Tavşanlı kasabasının Tepecik köyüne doğru yol alıyorduk. Ahmet Ağabey’in yaşadığı film dünyasına sokuluvermiştik yavaşça. Adres sorduğumuz insanların filmindeki oyuncular olduklarını anlamamız çok vakit almadı. “Ha, Ahmet mi?” diye başlayan, en nihayetinde “Beyaz çizgiyi takip edin, sizi ona götürür.” diye devam eden replikler, sinematografiye ilişkin bütün özelliklerle birebir örtüşüyor ve Ahmet Ağabeyin film dünyasındaki merak unsurunun taşıyıcılığını üstleniyordu.
Ahmet Ağabey meşhur şapkası, rahat tavrı ve bütün kısa filmlerinin izlerini taşıyan yüz kıvrımları ile karşımıza çıkıverdi. Çay eşliğinde koyu bir muhabbete daldık. Filmlerden konuştuk heyecanlandık, hayattan konuştuk hüzünlendik, gelecekten konuştuk ümitlendik. Konuştukça fark ettik ki Ahmet Ağabey, samimi, içindeki heyecanı karşı tarafa hemen hissettiren, ince ve derin kavrayışıyla şaşırtan ve bütün bunları kapsayacak şekilde yaşadığı hayatın “özne”si olan bir insandı. Etrafıyla, insanlarla, tabiatla tıpkı çocuklar gibi dolaysız ilişki kurabilen bir yeteneğe sahipti. Sanatçı kimliğinin izlerini buralarda da takip etmek mümkündü. Çevresiyle geliştirdiği özel iletişim biçimi ise dikkatlerden kaçmıyordu. Kıyıda köşede duran teferruatları fark ediyor ve birden hayatın içine boca ediverip yaşanılır kılabiliyordu. Bir filmden bahsetmeye görün, aniden bütün dikkati tek bir noktaya toplanıyor, sanki hayatının en önemli ve ciddi meselesi hakkında konuşuyormuş gibi bir tavır takınıyordu: içinde bulunduğu “ân”ı film şeridine aktarıyormuş gibi bir ciddiyet… Filmle ilgili anlattığı bütün mevzuları sahneler hâlinde gözünüzün önüne getiriyor, işte o an hayatla film arasındaki ince çizginin farkında olmanızı sağlıyordu. Tabii bütün bunların olabildiğince doğal seyretmesi, hiç de rahatsız edici bir kurgusallık taşımaması etkileyiciydi.
Kendisinin anlattığı bir hatıra, sinemayla kurduğu ilişkinin mahiyetini anlamamıza imkân verebilir. “Antonioni”: Adını o gün için bilmediği ve yıllar sonra aynı filmi tekrar gördüğünde hatırlayacağı bir isimdir bu. Köy kahvesinde, TRT’de yönetmenin Blow Up filmine rastlamıştır. Birden ilgisini çeker. Fakat bu hiç de kahvehanede insanların seyredeceği türden bir film değildir. Rica, minnet kahvehane sahibini ikna eder ve seyre başlar. Özellikle gerçekte tenis oynamayan ama oynuyormuş gibi hareket eden insanların bulunduğu sahnesiyle film kendisini oldukça etkiler. Zihnine üşüşen imgeler sarsıcı bir etki bırakır üzerinde. Hareketi yakalayan film şeritleri bu sahne aracılığıyla ona göz kırpmış ve Ahmet Ağabey bunu hemen fark etmiştir. Sonrasında kahvehanedekilerin bütün itirazlarına rağmen filmi sonuna kadar seyredecektir.
Elbette Ahmet Ağabey’in kendi filmindeki başrol oyunculuğu dışarıdan göründüğü kadar kolay bir süreç değil. Gölgeler, ışıklar, karanlıklar ve hikâyelerle geçen, zengin hayal dünyasının nüvelerinin atıldığı çocukluk evresinden sonra resim, şiir ve edebiyatla ciddi bir şekilde ilgilenir. İlk romanını 1976 yılında, yirmi iki yaşındayken yazar. Geçimini sağlamak içinse hamallık ve kamyon şoförlüğü dâhil birçok işte çalışır. Her ne kadar bunlar arzu ettiği işler olmasa da yapmak istedikleri doğrultusunda sabırla küçük adımlar atar; bir anlamda heybesini doldurur.
