Bir avuç toprak ve bir damla su… Tohumun hikâyesi işte böyle başlar. Gözlerden uzak, derinlerde saklı bu varlık tanesi ne acele eder ne de telaşa kapılır. Yağmur düşsün, güneş dokunsun, rüzgâr ona fısıldasın diye sabırla bekler. Gün gelir, güneşin sıcak davetini kabul eder ve içinde sakladığı sırrı açığa çıkararak toprağın örtüsünü usulca aralar. Elif gibi ince bir çizgiyle göğe uzanır, güneşi selâmlar.
Kökleri derinlere inerken dalları ışığa kavuşur. Toprağın ve suyun emanetini alır, büyür, yeşerir. Her şey olması gerektiği gibidir. Zira yaratılmış her şeyin bir davet üzerine yol aldığı bu âlemde toprak, su, ışık ve hava da bu hikâyeye dahil olur. Toprak suyu tutar, su ışığa yol verir, ışık havaya dokunur ve hava her şeyin üzerine görünmez bir perde gibi serilir.
Dışarıda da her şey ahenkle devam eder. Rüzgâr, dalları hareketlendirir, başaklar eğilir, sonra tekrar doğrulur. Taneler olgunlaştıkça yükleri artar ve yükleri arttıkça başları öne düşer. İnsan da böyle değil midir? Ne zaman ki büyür, öğrenir, idrak eder; işte o zaman eğilmeyi, tevazuyu öğrenir. “Topraktan geldik ve yine ona döneceğiz.”: Çoğu zaman unuttuğumuz ama ufak bir hamlede de ortaya çıkıveren bu hakikat bazen bir tohumda, bazen rüzgârın taşıdığı başak tanesinde, bazen de değirmen çarklarının hüznünde görünüverir.
Hasat vakti geldiğinde buğday tarlaları sarı bir masala dönüşür. Oraklar iner çıkar, başaklar boylu boyunca toprağa düşer. Kuruyan mahsul rüzgârla savrulur. Saplar bir yana, taneler bir yana ayrılır. Derken hızlıca toplanır, değirmene varılır. Sonrası çok ayrı bir hikâye… Su yukarıdan aşağıya iner çıkar ve çarkı döndürür. Çark döndükçe taşlar harekete geçer, ağır ve kaçınılmaz bir ritimle buğdayı ezer. Öğütülen taneler un hâline gelir, ince beyaz toz havaya karışır. Çarklar hep döner, su durmaz, taş susmaz. Lâkin öğütülen yalnızca buğday mıdır? İhtimal o ki insanoğlu öğütülen buğdayı gördükçe kendi hikâyesini anımsar.
Eski zamanlarda değirmene uğrayanlar, içerideki çarkların sesinin hüzünlü bir şarkıya benzediğini söylerler. İnsanın yazgısı da tıpkı değirmenin çarkları gibi; durmaksızın döner, her şeyi dönüştürür ve insanı hakikate hazırlar. Çağıldayan su değirmenin çarklarını döndüren kuvvettir ve insanı biteviye öğüten zamanın da ta kendisidir. Suyun gürültüsü, çarkların ağlayıp inleyen sesi, insana bu dünyanın faniliğini hissettirir. Felek değirmeni bir nevi insanın yazgısı gibi ömrün buğday tanelerini sabah akşam öğütür. Burada değirmen taşından kurtulan yoktur, derler.
Tohumun varoluş hikâyesi nasıl toprakla başlıyorsa insanın hikâyesi de onunla başlayıp onunla nihayet buluyor. Değirmen çarklarının dönerek buğdayı öğütmesi, insanın sabır ve tevekkülle olgunlaşmasını, nefsin terbiye edilmesini anlatır. Bu yüzden Osmanlı coğrafyasında değirmenler sadece üretim yerleri değil, aynı zamanda bereketin, faniliğin ve arınmanın mekânları olarak görülmüştür. Hac yolculuğuna çıkanlar, değirmenlerde durup dua eder, çarkların sesiyle kendi iç yolculuklarını hatırlarlarmış.
Yolda bazı duraklar varmış; her biri bir hakikati işaret edermiş. Hicaz’a yaklaştıkça kervanlar birleşir, sayıları coşkuyla artarmış. Bu seferlerde mekân ve insan arasındaki bağın canlı biçimde yaşandığını dönemin eserlerinden okuruz. Bu yolculukların önemli duraklarından biri de Âşık Yunus’un ziyaret ettiği büyük bir su dolabı olan Hama’daki Dolab-ı Muhammediyye’dir. Âşık Yunus da âdet olduğu üzere hac yolculuğu öncesi Hama’ya, Dolab-ı Muhammediyye’ye gelir; sarı çiçekle konuştuğu gibi meşhur su dolabıyla da konuşur:
Dolap niçin inilersin?
Derdim vardır inilerim.
Ben Mevlâ’ya âşık oldum,
Anın için inilerim
Benim adım dertli dolap
Suyum akar yalap yalap
Böyle emreylemiş Çalap
Derdim vardır inilerim
Bu bağlamda değirmen, yalnızca buğdayı değil, insanın kendi varoluşunu da öğütür. Değirmen çarklarının sesi, faniliğin insanı hakikate hazırlayan iniltileri olarak yorumlanır. Âşık Yunus’un, Hama’daki Dolab-ı Muhammediyye’ye dair sözleri, insanın sürekli dönen kader çarkında aşk ve sabırla yükselmesi gerektiğini hatırlatır.
