

Ses-
Sesine ses katılmasını hak eden öykü kitapları için yazıyorum bu sefer: Dinozorların Son Günü[1] ve Cumhur’un Ölüm İlanı[2] için. Kitapların yazarı Ali Yağan, öykülerinde yer değiştirmeyi çok sevmeyen bir yazara benziyor. Daha çok bildiği topraklara, mekânlara, kimi zaman da kişilere bağlı kalarak öykülerini kurguladığı izlenimini veriyor. Bir uyum hâlini veya anlam bütünlüğünü aktarırken kimi zaman kahramanlarını “Nar ile İncirin”deki gibi şiddetle hırpalıyor, kimi zaman onları “Tuhafiye”deki gibi şüphe içinde yaşamaya zorluyor. Ama onları yarı yolda bırakmayarak yeni bir hayat kurmaları için kapıyı hep açık tutuyor. Daniel Pennac, sanatın temel işlevlerinden birinin, insanların aralarındaki kavgaya ara vermelerini sağlayarak sevginin yeniden hayat bulması[3] olduğunu söylüyor. Yazar da öykülerinde kahramanlarının hayat mücadelesi verdikleri zamanlarda, imgelerle ve yol gösterici kişilerle karşılaşmalarını güzel tesadüflerle sağlayarak sevginin hayat bulmak için çırpındığını hissettiriyor. Bir imgeyi bir kez vurgulamıyor; öykülerini kimi zaman kişilerle, kimi zaman mekânlarla birbirine bağlı tutuyor; bu da okurun zihin dünyasındaki çatallı yolların aslında bir yere çıktığını hissettiriyor.
Yazarın bilinçli ya da bilinçsiz bu süreklilik arayışı niye? Tabii ki bunun net cevabını bilmemekle beraber yazarın kendisini oluşturan duyguları ya da düşünceleri köklerinde arıyor belki de. Yazar “Yurdunu bırakmanın eziyeti hiçbir şeye benzemezdi.” (Nar ile İncirin) diyerek; anladığı ve tanıdığı insan tabiatını, tek bir yaklaşım kalıbı içine yerleştirerek belli bir zaman aralığında birbirlerinden ayrılmış olayları bir vücut hâlinde ele almak istiyor diye de düşünebiliriz.
Bu süreklilik içerisindeki mekânlar arasılık ve kişiler arasılık açısından çoğu öykü bir kişide, bir mekânda, ortak bir noktada buluşuyor: Habba Ana, Adana ve diğer kahramanlar öyle. Yazar, köklerini anarak kaybettiği bir şeyleri aramak için kelimelerini toprağının üzerinde gezdiriyor ve kaybetmenin hüznünü bir nebze olsun azaltmak istiyor. Ayrıca insanın köklerinin toprakta gömülü olmadığını unutmayarak kurgularındaki derinliği kaybetmemek için ölüm temasını ön plana çıkarıyor.
Ses-sizlik
Ölüm, yazarın öykülerinden ayırmadığı bir unsur; pek çok öyküde kahramanların hep omzunda. Belki bu yüzden öykülerin atmosferi hep gölgeli gibi. Ama yazar ölümden sonra kahramana ne olduğu konusuna pek girmiyor. Kahraman, mezarlıkta bırakıldıktan sonra onun yerine, aynı kurgudaki bir diğer kahramana geçiyor. Bununla ilgili en güzel örnek ise “Diş Ağrısı Reloaded” adlı öyküsü. Bunun yanında bir de Habba Ana’nın vefat ettiği öyküye bakmakta fayda var (Onun hangi öykü olduğunu okuyucunun bulmasını tercih ederim). Ölüm konusunda bilhassa kahramanların bir tür illetten kurtulmalarını vurguluyor. Yine “Diş Ağrısı Reloaded” öyküsü üzerinden ilerlersek metaforik olarak kahramanın diş ağrısından bahsediyor yazar. Bu öyle bir ağrı ki insanı hem vezir hem de rezil eden cinsten; Ali’nin ağrısı ise ikincisinden. Peki, yazar acısından kurtulan kahramanını nasıl tasvir ediyor? “Huzursuzluk, Ali’nin hayatının müziğiydi. Bu müzik de son bulmuştu. Yüzünde, üzerinde günün yorgunluğuyla lokantadan eve doğru yürüdüğü akşamüstlerinin mutluluğu vardı” (Diş Ağrısı Reloaded). Ali’nin yirmi yıl çektiği bu acıyı öldükten sonra Ramiz devralıyor. Kahramanlar ölüyor ama başka insanların içinde tekrar doğuyor sanki. Yazar bunu da bilerek yapıyor gibi; yaptığı hamleden haber veren bir öyküsündeki şu cümleye atıfla bu izlenimi veriyor: “Eski insanın hikâyeleriyle medenileşen Şeref yeni insanın hikâyelerinde yabanileşiyordu” (Şimdi bildin mi Şeref’i?).
Çığlık
Ölüme geri dönersek… Öykülerde yaşamla ölüm arasındaki belirgin olan bir hat var ve bu nedenle kahramanlar arasındaki sınır da belirgin duruyor. Bu belirginlikten olsa gerek, yazar, zaman ve mekândan istifade ederek kahramanlarını gerçekliğin solgunluğu ile titrek yankıları karşısında donuk bırakıyor. Ama her kurgu için her zaman mutlak bir sonun bulunduğu söylenemez. Bunun en güzel örneği belki “Tuhafiye” isimli öyküsü. Kendi hâlinde bir ailenin biraz şımarık oğlunun içine bırakılan şüphe tohumuyla yaşamaya başladığı sürecin anlatıldığı kurgusal atmosfer çok güzel. Kendisini aramak zorundalığına fırlatılan kahramanın konu edildiği öyküde, bir insanın verdiği/vereceği tepkilerin mutlak ve kesin olmadığını yazar gayet başarılı bir şekilde kurguluyor. Adler, “Her tepki, daha büyük bir bütünün bir parçasından başka bir şey değildir; geçici olarak geçerli olmakla birlikte, hiçbir zaman bir problemin kesin sonucu olarak görülemez.”[4] der. Bu cümle, Yağan’ın kahramanı Ali’ye ve diğerlerine yaşattıklarını gösterir nitelikte diyebiliriz.
