönül arzuladı Niğde’yi Bor’u’ diyen Dadaloğlu’ndan da ‘Kral Kızı ile Dadaloğlu’ şiirinde:
Göremedim baharını yazını
Çalamadım santurunu sazını
Özge yarin nice çekem nazını
Gözlerimden akan seller iniler
dizelerini okuyunca Niğde ile santur ilişkisini irdelemeye başladım. Dadaloğlu’nun yaklaşık olarak 1785-1870 tarihlerinde yaşadığını ve Niğde’nin Kapadokya bölgesinde yer alan bir ilimiz ve geçen yüzyıla kadar Rumlar’ın yoğun olarak yaşadığı yerlerden biri olduğunu, santurun Rumlar arasında yaygın kullanılan bir çalgı olduğunu göz önünde bulundurarak deyimler ile bir ilişkisi olduğu kanaatine vardım. Niğde ilinde santur çalan/çalmış birileri olmalı diye düşünürken Ömer Fethi Gürer imzalı, Bor’u ve Bor’da yetişmiş hattat, şair ve yazarları tanıttığı ‘Yeşil Bor Gazetesi’ başlıklı bir yazıda, Bor doğumlu Santuri Halil Efendi’nin ismine ulaştım.”
Ozan bunları anlatınca daha da heyecanlandım. Santuri Halil Efendi’yi yani Âşık Şeydai’yi tanıma hikâyemi anlatmaya çalışacağım sizlere:
Santurnâme kitabım çıktığında, müzisyen dostum Uğur Önür’e de gönderdim. Bir hafta sonra Uğur beni aradı. Radyoda Halil Atılgan ile sohbet ederken santur hakkında çok önemli bilgiler edindiğini söyledi. Heyecanla Halil Atılgan Hoca’nın numarasını alıp aradım. Önce kendimi tanıttım. Halil Hocam çok heyecanlanmıştı. Türkiye’de konservatuarlardaki akademisyenlerin santur üzerine çalışmamasına sitem etti ve Santurnâme için çok mutlu olduğunu söyledi (daha sonra kitabımı Halil Atılgan Hocam’a gönderdim). Telefonda bir süre bir sessizlik oldu. “Hocam” diye seslendiğimde hocamın duygusal bir an yaşadığını hissettim. Bana, “Eline bir kâğıt kalem al ve sana anlatacaklarımı yaz. Madem ki santur için bu kadar emek vermişsin, öyleyse bunları bilmen ve insanlara duyurman gerekir,” dedi. Elimde kâğıt kalem, hocanın iki dudağının arasından çıkacakları bekliyordum. O sırada telefonun ses kaydını da açtım. Halil Hoca anlatmaya başladı:
“Ben bir dönem Niğde’ye koro şefi olarak atanmıştım. Bir süre sonra Niğde Üniversitesi’nin rektörü bana konservatuarda müdürlük yapmamı teklif etti, ben de kabul ettim. O sıralar Niğde halk müziği üzerine çalışıyordum. Zaten bir süre sonra Geçmişten Günümüze Niğde Halk Müziği adlı kitabım yayınlandı. Yaptığım araştırmalar sırasında, 1930’lu yıllarda Niğde’nin Bor ilçesine bağlı bir köyde santur çalan birisinin adını duydum. Mahlası “Âşık Şeydai” olan bu zata herkes “Santurcu Halil” dermiş. Âşık Şeydai, aynı zamanda santur çalarak ozanlık yapan bir şairmiş.
Burada, hocamın anlattıklarına bir parantez açmak ve bir şeyler söylemek isterim. Anadolu’daki halk müziği çalgıları arasında ilk defa santur çalan bir ozan olduğunu duyuyorum. Hem şiirler yazmış hem de besteler yapmış bir santuri… Bu Türkiye’de bir ilktir.
Halil Atılgan Hoca anlatmaya devam etti:
“Ben Âşık Şeydai’nin köyüne gidip oğlunu buldum ve ona babasını anlattırdım. Anlattıkları karşısında heyecandan donakaldım. Âşık Şeydai santurunu o kadar çok severmiş ki oğluna şöyle bir vasiyette bulunmuş: ‘Benim ilk ve son sazım bu güzel santurumdur. Benden on iki yaş küçüktür ama o da benimle birlikte ölecektir. Ben ölünce yanıma gömün santurumu.’
(Halil Hoca aktarıyor) Ben hemen oğluna sordum:
-Peki vasiyetini gerçekleştirdiniz mi?
-Evet, babamın istediğini yaptık. Babam vefat edince santuruna da bir tabut yaptık ve onun yanına gömdük.”