Sinemayla ilk ciddi teması, kısa filmi Optik Düşler ile 1993 yılında gerçekleşir. Bu kısa filmle sinema dünyasına öyle bir giriş yapar ki seyircilerde küçük bir şok etkisi bırakır. Aslında şok etkisinin artçı bir sarsıntıyı takip edecek ciddi dalganın ilk işareti olduğu, çok geçmeden fark edilecektir. Yaşı otuz dokuzdur. Film çekme yaşı olarak düşünülürse oldukça geç kalınmıştır; hele hele kısa film aşamasındaysanız. Tabii bu genel bir yargı. Hayata farklı bir güzellik katan bütün istisnalar gibi Ahmet Ağabey de genel yargıları altüst edecektir. Çok önemli iki yol arkadaşı İsmail Mutlu ve Şerif Akarsu’yla 2000 yılına kadar bıkmadan, azimle yedi kısa, iki belgesel film çeker. Tepecik Köyü Arkadaş Sinema Grubu adını verdikleri ekiple çocuk dünyasının naif taraflarını, insanın iç âleminin derinliklerini, taşranın perdede pek de gözükmeyen aşkın hâllerini, gerçeğin katmanlı yapısını oldukça sahici metafizik çağrışımlara sahip görsel efektler ve gerçeküstü atmosferler eşliğinde son derece tabii olarak perdeye aktarırlar. Onlarca festival daveti ve aldıkları ödüllerle bu çabaları karşılıksız kalmayacaktır.
On yaşlarında gördüğü ve âşık olduğu sinema makinesini neredeyse yapacak kadar sinema tekniğini keşfeden, film dilinin kıvrımlarında dolaşacak rahatlıkta pratik yapan Ahmet Ağabey iyice tecrübe kazanmıştır. Artık kısa metraj filmlerini uzatmak niyetini taşır. Bunun için kafasında dolaşan onlarca projeden birisini, Kuzey Masalı’nı hazırlar. Projeyle bir senaryo yarışmasına katılır ve ödül alır. Ne var ki filmi çekecek yeterli maddi kaynağı bulamaz. Sonrasında rüyasını gördüğü projeleri hayata geçirmek için birçok kurum ve kişiyle görüştüğü, ciddi bir yıpranma süreci yaşadığı bir dönemdir bu: Filmlerinin takdir edildiği, ulusal ve uluslararası arenada başarılarının ortaya çıktığı fakat uzun metraj film için bir türlü gerekli desteğin bulunamadığı bir dönem. Mesleki ehliyete dair rüşdünü ispatlayan ama bir türlü mesleğini icra edemeyen Ahmet Ağabey için hazin bir çelişki ortaya çıkar: Tam da film çekmekten başka yapacak bir şeyinin bulunmadığını idrak ettiği, kendisine bir başka varlık alanını uygun görmediği ve özgüven kazandığı bir zaman diliminde yalnızlaşır. Nitekim beynindeki tümör bu dönemde kendini iyice göstermeye başlar.
Tarihler 2001’i gösterir. Umduğu yerlerden destek bulamamıştır. Fakat açık bir kapı keşfedecek ve ilk filmi için kamerasına nihayet “Motor!” diyebilecektir. Masalsı niteliklere sahip Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak filmi bu şekilde tamamlanır. Rüyası gecikmeli de olsa gerçekleşir. Ardından ulusal ve uluslararası alanda kazandığı onlarca ödül Ahmet Ağabey’in hem sinema camiasında hem de seyirci nezdinde itibarını ve tanınırlığını arttırır. Bu durumu kendisi şöyle yorumlayacaktır: “Bir insan bir şeyi gerçekten ister ve arzu ederse Allah o kişiye istediğini verir.” Ahmet Ağabey, azminin neticesini almış, bunun yanında çektiği bütün zorlukları bir anlamda unutmuştur.