Yazar çoğu zaman gerçeklikle barışık, yer yer fantastik unsurlara yaslanarak kahramanların oldukları yere çöküp kalmalarına izin vermeden, öykülerindeki ritmik hareketliliği sürdürdüğünden dolayı okuyucunun okuma zevkine ket vurmuyor. Her unsuru yeni bir dünyaya açılan bir anahtar gibi göstermesi sayesindeyse sunulan her kapının arkasındakiyle tanışmak için okuyucunun merakını diri tutabiliyor. Öykülerde yazarın sözlü gelenekten beslendiğini hissettiğimiz nüanslarla da yer yer karşılaşıyoruz. Beslendiği kaynağı kopyala-yapıştır seçeneğinden ziyade yazarın hayal gücünde kabaran imgeleri, kendi içinde özdeşleştirerek sunması kurgularının derecesini üst seviyeye çıkarıyor. Pennac, “Kitap kültü sözlü gelenekten kaynaklanır.”[5] der. Yağan, “Kalemdan” adlı öyküsünde “Bilesin ki kalemine gücü kalemdan verdi. Kalemdana gelirsek o da gücünü Gök’ten aldı.” Bu ifadede sözlü geleneğin geldiği yer de gök, insanın kalemine güç veren kaynak da. Yani anlatıcının meşalesinin her daim yanmasını sağlayan görülmeyen güç O işte.
Hülâsa
Ali Yağan’ın iki öykü kitabından yola çıkarak yaptığım bu değerlendirme, nihai tahlilde iki hususu belirtmek isterim: İlki öykülerdeki lirik atmosfer, ikincisi de yazarın somut dünya içindeki kurgularının sahiciliği ve samimiyetiyle ilgili; diğer bir ifadeyle herkesin bildiği veya tanık olduğu şeyleri yazarın ustalıkla kurgulayabilmesi söz konusu. Metinlerdeki sahicilik ve samimiyeti mümkün kılan, öykülerdeki atmosferin niteliği… Yazar, “Şinasi [Pessoa]” öyküsünde“Bir şiir bir öyküye ne getirebilir? Tabii ya, bir şiir bir öyküye derinlik getirebilir.” diyor; kendi yapmak istediği şeyin bu olduğunu söyler gibi.[6] Yazar bazı öykülerinde de -belki gönlü ferahlatmak için- şu örnekteki gibi dizeler serpiştiriyor:
“Çok yer gezdim de hiç anlatamadım derdimi.
Dilimi de bıraktım o kasabada.
Şimdi zar zor konuşuyor zar zor anlıyorum insanları” (Tuhafiye).
Genel itibarıyla hayatın acı taraflarından nasibini almış kahramanların dile gelmesi ve yaptıkları ya da yaşadıkları eylemlerle okuyucuya sunulması, kurguların sadece düşüncelerden değil gerçekliklerden de müteşekkil olduğunu hissettiriyor. Sahtecilik barındırmayan kurgular içinde kahramanlar söyledikleri her şeyin arkasında durarak eylemlerini de çekinmeden yerine getirebiliyorlar; bu, yazarın kurgudaki başarısı. Metinlerde öne çıkan diğer bir güzellik ise bir süreklilik içinde karşılaştığımız mekân ve kahramanların bir bütünlük içinde okunabilmesi. Mesela bir öykü içindeki köye başka öykülerde de mekân oluyor; bir öyküde köşe başında duran bir karakter, başka bir öykünün kahramanı olabiliyor. Bu hamlelerle yazar sayısız eylemi ve düşünceyi aslında aynı zamanda ve mekânda buluşturuyor.
Betül Sezgin
İllüstrasyon: Hatice Özdemiroğlu
İşbu web sitesi ve tüm sayfaları Fikir ve Sanat Eserleri Kanununa tabidir. Sitenin içeriğine ilişkin her türlü ses, görüntü, yazı içeren bilgi-belge, her türlü fikri ve sınai haklar ile tüm telif hakları ve diğer fikri ve sınai mülkiyet hakları Zift Sanat’a aittir.
[1] Ali Yağan, Dinozorların Son Günü, İstanbul: Ketebe Yayınları, 2020.
[2] Ali Yağan, Cumhur’un Ölüm İlanı, İstanbul: Ketebe Yayınları, 2024.
[3] Daniel Pennac, Roman Gibi Kitaplara ve Okumaya Dair, çev. Mustafa Kandemir, 5. basım, İstanbul: Metis Yayınları, 2021, s. 33.
[4] Alfred Adler, İnsan Tabiatını Tanıma, çev. Ayda Yörükân, 26. basım, İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları, 2024, s. 22.
[5] Pennac, Roman Gibi Kitaplara ve Okumaya Dair, s. 69.
[6] Yazıyı okurken dinlemek için bir müzik önerisi: Anja Lechner, François Couturier, “Vogue/ E la nave va” https://www.youtube.com/watch?v=vWnmsOLbO90