Ressam, yazar, eğitmen Malik Aksel (1901-1987) zamanının sanat dünyasına göz atmamız için bizlere bir davette bulunuyor, 1950’lerden sesleniyor, günün moda tartışmalarına bizi kulak misafiri ediyor; sanatçı vasfıyla yakinen şahit olduğu tartışmalara dair eleştirisini ironik bir dilde, sohbet tarzında kurguluyor. Gelin Beşir Ayvazoğlu’nun “Evimizin Ressamı” olarak nitelendirdiği sanatkârımızla birlikte bir salon konuşmasına biz de dahil olalım.
Herkes Sanatı Kendine Göre Anlar
MALİK AKSEL
Büyük bulvardan Kızılay’a doğru giderken solda Atatürk heykeli karşısında yeşil bir apartman vardır. Burada ressamlar, şairler, yazarlar, mevki ve makam sahibi zatlar toplanır, poker bezik oynar, arada bir sanat üzerine konuşmalar yaparlar.
Bir defasında tartışmalar, bambaşka bir sahaya dökülür, adeta salonu sinirli bir hava kaplar. Bunun sebebi ev sahibi genç bayanın bir ressam tarafından yapılmış resmidir.
Sanatla ilgili genç idealist bir hukukçu:
– Hanımefendi müsaade ederlerse kendilerini bu hale sokan ressamla düello edebilirim. Nereden bulmuş bu güzel çehreye, dudakların yanlarına bu iki hançer çizgileri oturtmuş?
Bir ara orta öğretim müfettişi, kılı kırk yararcasına resmi inceledikten sonra:
– Evet, anlıyorum, bu çizgiler derinleşmeseydi resim de bu derece tecessüm eder mi idi bilmem?
Sanat eserlerinde her şeyden çok yenilik arayan bir eleştirici müstehzi bir tavırla:
– Beyefendinin fotoğrafın icadından haberleri yok galiba; ‘tecessüm’ kelimesi hangi devrin antikalaşmış bir sözüdür bilmiyorlar mı? Ressam artık eserini tabiata benzetme huyundan vazgeçmelidir.
Sanatla ilgili hukukçu:
– Anlamam, şu ressamlar sanatlarına hiç de toz kondurmuyorlar. Fakat şöhretleri nereden geliyor bilmem, gördüklerini gölgelerinden fazla benzetememelerinden mi? Bence hanımefendinin portresini şuradaki endam aynası kat kat daha güzel yapar. Bari ressamlar kendilerini rahat bıraksalar, değil mi efendim?
Uzun boylu, Babıâli ketebesi gibi konuşan bir sanat koleksiyoncusu:
– Geçenlerde meşhur bir ressam karşısında bir natürmort gibi günlerce model durdum. Efendim ne ölçüp biçmeler, geri geri gidip göz süzmeler… Kim bilir ne şaheserle karşılaşacağım diye sabırsızlıkla eserin bitmesini bekliyordum. Nihayet dayanamadım. Şöyle bir göz ucuyla eğilip resme bir bakıverdim. Meğer ben ne ümitler içinde imişim! Hilafım yok, yüzünü boyayan bir palyaço, bundan daha halâvetli. Ne diye mum hala gibi karşısında durmuşum. Bu düpedüz şahsımla bir istihza. Aslında benimle değil sanatla istihza. Sonra da bu dâhi ressam bakın ne diyor: “Bugünün ressamı karşısında kimsenin itiraza hakkı yoktur. Çünkü yeni ressam kısayı uzun, şişmanı narin, çirkini güzel görmez! O, boyaları allık, düzgün, pudra gibi kullanmaz, kimsenin kamburunu düzeltmez. Bizim kadar siz de bundan övünmelisiniz. Asıl güç olan çirkinin resmini yapmaktır.” Daha neler neler, üstüme iyilik sağlık, kendi resmime baktıkça kendimden şüpheleniyorum. Acaba kamburum mu var, şaşılığım mı, çarpıklığım mı? -Genç bayana dönerek- Haydi ben ne ise ne, fakat hanımefendinin sanat namına bu fedakârlığa katlanmasına şaşmamak kabil değil.
