“Türkiye’de Otobiyografiler Fazla Neşeli”
Yalçın Hocam, bir edebiyat araştırmacısı olarak sizi Türkiye’deki yayıncılık tarihi ve özelde otobiyografiler üzerine çalışmaya yönelten saikler nelerdir?
En başta kuramsal bir nedenden kaynaklanıyor benim otobiyografiyle, onun öncesinde de yayıncılıkla ilgilenmem. Önce niye yayıncılık çalışmaya başladım, onu anlatmalıyım sanırım.
Yayıncılıkla ilgilenmem teorik bir nedenden kaynaklanıyor, dediğim gibi. Genel olarak edebiyat teorisinde yaygın olan anlayış, “metin merkezli”dir. Rus Biçimcileri, Uygulamalı Eleştiri ve Yeni Eleştiri’yle mümkün hâle getirilen bir teorik zemindir bu. Bu teorik zemini kabul ettiğiniz andan itibaren metnin etrafını saran toplumsal yapıyla ilgilenmeniz zorunlu değildir. Yakın okuma sayesinde yalnızca metne odaklanmanız yeterli sayılır. Ancak bu yaklaşım, edebiyatı, özellikle de edebiyat kültürünü anlamak ve edebiyat tarihi yazmak açısından biraz zayıf görünüyor. Bu sorunu aşmak için edebiyat sosyolojisini devreye sokmak gerekiyor. Edebiyat sosyolojisi dediğimiz alan, metnin kendisinden daha öte üretim, dağıtım ve kabul süreçleriyle ilgilenir. Özellikle kabul süreçleri bağlamında yayıncılık faaliyeti çok önemlidir. Kısacası yayıncılığa, yayıncılık tarihine yönelmem, metin merkezli bir anlayışın dışında edebiyat kültürünü anlama isteğinden kaynaklandı.
Mesela akademik hayatımın başından beri İkinci Yeni’nin edebiyat alanındaki değişen konumunu çok ilginç buluyorum. İlk ortaya çıktığı 1950’lerde anlamsız bulunmuş, 1965 ile 1981’in arasında sosyalist hareket yükselişte olduğu için kıymet verilmemiştir. Ama bugün biz yere göğe koyamıyoruz bu şiiri. Kanonlaşmış bir şiirle karşı karşıyayız. “Bu niye böyle oldu?” diye sormak gerekiyor. Eğer yalnızca metinle ilgilenirseniz, diyelim Turgut Uyar’ın bir şiirini okuyup analiz edersiniz ve geçersiniz. Ama “Turgut Uyar’ın metni nasıl buraya geldi?” sorusuna cevap verebilmek için mutlaka dağıtım ve kabul süreçlerine bakmanız gerekir. “Bu metinler nasıl yayınlandı ve kabul gördü?” diye sorunca kaçınılmaz olarak işin sosyolojisiyle, en başta yayıncılık süreciyle ilgilenmeye başladım.
Yayıncılıktan daha çok kanonlaşmayla ilgileniyorsunuz o zaman…
Evet, çıkış noktası öyle oldu. Türkiye’de kanonu anlamak için mutlaka kabul süreçlerine bakmamız gerekiyor. Çünkü normalde kanon dediğimiz şey büyük oranda devlet eliyle ve akademiyle gerçekleşir. Devlet birtakım aygıtlarını kullanır, akademi de birtakım metinleri seçer. Ama bizde kanon, devlet veya akademi eliyle değil de daha çok “sivil” diyebileceğimiz bir süreçte yayıncılar eliyle kurulmuş. İkinci Yeni örneğine baktığımız zaman da Türkiye’de akademi, İkinci Yeni ile son 20-30 yıldır ilgileniyor. Ama İkinci Yeni önce sivil alanda kanonik oldu, sonra akademi bu şiire yöneldi. Hiçbir devlet aygıtı, 1950’lerden itibaren İkinci Yeni şiirini destekleyen bir girişimde bulunmadı; tersine, anlamsız/saçma bulundu. Dolayısıyla kanon meselesini anlayabilmek için mutlaka yayıncılığa bakmamız gerekiyor. Kimdi bu sivil yayıncılar ve kanonu nasıl kurdular? Hüsamettin Bozok, Memet Fuat, sonrasında Erdal Öz ve Enis Batur ne yaptılar da kanonunu kurdular? Bu soruları sorduğumuzda cevap bulmakta zorlanıyoruz. Çünkü Türkiye’de yayıncılık tarihini ayrıntılı biçimde ele alan bir çalışma yok. Bu, tam şundan kaynaklanıyor bana kalırsa: Edebiyata metin merkezli baktığımız için, yayıncıyla ilgilenmiyoruz. “Yakup Kadri’nin kitaplarını kim bastı?” diye sorsam bunun cevabını hemen bulamazsınız mesela; yayıncının kim olduğu geçmez bile.