Halil Hoca yine biraz sessiz kaldıktan sonra, “Sedat Bey kardeşim, ne diyeceğimi bilemedim. Çok duygulandım ve hemen bir şeyler yapmam lazım diye düşündüm” dedi ve devam etti: “Valiliğe gittim. Durumu etraflıca anlattım. Mezarın açılması için izin yazısı aldım. İki gün sonra bir heyetle mezarı açmaya gidecektik. Çok heyecanlıydım. Ama ertesi gün rektörün görevden alınmasıyla birlikte benim de üniversitedeki görevim sona ermiş oldu. Çünkü ben rektör teklifiyle konservatuarın başına getirilmiştim.” Ben ayrılırken, kendisi de bir âşık olan Borlu Mübin Bekler’e bu görevi teslim ettim. Niğde’den ayrıldım. Mübin, mezarın açılması için gerekenleri yapacağı sırada kalp krizi geçirip vefat etti. Bir türlü nasip olmadı Şeydai’nin santurunu görmek…”
Halil Hoca bunları anlatırken ben bir yandan sevinç duydum. O santur iyi ki çıkarılmamıştı Şeydai’nin mezarından. Çünkü Şeydai santurundan hiç ayrılmamıştı. Santuru çıkarıp müzeye götürmek elbette iyi bir şeydi ancak onu çalan, ona dost olan ve onunla bir ömür geçirmiş olan Şeydai’den ayırmak doğru olmazdı. Bu benim görüşüm.
*
Halil Hoca’dan sonra biraz araştırma yaptım ve kütüphanemde duran Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları’ndan çıkan Rauf Yekta Bey’in Musiki Antikaları adlı kitabında Santurcu Halil’in yani Âşık Şeydai’nin fotoğrafını gördüm. Halil Hoca’dan dinlediğim hikâye, fotoğraf ile daha da bir anlam kazandı.
Daha sonra Ali Rıza Yalgın’ın Cenupta Türkmen Çalgıları adlı bir çalışmasına ulaştım. Bunu Halil Hoca ile konuştuğumda bana yine ilginç bir hikâye anlattı. Ali Rıza Yalgın 1934’te Âşık Şeydai’yi Bor’daki köyünde buluyor ve ondan santurunu Adana Müzesi’ne taşımak için izin istiyor. Âşık Şeydai ise “Bu santuru Maraş’taki bir ustadan aldım. Ölene kadar benimle olacak santurum. Hatta oğluma santurumu da benim yanıma gömün diye vasiyetim var,” diyor. Ali Rıza Yalgın bunları duyduğunda santuru bu sefer para karşılığında almak istediğini söylüyor ama Âşık Şeydai yine “Ölsem de vermem, o benimle gömülecek,” diyor.
*
Osmanlı’dan günümüze kadarki süreçte santurun Anadolu’da da kullanıldığı malûmdur. Sadece Âşık Şeydai değil, Erzurumlu İbrahim Hakkı Efendi’nin oğlu Fehim Efendi’nin de santur çaldığını biliyoruz. Halk şairlerinin çoğunun şiirinde de santur geçer. Âşık Şeydai’yi hepsinden ayıransa; hem bir halk şairi olması hem de bestelerini ve türkülerini santurla söylemesidir. Bu bize şunu gösterir: Santur da Anadolu’da halk sazları arasında kullanılmıştır.
Santurun tarihsel sürecine baktığımız zaman Osmanlı’da saray müziğinden çıkartılan bir enstrüman ve çingeneler çaldığı için küçümsenen bir çalgı olduğunu görüyoruz. Santur, 19. yüzyıl sonlarından itibaren tekrardan sesini duyurmaya başlıyor. Santuri Ethem Efendi gibi bir santur virtüözü ortaya çıkıyor; o da mehtap âlemlerinin son bulmasıyla birlikte müziğini icra edecek bir yer bulamıyor. Kasımpaşa Mevlevihane’sine haftada bir gün giderek müzik icra ediyor, öğrenciler yetiştiriyor. Sonra yine birkaç icracı dışında kimsenin ilgisini çekmiyor santur. İlgi çekmemesinin en büyük sebeplerinden birisi de kanundaki gibi mandallarının bulunmaması ve Türk Musikisi’nin icra edileceği bir enstrüman olmamasıdır. Zahmetli bir çalgı santur. Sözü çok fazla uzatmayayım. Santurun geçmişten günümüze hikâyesini Santurnâme kitabımda detaylıca anlattım zaten. Daha fazla bilgi edinmek isteyenler kitabımı okuyabilirler.
2000’li yılların başından itibaren Türkiye’de sokak müzisyenleri tarafından tekrar sesini duyuruyor santur. Âşık Şeydai, Niğde’nin Bor ilçesine bağlı köyünde santur çaldı ve santuruyla gömüldü ama sokak müzisyenleri santurunun sesini insanlara tekrardan duyurdu. Bir santuri olarak ben de sokakta sekiz yıl santur icra ettim. Santurun sesinin peşinden gittim. Santur öğrenmek için -Türkiye’de ders veren birisini bulamadığım için- bir yılı aşkın bir süre Tebriz’de yaşadım. Ne mutlu bana ki 100 yıl sonra (santuri ve ozan) Âşık Şeydai’yi kıymetli dinleyicilerime ve okurlarıma tanıtıyorum. Şair boşuna dememiş:
“Baki kalan bu kubbede bir hoş sedâ imiş.”
Sedat Anar