“Haykırdı Eurydike: ‘Bu ne, Orpheus, bu ne?
Bu ne çılgınlık böyle, seni de yok eden, zavallı beni de?” [1]
Çocuklar sevdikleri bir hikâyeyi hiç bıkmadan tekrar tekrar dinlemek isterler. Bir hikâyeye böyle aşkla bağlanmanın çocukça bir tarafı vardır; denilebilir ki bir kitabı defalarca okuyan, bir filmi aynı heyecanla yeniden seyreden yetişkinler de çocukluğun saf tutkularını unutmamış kimselerdir.
Peki, neden, neredeyse ezbere bildiğimiz bir hikâyeye dönme ihtiyacı duyarız? Anlatıcının kurduğu pusuya bile isteye düşmek, muammanın anaforuna arzuyla kapılmak, Mona Lisa’nın gizemli gülücüğüne binbirinci yorumu eklemek için mi? Ya da belki oraya dönmek isteriz, orada bizi bekleyen ‘Olmayan Ülke’ye…
Okur ve eser sayısınca cevabı var bu sorunun; kendi seyir tecrübem üzerinden bir karşılık bulmayı deneyeceğim.
Bu, Alfred Hitchcock’un Vertigo (1958)’sunu dördüncü seyredişim. Büyüsü hâlâ taze; Hitchcock’un şaşmaz gerilim formülü sayesinde hikâyenin sürpriz dönüşlerini, entrikasını bilmek seyir zevkini azaltmıyor. Neydi bu formül: Seyirci, sandalyenin altında bir bomba olduğunu biliyor ama sandalyede oturan karakter bunu bilmiyor. Vertigo’yu ikinci, üçüncü seyredişinizde siz seyirci olarak neler olacağını biliyorsunuz ama hikâyenin kahramanları başlarına neler geleceğinden habersizler. Hatta bu bilginin gerilimi katladığı da söylenebilir; hikâyedeki insancıkların dehşetli akıbetlerine adım adım gidişlerine çaresizce, yutkunarak tanık olacağız: Scottie (James Stewart) zor tutunduğu çatının kenarında öylece asılı kalacak, ölümle hayat arasında açılan o uçuruma bakacak; sonra güzel, soğuk bir hayaletin, Madeleine’nin peşinde Mecnun’a dönecek, sevdiği kadını kurtarıp kaybedecek, dibe vuruş ve ardından sevilenin geri dönüşü… Ama geri dönen gerçekten Madeleine midir? Scottie, Judy’den Madeleine’i yaratacak ve önce biz, sonra dedektifimiz bütün bunların hain bir kumpas olduğunu anlayacağız ve kilise kulesindeki o unutulmaz final…
Dünya, sizin o hikâyeyi ilk görüşünüz, duyuşunuz, seyredişinizin üzerine kırk kez dönmüştür ve siz, o hikâyeye ilk bakışta vurulduktan sonra kırk kez deri değiştirdiniz. Görüşünüz, duyuşunuz başkalaştı. Pandemide, karantina tecritinde dünya bahara doğru koştururken seyredince Vertigo’nun evrenindeki tezat iyice görünür hâle geliyor: Gün ışığında tekinsizlik. Vertigo’da olaylar San Francisco’nun ışıl ışıl gündüzlerinde gerçekleşir daha çok. Dünya, bütün renkleri, güzelliğiyle orada, parmaklarınızın ucundadır ama tadını çıkaramazsınız. Bu ışıltılı gündüzün üzerine ölümün ve gecenin gölgesi düşer. İnsana sürekli hatırlatılan, arzunun cezasız kalmayacağıdır. Öte yandan Hitchcock’ta arzu hep ertelenerek kendini var eder. İnsanla dünyanın hazlarının arasına ölümün girmesi Hristiyanca bir endişe midir? Ya finalde bir vicdan azabı gibi beliren rahibe? Neredeyse her sinemasever ve sinemaokurun başvuru/ başucu kitabı François Truffaut’un Hitchcock’tanan uyarlanan Hitchcock/ Truffaut (2015) filminde Truffaut, Hitchcock’a sorar: “Katolik bir sinemacı olduğunuz söylenebilir mi?” Cevabı duyamayız. Söyleşinin auteur’u Hitchcock kayıt cihazını kapattırır; kayıt dışı cevap, filmlerinin muammasında saklıdır.