Yayıncılık meselesini çalışmaya başlayınca ne yazık ki yeterli kaynak da olmayınca, işin tarihini ele almak gerekti. Türkiye’de yayıncılığın tarihi nasıl gelişti ve bu süreçte edebiyat bundan nasıl etkilendi? Bu soruya cevap vermek için eldeki en önemli kaynak, başta mektupları olmak üzere yayıncıların otobiyografik metinleriydi. Böylece otobiyografik metinlerin edebiyat kurumunu anlamakta ne denli önemli olduğunun farkına vardım ve sonrasında da bir tür olarak otobiyografiyi sorgulamaya başladım.
Otobiyografik metinleri tercih ederken otobiyografik romanları dışarıda mı bıraktınız? Sadece “kurmaca olmayan” edebiyatçı otobiyografilerini mi inceliyorsunuz?
Bu konuyla ilgili çalışmalara, tezlere bakıldığı zaman kurmaca metinlerdeki otobiyografik ögeleri bulmak daha çok tercih edilen bir yol gibi görünüyor; belli ki daha da kolay. Yazarın otobiyografik metinlerinden yola çıkarak kurmaca metindeki izdüşümleri aranıyor. Türkiye’de de, dediğim gibi, bir kurmaca metindeki otobiyografik ögeleri araştırmak daha sık tercih edilen bir yol ama çok makbul bir yol değil, bana kalırsa. O yüzden romanlardaki otobiyografik ögelerle hiç ilgilenmiyorum. Doğrudan edebiyatçıların yazdığı otobiyografilerle ilgileniyorum. Aslında edebiyatçılar çok az otobiyografi yazıyorlar. Mesela askerler ya da politikacılar bir hayli otobiyografi yazmışlar. Ben yalnızca edebiyatçıların edebiyatla ilgili yazdıkları kitapları odağa alıyorum; edebiyat alanını anlamaya çalışıyorum çünkü. Türkiye’deki edebiyatçıların –özellikle 60’lara kadar– aynı zamanda politik/bürokrat kimlikleri de öne çıkar. Edebiyatçıların politika ile ilgili metinlerine değil edebiyat alanıyla ilgili metinlerine bakmak gerekiyor, edebiyat kültürünü anlamak için. Mesela Yakup Kadri’nin 3-4 tane anı kitabı var, onlardan bir tanesi edebiyatla ilgili. Politikada Kırk Beş Yıl ya da Zoraki Diplomat kitapları doğrudan politika ile ilgili, edebi alandan dolaylı olarak söz ediliyor.
Otobiyografi bağlamında hangi dönemleri ve hangi tür metinleri ele alıyorsunuz?