İlk uzun metraj filminin ardından rahatsızlığı ciddileşir. Hayallerin gerçekleştiği, işlerin kısmen yolunda gittiği bir dönemde hastalığı ilerler. Bundan sonraki süreç belli oranlarda hüzünle iç içe seyreder. Projeleri için maddi kaynak bulması kolaylaşır ama sağlık şartları gittikçe kötüleşir. Yine de film deyince, pelikül deyince (ki çok sevdiği kedisinin adı Pelikül’dü) kanı kaynayan birisinin pes edeceğini düşünmemek gerekir. Ahmet Ağabey 2007 yılında çektiği Kaza kısa filmiyle “kısa’cılar” âlemine bir selâm daha göndermeyi ihmâl etmez. İkinci uzun metrajlı bir proje olarak Bozkırda Deniz Kabuğu filmi için kolları sıvar. Senaryo hazırdır. Yapımcı bulur, hatta Kültür Bakanlığı’ndan destek alır. Fakat bütün bunlar gelişirken bir yandan da hastalığı ilerler. Öyle ki Ahmet Ağabey bir müddet sonra tekerlekli sandalye kullanmak durumunda kalır. Yine de çekimler başladığı için bir şekilde, bütün gücünü kullanarak sete tekerlekli sandalyeyle gitmesi gerekse de filmi bitirmeye çalışır. Gayretleri neticesinde filmin kış çekimleri biter, geriye bahar çekimleri kalır. Gerçi çekimleri çok beğenmez; sağlığı fırsat verdiği ilk anda tekrar çekmeyi kafasına koyar. Zaman ilerleyip de hastalığı iyice ağırlaşınca yatağa düşer. Bunun üzerine çekimler askıya alınır. Artık kendi ihtiyaçlarını gideremeyecek hâldedir. Ne çekimlerin tekrarını yapacak gücü ne de kalanını bitirecek dermanı vardır. Fakat Ahmet Ağabey imkânsızlıklar içinde çalışmaya alıştığı için durumunu çok da kötü görmez. Yatalak hâldeyken bile filmini bitirmekten bahseder. Hatta ne zaman filmi hakkında konuşsa gözlerindeki fer müthiş bir şekilde parlar ve etrafa büyük bir enerji yayılır. Hasta yatağında dile getirdiği şu replik etkileyicidir: “Hele bir ayaklarım tutsa, hele bir ayaklarım tutsa… Hemen çekivercem filmi.”
2009 sonbaharında Ahmet Ağabeyi ziyaret etmek için bir kere daha Kütahya’ya gitmiştik. Kendisiyle yarım kalan filmi (Bozkırda Deniz Kabuğu) hakkında konuşuyorduk. Hastalık sebebiyle kelimeleri oldukça zorlanarak çıkarıyordu. Bir sıra Ahmet Ağabey’in eşi Ayşe Abla söz aldı ve filmin bütün repliklerini ezbere bildiğini söyledi. Tabii biz şaşırdık ve sebebini sorduk. Meğer Ahmet Ağabey filmin sahnelerini yazarken gecenin bir yarısında aile fertlerini uyandırıp aklına gelen sahneyi anlatıyormuş. O kadar heyecanlı anlatıyormuş ki aile fertleri dinlemek zorunda kalıyormuş. Ayşe Abla da bu vesileyle repliklerin çoğunu dinleye dinleye ezberlemiş.
Hastaneler, doktorlar, gelenler, gidenler… Bu süreçte belki de en acı olanını eşi Ayşe Abla aktarır: “Ahmet’i sağlığındayken herkes arar, sorar; Ahmet Bey, Yönetmen Ahmet, Ahmet Ağabey diye etrafında dolanırdı. Ama hastalandıktan sonra kimsenin aradığı sorduğu yok.”
Ahmet Ağabey, 2009 yılının Kasım ayında elli beş yaşında vefat etti. Köyünde ender görülen bir kalabalık eşliğinde cenaze merasimi gerçekleşti. Köyün orta yeri bu sefer film için değil onun cenazesi için gelen insanlarla dolup taştı.
Biraz huysuz, çokça azimli, güzel bir adamdı Ahmet Ağabey. Geriye seyri güzel, ibretlik bir hikâye bıraktı. Film gibi bir hayat yaşadı. Yaşadığı hayatı olduğu gibi filme aktardı. Tabii nefesi, ömrü yettiği kadar. Geriye birçok kısa ve belgesel filmle birlikte bir uzun metrajlı çalışma, azı bitmiş çoğu kalmış bir proje (Bozkırda Deniz Kabuğu), onlarca hikâye ve gerçekleştirilecek film bıraktı.
Bize her türlü maddi imkânsızlıklara karşın hikâye ve dert olduğu müddetçe film yapılabileceğini, sinemanın teknoloji değil de yürek işi olduğunu gösteren Ahmet Ağabey’in gök kubbede bıraktığı sada, unutulmamayı hak ediyor. Resim yaparken sürekli kımıldatmayı düşündüğü nesneler artık kımıldamıştır. Oysa asıl kımıldattığı bütün sinemacıların içindeki heyecan ve sinema aşkıdır.
Murat Pay
*Bu yazı ilk olarak 27 Mayıs 2010 tarihinde Hayal Perdesi Sinema Dergisi’nin 15. sayısında yayınlanmıştır.