Âşık Yunus, doğanın her bir unsurunda Allah’ın tecellisini görür. Su dolabı döner, suyu alçaktan çekip yükseğe kaldırır; tıpkı insanın nefsini terbiye edip Rabbine yükselmesi gibi. Başakların eğilmesi, dolapların iniltisi ve çiçeklerin zikri, insanın Allah’a yönelmiş bir yolcu olduğunu hatırlatır. Tasavvuf, bu yolculukta insanın yalnızca kendi nefsini değil, varlık âlemini de anlamaya çalışması gerektiğini öğretir. Yunus, Allah aşkını, insanı ve doğayı bir bütün olarak ele alır. Yunus’un su değirmenine sorduğu sorularla çiçeğe sorduğu sorular ve aldığı cevaplar, insanın varlık âlemiyle kurduğu manevi bağın derinliğini gözler önüne serer. Bu, her bir varlığın Allah’a yönelmiş olduğu tasavvufi anlayışın bir tezahürüdür. Her şey bir zikirdir; suyun sesi, rüzgârın mırıltısı, çarkların iniltisi… Hepsi Allah’ı anar.
Hama’daki su dolabıyla dertleşen Bursalı Âşık Yunus, hepimizin âşina olduğu meşhur sarı çiçekle de söyleşir. Günümüzde “Sordum Sarı Çiçeğe” ilahisi çoğu kez bir çocuk ezgisi gibi algılanır, masalsı bir anlatının parçası olarak görülür. Çocukların bu ilahiyi sevmesi ve ona masalsı bir gözle bakılması, elbette ilahinin ruhuna aykırı değildir. Bu ilahiyi duyan bir çocuk, sarı çiçeğin dile gelmesini hayal ederken varlıktaki ilahi sesi işitmeye ilk adımını atar, belki çiçeklerin de bir ruhu olduğuna inanır ve bu inanış onu dünyaya farklı bir gözle bakmaya yönlendirir. Varlıkla daha şefkatli, daha merhametli bir ilişki kurmasını sağlar. Muhtemel ki bu yüzden sevimli bulduk, tınısını sevdik ve çocuklarımıza söyler olduk.
Âriflerin nazarında ise sarı çiçek yalnızca bir çiçek değildir; o, varlığın diliyle konuşan, Hakk’ın sanatında tecelli eden bir remizdir. Tasavvuf ehli bilir ki kâinatta her şey, Yaratan’ın kudretini anlatan bir âyettir. Yunus’un çiçekle söyleşisi, bir benzetme değil, hakikatin ta kendisidir.
Yunus dertlidir ve derdini basitçe sarı çiçeğe açar. Ona neler sorar neler: “Cennet, cehennem nedir? Gül nedir? Âdem kimdir? Boynu neden eğridir? Anası babası var mıdır? Çiçekler Kâbe’yi görür mü? Çiçeklerin gözü neden yaşlıdır?” Ve nihayet “Yunus kimdir?” deyip Yunus’un koca âlemdeki yerini, değerini anlattırır. Ölümü hiç unutmadığını, sarı çiçeğin bir baharlık ömrüyle bize anlatır.
Yunus’un şiirinde çiçek hakikati bilen, hakikati dillendiren, sorulara cevap veren bir bilge gibidir. Ve sarı çiçek âdeta ona şunu öğretir; “Bu söz benden değil, Hak’tandır. Ben yalnızca O’nun nuruna ayna tutan bir sûretim.”
Yine sordum çiçeğe atan anan var mıdır
Çiçek eydür ey derviş bu ne aceb sorudur
Yine sordum çiçeğe sen Kâbeyi gördün mü
Çiçek eydür ey derviş Kâbe Allah evidir
Hemen hemen her yerde bitebilen ve sadece etrafını görebilen sarı çiçeğe “Sen Kâbe’yi gördün mü?” sorusu herhalde en sarsıcı sorudur. Sarı çiçek artık duyan, konuşan, gören, bilen, hisseden hatta akledenin ötesinde Kâbe’yi gitmeden görebilen yüce bir varlığa dönüşmüştür. Yunus’un sarı çiçeğinde hiçbir şey yazılmamıştır ama her şey bilinir. Öyleyse neden biz de Yunus gibi sarı çiçeğe kulak vermeyelim? Neden her varlığın bir söz taşıdığını, bir hakikat fısıldadığını düşünmeyelim?
Her şey hareket hâlinde. Dünya, döne döne hakikate yol alır. Buğday başakları boynunu eğer, değirmen çarkları döner, dolabın iniltileri yankılanır, sarı çiçekler konuşur… O hâlde Yunus’un çiçeğe sorduğu soruyu kendimize soralım:
“Gözlerimiz neyi görür, kalbimiz nereye secde eder?” Kim bilir, belki de bir çiçek kadar saf, bir tohum kadar sabırlı, bir başak kadar Hakk’a rıza ile eğilmeyi bilen herkes, Kâbe’yi zaten görüyordur.
Rabia Aydın
İşbu web sitesi ve tüm sayfaları Fikir ve Sanat Eserleri Kanununa tabidir. Sitenin içeriğine ilişkin her türlü ses, görüntü, yazı içeren bilgi-belge, her türlü fikri ve sınai haklar ile tüm telif hakları ve diğer fikri ve sınai mülkiyet hakları Zift Sanat’a aittir.