Temel mesele otobiyografinin ne zaman başladığı; bu konu hayli tartışmalı. Tür söz konusu olduğu zaman, işin doğrusu, hep çetrefilli bir tartışmayla karşılaşıyoruz. Mesela “Roman dediğimiz şey ne zaman başladı?” sorusuna, genel olarak romanın merkezileştiği/yaygınlaştığı 19. yüzyıl cevabı verilir. Ama birileri çıkıp “Antik Yunan’da anlatma esasına dayanan birtakım metinler vardı, bunları da romanın atası sayabiliriz,” diyorlar. Böyle bir bakış açısının her zaman beraberinde anakronizm tehlikesini getirdiğini düşünüyorum; belli bir dönemde var olamayacak bir şeyi oraya teşmil ediyor olabiliriz. Otobiyografi meselesinde de Türkçedeki kaynaklara baktığımız zaman “Alp Er Tunga” metnini bile otobiyografi sayanlar var. Orhun Yazıtları’na otobiyografi değil ama “otobiyografik metin” diyenler var. 14.-15. yüzyıldan itibaren birtakım metinlere bakarak (yaşnameler, sohbetnameler, sergüzeştnameler…) otobiyografinin o dönemde doğduğu söyleniyor. Bunlara daha temkinli yaklaşma eğilimindeyim.
Öncelikle otobiyografinin ne olduğunu tanımlamak gerekiyor ama açmazlarımızdan birisi, kesin bir tanıma ulaşamamak. Daha çok merkezileşmesi bağlamında bakarsak, Batı’da bunun 19. yüzyıl olduğunu görüyoruz. Bizde de 19. yüzyılda ilk anı/otobiyografik metinlerden biri kabul edilen Ahmet Mithat’ın Menfa’sı ya da Muallim Naci’nin Ömer’in Çocukluğu gibi metinler var. Ama bunlar çok tekil örnekler, otobiyografik metinler henüz merkezî hâle gelmiyor tabii ki. Bu noktada model oluşturmuş bir metin, bana kalırsa, Ahmet Rasim’in 1924’te yayınlanan Muharrir, Şair, Edib kitabıdır. 1920’lerden sonra, edebiyatçıların yazdığı daha fazla otobiyografik metinle karşılaşıyoruz ama düzenli biçimde bir artıştan söz etmek de mümkün değil, bu türdeki yapıtların dalgalı bir seyri var. Belli dönemlerde yoğunlaşma olabiliyor. Mesela 2000’lerin başında otobiyografik bir tür sayılacak “nehir söyleşi”ler peş peşe yayımlandı ama bugün aynı biçimde devam etmiyor.
Buradan tür sorunuyla devam edebiliriz isterseniz. Biyografi/ otobiyografi, edebiyatla tarih arasında sıkışmış, her iki alanın kesişme noktasında durduğu hâlde Türkiye’de yakın dönemlere kadar üzerinde pek çalışılmamış türler. Otur Baştan Yaz Beni’de Abdulhamit Kırmızı’nın aktardığına bakılırsa tarihçiler de -majör tarihten minör tarihe doğru bir eğilim olmasına rağmen- biyografiyi ihmal ettiklerini itiraf ediyorlar. Hangi metinlere otobiyografi adı veriliyor? Bir edebiyatçının kendini anlattığı bir metne edebiyat metni diyebilir miyiz? Edebi tür olarak otobiyografiden söz edebilir miyiz, otobiyografi ne zaman edebiyata dahil olabiliyor?
Aslında tür meselesini ne kadar konuşmazsak o kadar iyi, çok karışık bir mevzu zira. Derrida’nın ünlü tür yasası yazısı var; tür yasası ihlâl üzerine kuruludur. Biz sürekli türleştirmeye, birtakım ortak noktalar bularak metinleri tasnif etmeye çalışırız ama pratikte sürekli o tasnifleri delen, altını oyan birtakım örneklerle karşılaşırız. Tür, edebiyatın kendi içinde zaten zor bir mevzu. Otobiyografi meselesi daha da zorlaştırıyor bu konuyu. Çünkü edebiyat tanımının dışına taşan bir tür.
