Yakın zamanda aramızdan ayrılan şair-yazar Hayrettin Orhanoğlu’nun aziz hatırasına
Tıpkı uzaktan bakılan tablolar gibi geçmiş de zamanın ve mesafelerin çerçevesine girince yerli yerine oturmaya başlıyor. Ama önce çerçevenin dışını biraz da muhayyilenin yardımıyla resmedeyim. O gün biz masada beklerken Buğday Pazarı’nda büyük sergilerin üzerine yeni hasat edilmiş çavdarlar, arpalar, buğdaylar getirilip yığılmaktaydı. Pazarın biraz aşağısında kasabalara kalkacak otobüsler, gecikmiş yolcuları beklemekte, sanayide çıraklar ustalarına üstüpü ve çay yetiştirmekte, Kelkit garajının bitişiğindeki çay ocakları arı kovanı gibi kaynamakta, Dörtyol’da ışıklar yanıp sönmekte, şehrin tek parkında bayat bir canlı müzik yürekleri hoplatmakta ve bakırcıların ince çekiç vuruşları duyulmaktaydı. Günler birbirini tekrar ediyor, meşgaleler, takvim yaprağını beklentilerin alevinden uzak tutuyordu. Bu büyük resmin içinde görünmeyen tek ateşli bölge bize aitti sanırım. Bizi bozkır sıcağından koruyan iri kestane ağacının dalları altında oturmuş biteviye çay ve sigara içiyor, bir mecnun dalı gibi titriyor, heyecanımız belli olmasın diye şuradan buradan konuşuyorduk. Gözümüz hep yoldaydı; nöbetçi generalimizin gelmesini bekliyorduk…
Biz öylece beklerken hepi topu iki kilometre uzağımızdaki Özsoy Matbaası’nda neler oluyordu acaba? Gazete matbaadan çıkmış mıydı? Çıktıysa, hamimiz ve dünyanın en güzel insanı Kazım Özsoy’un hem kâğıdını verdiği hem de meccanen bastığı dergimize sıra gelmiş miydi? İçimizden biri kafasını kaşır ve bunun ne anlama geldiğini bilirdik; biri saate bakar, bunun da ne anlama geldiğini bilirdik. Bütün bunlar beklemenin yan yollarıydı nihayetinde. Sonunda yan yollar biter, koltuğunun altında bir deste dergiyle Hayrettin Orhanoğlu görünürdü. İnanmanın matematiği yoktur sevgili okuyucu, taze matbaa kokusunun matematiği yoktur, gençliğin de matematiği yoktur. O masada her seferinde ellerimiz hışımla dergiye uzanır, önce hızlıca sayfaları karıştırır, ardından da yavaşlaya yavaşlaya karıştırmaya devam ederdik. Kendi göğümüzün yıldızlarıydık ve kimse tarafından onaylanmaya ihtiyaç duymuyorduk. İki yapraklı tabloid boy dergimizin sütunlarında böbürlenerek poz veriyor, bu pozun kudretine en saf duygularla inanıyorduk. Öyle zannediyorum küçük edebiyat topluluğumuzun kaderini belirleyen de bu saf edebiyat sevgisi oldu…
Ne zaman yeni çıkan bir fanzin ya da edebiyat dergisi görsem, mensuplarının hangi aileye ait olduklarını merak ederim. Bu erken yaşta karar verilmiş mensubiyet, geleceğin biricik pusulasıdır çünkü. İşte 90’lı yıllarda çıkardığımız Taşra Dergisi’nin ilk sayısının kapağı: Bakır döven çekiçlerin, parktaki oynak türkülerin, sinek kovalayan çay evi sakinlerinin, haylaz Eğitim Enstitüsü öğrencilerinin ve emekli muhabbetlerinin ortasında kondurulmuş bir Oğuz Atay portresi. Bekir Şamil Potur’un bu çizimi aslında sadece Atay’ın dünyadaki biçimsizliğini değil, bizim de o küçük şehirdeki tuhaflığımızı resmediyordu. Her birimiz bir Yusuf Atılgan kahramanı, bir tutunamayan ya da Halit Ayarcı’ydık. Hayrettin’in yoldan çıkıp ayrıca Mahur Beste’ye hayranlık duymasını elbette affedebilirdik. Henri Michaux aramızda dolaşıyor, Enis Batur şiirleri korsan defterler olarak çoğaltılıyor, İsmet Özel’den şiirler okunuyor ve sayısız yazara da burun ucuyla bakılıyordu. Marjinallik insanın toprağını kötü sulardan korur; bizim küçük edebiyat cemaatimizi de korudu. Kazım Amca’ya, saf edebiyat sevgisine ve marjinalliğe borcumuzu hiçbir zaman ödeyemeyeceğiz…
O günkü kalem arkadaşlarımı sizlere tanıştırmaktan onur duyarım: Ahmet Bozkurt, pek çok felsefi deneme kaleme aldı, denemeleri kitaplaştı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin yayınlarını idare ediyor; Bekir Şamil Potur, çizimleri hakkında Enis Batur uzun bir yazı kaleme aldı, bir çizimi Kitap-lık dergisinin Don Kişot Özel Sayısı’nın kapağı oldu, iki hikâye kitabı yayımlattı, hâlâ orada, o şehirde yaşıyor; Ali Utku, felsefe profesörü, Osmanlı felsefe metinlerini neşretti, birçok kitap ve makale kaleme aldı; Ahmet Sarı, Almanca profesörü, çevirileri ve kitapları var; Hayrettin Orhanoğlu, birkaç ay önce aramızdan ayrıldı, geriye bir dizi kitap ve pek çok makale bıraktı, masasında neler kaldı bilmiyoruz; Cem Şems Tümer, edebiyat profesörü oldu, üretmeye devam ediyor; Hüseyin Alacatlı, erken gidenlerden, şair; Tacettin Şimşek, Erzurum’da üniversitede edebiyat hocası, şair; Şahin Torun, yazmaya devam ediyor, yıllardır üzerinde çalıştığı romanının yayımlanmasını bekliyoruz; Fevzi Sarıçiçek, fotoğrafçı, deklanşöre basmayı sürdürüyor; Murat Koyun, doktor, iyi bir okur oldu, hâlâ güzel bir kitaba rastladığında dostlarına heyecanla haber verir; Mehmet Akıncı, Barbar dergisini çıkarıyor, kendine özgü bir ocak kurdu; Ahmet Ayçil, birkaç şiirle sahneden çekildi. Bir de ortamın bereketinden nasiplenen iki zeki lise öğrencisi hatırımda kalmış. Biri Kübra Par, dosyası ödül aldı ancak şiirlerini kitaplaştırmadı, ulusal bir televizyon kanalında program yapıyor, düzeyini hep korudu. Diğeri Seda, birkaç hikâyesi yayımlandı, yetenekliydi, avukat oldu, şimdilik ses seda yok. Çetelemizin yerel Özsoy Gazetesi’ni sahibi matbaacı Kazım Özsoy’un dünyadaki iyilik hanesine yazılmasını diliyorum…
Ali Ayçil