Vertigo’nun üstüne Chris Marker’ın La Jetée’sini de tekrar seyrettim. Vertigo’dan dört sene sonra 1962’de yapılan bu film, Hitchcock’un filminin en özgün yorumlarından biri. Aslında Marker’ın yaptığı da kendisini büyüleyen hikâyeye dönüp bakarak oradan bambaşka bir hikâye çıkarmak. La Jetée, 28 dakikalık bir bilim kurgu “fotoromanı”. Üçüncü Dünya Savaşı sırasında Paris’in yeraltı sığınaklarında zaman yolculuğu deneylerinde kobaylık yapan bir adamın macerası. Savaştan önceki bir çocukluk anısı çok keskin olduğu için gestapovari bilim insanları tarafından denek olarak seçiliyor; çünkü zamanda zihinsel bir yolculuk yapabilmek için güçlü anılara ihtiyaç var. Kahramanımız savaştan önceki dünyada hem unutamadığı bir ânın hem de bir kadının peşine düşüyor. Böyle anlatınca romantik gerilim Vertigo’yla bilimkurgu fotoromanı La Jetée ilgisizmiş gibi geliyor kulağa. Aslında iki film de bir kadının hayaletinin peşinde, arafta kalmış, erkek kahramanlar üzerine kurulu. Vertigo’nun uzun planları, La Jetée’nin fotoğrafları, birbirinden ne kadar farklı görülse de Chris Marker, kendi deyişiyle Vertigo’nun ‘ustalıkla kotarılmış eksiltme örüntüleri [2]’ni taşır anlatısına. La Jetée için “bu bir film midir?” diye sormak, “sinema nedir?” diye sormaktır. İki yönetmenin filmi de deneyseldir. Aradaki tek fark, Hitchcock’un deneyselliğinin gişe sineması sınırları içinde belirsiz kalması, Marker’ınsa daha cüretkâr görünmesidir. Saniyede 24 kareyi art arda gören gözün aldanışıyla Marker’ın fotoroman filmi arasında sadece hız farkı vardır. Bu aldanış, bile bile lades, sinemanın asıl büyüsüdür. İki filmin kahramanları için de şunu söylemek mümkün: Aslında ikisi de bir yerden sonra biliyorlardı akıbetlerini ama bile bile lades dediler. Tıpkı bu filmleri bıkmadan seyreden biz seyirciler gibi.
La Jetée’nin aynasından Vertigo’ya bakınca şunu fark ettim: Marker, hikâyesinde Vertigo’daki ‘geçmişin hayaleti kadın’ imgesini kullanmakla birlikte, ‘zaman yolcusu erkeği’ de bir hayalete dönüştürmüş. Vertigo’daki ilişki tersine dönmüş gibi görünüyor; acaba öyle mi? Madeleine’nin, o soğuk, güzel hayaletin peşine düşen Scottie de bir hayalete dönüşmüyor muydu? Bu da bizi iki filmin de köklendiği bir mite götürüyor: “Orpheus ve Eurydike”.
Yunan mitolojisinin en gizemli ve trajik anlatılarından biridir “Orpheus ve Eurydike”. Orpheus çok yetenekli bir müzisyendir; eşi, orman perisi Eurydike bir yılan tarafından zehirlenip ölünce kederinden mahvolan Orpheus, sevgilisini ölümün elinden almak için yeraltındaki ölüler âlemine, Hades’e inerek yeteneğini konuşturur. Bütün cehennem ahalisi onun sesi ve müziğiyle kendinden geçer. Yeraltının tanrısı Hades bile öyle etkilenir ki bir şartla eşini ona geri vereceğini söyler: Eurydike tamamen yeryüzüne çıkana kadar Orpheus dönüp geriye bakmayacaktır. Maalesef Orpheus sabredemez ve geriye dönüp bakar; böylece sevdiği kadını ebediyen kaybeder. Batı edebiyatında, resminde, müziğinde, sinemasında defalarca işlenmiş bir hikâyedir bu. Vertigo ve La Jetée de bu mitin birer yorumudur aslında. Scottie ve zaman yolcusu, tıpkı Orpheus gibi âşık oldukları kadını, ölümün elinden geri almaya çalışıyorlar; bunun için Cehennem’e inmeyi göze alıyorlar. İşi biraz daha ileri götürelim, aşırı yorum yapmaktan çekinmeyerek şunu söyleyelim: Orpheus’un sesle yaptığı büyüyü Hitchcock ve Marker, hareketli görüntülerle oynayarak yapıyorlar; onlar hayatı, zamanı, güzelliği, ölümden çalmaya çalışıyorlar.
Orpheus’un trajik hamlesi sadece sanatta ve sanatçılarda yankı bulmuyor. Vertigo üzerinden “Bildiğimiz bir hikâyeye neden dönüp yeniden bakarız?” sorusuna şöyle bir cevap verebilir miyiz: Biz seyirciler de bu filmleri tekrar tekrar seyrederken Scottie’nin Judy’ye yaptığı gibi hikâyeyi baştan yaratmaya çalışıyoruz her seferinde. Belki de ilk okumanın/ seyrin heyecanını sonrakilerin hayaletinde arıyoruz.
Ümit Yaşar Özkan
[1] “Vergilius- Georgica”, Azra Erhat, Mitoloji Sözlüğü, 1972.
[2] Charles Barr, Vertigo, Alfa Yayınları, s. 151.