Edebiyat tanımlarına baktığımız zaman türler arasında bir hiyerarşi var; edebiyat denildiğinde önce roman geliyor akla, demek ki edebiyatı fiction (kurmaca) üzerinden tanımlıyoruz. Sonra da şiir geliyor. Bunlar merkezi oluşturuyor edebiyat tanımında. Edebiyat tanımı yapıyor, bunu romana ve şiire dayandırıyoruz ama daha bunları bile tür açısından tanımlamakta zorlanıyoruz. Mesela “şiirsel dil nedir?” diye sorduğumuzda, İkinci Yeni’nin şiir diliyle Garip’in şiir dilinin arasında hiçbir ortak yan yok ama biz bunun ikisine de şiir diyoruz. Tanımlayamıyoruz aslında şiiri. Ortaya çıkan şu: Belli dönemlerde belli konvansiyonlar var; bu konvansiyonların üzerinden tanım yapılıyor. Eğer bir şiir tarzı, kabul süreçlerinden geçerse şiirin tanımına ekleniyor. Roman için de benzer bir şey söylenebilir.
Ancak otobiyografi söz konusu olduğu zaman “tür hiyerarşisi” nedeniyle işler biraz daha karışıyor; çünkü edebiyatın sınırında duran bir tür, otobiyografi. Eğer edebiyatı “kurmaca” üzerinden tanımlıyorsak, otobiyografi edebi bir tür değil. Çünkü otobiyografik metinlerin temel iddiası gerçeği anlatma, yani kurmaca olmadığıdır. Bu noktada otobiyografi, edebiyatın alanından çıkıp tarihin alanına düşer. Tam o sınır çizgisinin üstünde; o yüzden tarihçiler de ilgileniyorlar. Burada sürekli ihlâl oluşturan, sınırın bazen tarih, bazen edebiyat tarafına geçen bir türle karşı karşıyayız. Nihai noktada şunu da gözlemliyoruz: Bir edebiyatçı yazdığı zaman otobiyografi, edebiyatın alanına dahil ediliyor ama bir gazeteci yazdığı ya da bir asker yazdığı zaman daha çok tarihin alanına havale ediliyor. Burada da metinden bağımsız olarak yazarın kişiliğinin belirlediği bir tür adlandırması var. Bu teorik bir çıkarımın sonucu değil, tamamen pratik bir çözüm gibi görünüyor.
Sorunun kaynağı, bizim edebiyatı sürekli tasnif etmeye çalışmamıza rağmen edebi metinlerin pratikte bu tasnife direnmesi bana kalırsa. Otobiyografi söz konusu olduğu zaman bu durum daha bariz açığa çıkıyor. Romanda da benzer bir durum var ama otobiyografik metinler söz konusu olduğunda daha belirgin biçimde “tür”leştirme zorlaşıyor. En başta bir sürü başka “alt türü” de otobiyografiye dahil etmek gerekiyor. Mektup da otobiyografik bir tür mesela, günlük de, anı da. Burada birtakım alt türler var. Ayrıca türe müdahale ederek onu karıştırmak da çok sık karşımıza çıkıyor. Bu alandaki temel metinlerde Sidonie Smith ile Julia Watson, elli iki farklı otobiyografik tür tespit ediyorlar. Bizde de bu tarz karışık tür örnekleri var. Mesela Adalet Ağaoğlu Göç Temizliği kitabını “anı-roman” diye adlandırılmış.
Adalet Ağaoğlu Gece Hayatım’a da “rüya anlatıları” etiketini veriyor.
Evet, birtakım alt türler var. Orijinal birtakım isimlendirmelere de rastlanıyor. Türler arası geçişi çok seven yazarlardan biri olan Enis Batur, kendi otobiyografik metnine “otobiyografik entelektüel deneme” diyor mesela. Şiir söz konusu olduğu zaman hiç otobiyografiye dahil etmiyoruz ama Nâzım Hikmet’in “Otobiyografi” diye şiiri var. Hasan Âli Yücel’in Dinle Benden isimli manzum bir otobiyografisi var.
“Batı’da biyografi nasıldı, bizde nasıl?” gibi bir karşılaştırma amacı içermemekle birlikte, şunu sormak istiyorum: Bugün anladığımız anlamda otobiyografinin modern bireyin ortaya çıkmasından itibaren yazılmaya başlandığı kabul edilmekle beraber bazı kaynaklarda çok eskiye götürerek Batı’da 15. yüzyıldan itibaren bile otobiyografinin türleri olduğu söyleniyor. Bu argümana dair neler söylersiniz?