Genç bayan anlaşılmaz bir tavırla:
– Ben kendimi hiçbir şarta bağlı olmadan sanata teslim etmiş bulunuyorum. Sanat beni ne şekle sokarsa sokar, bu yolda fedakârlık etmiş değilim. Sanata müdahale olmaz. Sanat beni nasıl görürse o güzeldir.
Genç hukukçu:
– Fakat hanımefendi, siz sanatın sillesini yemiş bir fedaiye benziyorsunuz. Yalnız buna ne sebepten hak kazandığınızı öğrenmek hakkımız değil mi? Güzelliğinizi kargaların gagalamalarına nasıl müsaade ediyorsunuz?
Orta öğretim müfettişi:
– Sanatçının kim olduğunu öğrenemedik, tabloda imza yok.
Genç bayan:
– Af buyurun, bunu yalnız benden istemeyin.
Vaktiyle Avrupa’da filmleri övülmüş bir artist, parmaklarıyla saçlarını taradıktan sonra şöyle bir espri yaptı:
– Gözler kirpiklerle güzelleşir. Yani kirpiksiz gözler güzel olamayacağı gibi çerçevesiz resimler de güzel olamaz.
Sanat eleştirmecisi:
– Yavaş yavaş sanatın dışına çıkıyoruz. Resmi bıraktık, çerçeve ile meşgul oluyoruz. Fakat size de hak vermemek elden gelmez. Daha sanat yolunda çerçeveden içeri giremiyoruz. Bütün yaldızlı sözlere rağmen.
Orta öğretim müfettişi:
– Şu hâlde bitmemiş bir resim hakkında hüküm veriyoruz. Bekleyelim sanatkâr bitirsin değil mi efendim. Hepiniz biliyorsunuz tabii, Leonardo, Monaliza’ya dört sene mi, sekiz sene mi çalışmış, yine de bitirememiş. Bu kadın yaşasaydı ömrünün sonuna kadar ressamın elinden kurtulamayacaktı.
Bu arada yeşil gözlü uzunca boyunlu bir genç, parmağındaki mavi taşlı yüzüğü düzelterek genç bayanın elini sıkar. Genç bayan da misafirlerine bu yeni ressamı takdim eder. Kısa bir sessizlikten sonra eski bir maarif müfettişi:Acaba sevgili dostumuz bizim tereddüt ettiğimiz bu resim hakkında ne düşünüyorlar?
– Biraz önce girerken işittim, bitmemiş resimmiş diye. Kusuru bu ise, Bitmemiş Senfoni’ye ne demeli? Yeni resim bitmemişin zaferidir. Yeni resimdeki şımarıklığı mazur görün. Çünkü o daha yeni hayata atılmış bir bebektir. Yeni doğmuş bir bebekten ağır başlılık beklenir mi? Klasik resim dekolte resimdir. Burada sade insan vücudu vardır. İnsan değil. Bence yeni resme bakıp açıklama yapanlardan çok kahkaha atanlar onu anlamış oluyorlar. Her devrin bir sanatı vardır. Rönesans’ta sürrealist bir resim meydana getireni tımarhaneye atarlardı. Çağımızda ise Rafael bu durumdadır. Netice, sanat ağırbaşlılıktan usanmıştır.
Genç hukukçu:
– Ben ağırbaşlılığı küçümseyen hiçbir tutumu övemem. Geometri davası dururken bir tablonun geometri davası olmasına aklım ermez. Müslüman mahallesinde salyangoz satma buna derler. İnsan istediği rüyayı görmede serbesttir. Ama kimse kâbuslara tahammül edemez.
Yeni gelen genç ressam:
– Bize sanat ne yollardan geliyor onu biliyor muyuz? O hâlde herkes kendine göre sanatı kendi yapabilir. Şunu söyleyeyim ki, güzel kadına iltifatla sanata iltifatı birbirine karıştırmamalıdır. Yeni sanat düşüncelerimizin eseri mi, rüyalarımızın eseri mi? Bu yolda pek çok sözler söylenmiştir. Yalnız şu var ki yeni sanat bizi şaheserler karşısında diz çökmekten kurtardı, her şeye rağmen yeni sanatı bu tutumundan dolayı sevebiliriz.
Hisar, nr. 3, Mayıs 1950, s. 8-9.
Kaynak: Malik Aksel, Sanat Hayatı – Resim Sergisinde Otuz Gün, İstanbul: Kapı Yay., 2010, s. 185-188.