Bu türlerin hepsini kapsayan bir şemsiye kavrama da ihtiyaç duyulmuş ve bazı öneriler var. Sidonie Smith ve Julia Watson, life narratives diyorlar (“hayat anlatıları” diye Türkçeye çevirebiliriz), bazı metinlerde “benlik anlatıları” deniliyor, Cemal Kafadar meşhur kitabında, Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken’de “birey edebiyatı” demeyi tercih etmiş. Bir üst çerçeve kavram var ama bunların hepsi, özellikle de tarihçiler bu meseleyle ilgilenmeye başladıkları andan itibaren, edebi bir sorun olmaktan çıkıp başka bir mevzuya dönüşüyor. Bana kalırsa özellikle tarihçilerin otobiyografi hakkındaki çalışmaları bir noktadan sonra modernite paradigmasıyla hesaplaşmanın bir aracına dönüşüyor.
Otobiyografi söz konusu olduğu zaman iki tartışmalı soru beliriyor: Ne zaman oraya çıktı ve nerede ortaya çıktı? Bu iki soru da paradigmatik tartışmaları beraberinde getiriyor. Bu tür birey nosyonu sayesinde ortaya çıktığına göre bireyle özdeşleştirilen “modernite”den önce otobiyografi yok muydu? Modernite dediğimiz şey Batı’da inşa edildiğine göre, otobiyografi Batı’ya özgü bir tür mü, Batı dışı toplumlarda otobiyografi diye bir şey olamaz mı?
Otobiyografi tartışmalarında Türkiye söz konusu olduğu zaman bu iki soruyla hesaplaşıldığını görüyoruz: Modernite paradigması ve oryantalist paradigma. Artık oryantalist paradigma pek tartışılmıyor, kaba bulunuyor. Otobiyografi Batı’ya özgüdür, denmiyor artık. Bu konu Olcay Akyıldız, Halim Kara ve Börte Sagaster’in yayına hazırladığı Autobiographical Themes in Turkish Literature’ın girişinde de tartışılır.
Öteki mesele, yani modernite paradigması ve otobiyografik metin meselesi daha meşakkatli. Yalnız bizim için değil, Batı için de tartışmalı bir konu. Modernite, belli bir tarihten sonra gelip kendinden önceki pek çok şeyi ortadan kaldırarak yepyeni bir şey inşa etti. Modernite paradigması kendini böyle anlatma eğiliminde. Aydınlanma’dan itibaren birtakım gelişmeler oldu ve pek çok şey bu tarihten sonra ortaya çıktı. Bugün kültürümüzde kadim kabul ettiğimiz pek çok şey 500 yıl önce yoktu, son 200 yıldır Avrupa’nın icadı olarak ortaya çıktı. Ama bazı tarihçiler bu mevzudan, yani modernitenin böyle bir paradigma kurmaya çalışmasından rahatsızlar. O noktada da tekrar konuya dönecek olursak, otobiyografi meselesi modernitenin savaş alanı gibi görünüyor.
Peki, bu savaş, otobiyografi tartışmasını nasıl etkiliyor?
Mesela birey nosyonunu Rönesans öncesine götürmeme eğilimi yaygın ama bazı tarihçiler buna itiraz edip daha öncesine götürüyorlar. Bunu geriye çektiğiniz zaman otobiyografik metinleri de erkene alıyorsunuz. Dediğim gibi buna temkinli yaklaşmak ve anakronizme düşme tehlikesini her zaman akılda tutmak gerekiyor.
Şunu her zaman sormak lâzım: Modernite öncesindeki metinleri değerlendirirken modernite sonrasında geliştirdiğimiz kavramları oraya biz mi teşmil ediyoruz? Bizdeki baskın eğilim –özellikle edebiyat akademisyenleri– her şeyi süreklilik içinde görmektir, meseleye “kopuş” açısından bakılmaz. Benim yaklaşımım, mümkün olduğunca bugünkü olguları geçmişe teşmil etmemektir. Çünkü insan bilincini oluşturan şey, içinde bulunduğu maddi koşullardır. Yazının olmadığı bir kültürde otobiyografi yazılmasını beklemek pek mümkün değil; çünkü otobiyografi dediğimiz şey bir arşiv meselesi de aslında. Sonuçta geçmişinizi anlatıyorsunuz. Bundan 30 yıl önceki bir şeyi yazmanız gerektiği zaman elimizdeki tek araç, bellek olmak zorunda değil yazılı kültürde; ama sözlü kültürde elimizde bellekten başka bir şey yok. O noktada sözlü kültürde de bir otobiyografi “yazmak”, söylemek hayli zor olsa gerek. Dolayısıyla kültürü, maddi koşullar belirlediği için bugünkü olguları, geçmişe teşmil etmemek gerekiyor. Otobiyografi meselesinde de bizde birey var mı, hâlâ tartışılan şeylerden birisi. Kesin bir cevap veremiyoruz. Ancak eski metinleri bugün bizim anladığımız anlamda otobiyografi olarak değerlendirme eğiliminde değilim.
Batı’daki otobiyografi yazımı, Nazan Aksoy’un Kurgulanmış Benlikler kitabında da, başka yerlerde de itiraf kültürüyle bağlantılandırılıyor. İtirafın yaygın olmayışı, mahremiyetin ifşası ve sansür… Yazarlar kendilerini bu anlamda pek rahat hissetmedikleri için kendilerini sansürleme gibi bir durum da mı söz konusu acaba?
Hemen kısaca cevabı vereyim: İtiraf meselesine katılmıyorum. İtiraf kültürü ile otobiyografiyi ilişkilendirme meselesi bana biraz eksik gibi geliyor. Belki de Batı’daki ilk otobiyografik metinlerden birinin St. Augustinus’un İtiraflar’ı, modern zamanlardaki ilk örneklerinden biri de Rousseau’nun İtiraflar’ı olduğu için öyle bir ilişki daha kolay biçimde kuruluyor.
Ayrıca otobiyografiden önce bu ilişki bizde Tanpınar’ın 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi‘nin girişinde roman bağlamında kurulmuştur, hatırlarsanız. Tanpınar, Batı’daki gibi bir itiraf kültürü olmadığı için bizde roman olmadığını söylüyordu. Aceleci bir yargı bu. Kültürel bir olguyu başka bir kültürel olguyla açıklayabilir miyiz? Yoksa başka şeylere mi bakmamız gerekir? Eğer itiraf kültürü roman yazmayı beraberinde getiriyorsa Hıristiyanlıkta modernite öncesinde itiraf kültürü var ama 19. yüzyıla kadar yaygın biçimde roman yazılmıyor. Niye itiraf kültürü öncesinde romanı getirmiyor da 19. yüzyılda roman dediğimiz şey yaygınlaşıyor? Eğer bunun temelinde itiraf kültürü diye bir şey olsaydı romanın daha erken dönemlerde ortaya çıkması gerekmez miydi?
Romanı yaratan koşullar yalnızca itiraf kültürüyle ilgili olmamalı ki roman ancak 19. yüzyılda yaygınlaşıyor. Nedir 19. yüzyılda romanın ortaya çıkmasına neden olan şey? Öncesinde kamusal alanın oluşması, egemenliğin kaynağının Tanrı’dan alınıp beşerî hâle getirilmesi ve bana kalırsa en önemlisi matbaanın yaygınlaşması. Bir itiraf kültürünüz olabilir ama gelişmiş matbaa araçlarınız yoksa, roman diye bir tür de çıkartamıyorsunuz.
Aynı şey otobiyografi için de geçerli. İtiraf kültürünün otobiyografinin yaygınlaşması bağlamında mutlaka etkisi olmuştur. Zira otobiyografi dediğimiz şey bir içe bakış, bir gelişim anlatısını beraberinde getiriyor. Ancak itiraf kültürü tek başına otobiyografiye giden yolu açmıyor, daha karmaşık bir süreç söz konusu.
*Söyleşi kaldığı yerden devam edecek…
Neslihan Demirci