“Birden bire oldu,” diye geçirdim içimden; “birden bire oturduğum masanın biraz ilerisinde duvara yaslı duran, bu masayla birlikte takım olarak aldığım ama sırtımı rahatsız ettiği ve kolçağı olmadığı için kullanmadığım sandalyeye takıldı gözüm. Üzerinde kitaplar, gazeteler, dergiler, atmaya üşendiğim yayınevi torbaları istiflenmiş bir halde, orada öylece duruyordu. Şimdiye kadar sırtındaki yük kim bilir kaç kez aktarılmış, bir romanın yerini bir başkası, bir kitap torbasının yerini yenisi almış ama sandalyem sessiz sedasız bu yükleri taşımaya devam etmişti. Dahası, kimi zaman öylesine sağa sola iteklenmiş, iteklenirken dönüp yüzüne şöyle dikkatle bir kez bakılmamıştı. Burada, bu odada benimle birlikte olduğu halde, hiç yokmuş gibi davranmıştım. Şimdi birden, sanki kullanmadığım sandalyenin iki gözü varmış da göz göze gelmişiz gibi mahcubiyetle bakıverdim ona; incecik ayaklarına, arkalığına dikkat kesildim. Unutulmuş bir eşyaya ansızın merhaba dediğimiz şu ayılma ânının, hatıra tozları içerisinde bir yerlerde unuttuğumuz insanlara bir gün dönüp ‘nasılsın’ dediğimiz anlardan bir farkı yoktu aslında. İkisi de ihmalkârlığımızı affetmeye çoktan hazır bekliyorlardı…”
“Aslında ben” diye geçirdim içimden; “bu sandalyeyi on sene önce bir alışveriş merkezinde ‘konsept ürünler’ satan bir mağazadan almıştım. İncecik bacakları, hafif iç bükey arkalığı ve meşin oturağıyla masanın hemen önünde hoş bir duruşu vardı. Masayı kullanmaya devam ettim ama onu kolçakları yok diye daha ilk günden ve hiç vakit kaybetmeden emekliye ayırdım. Yine de bir takım oldukları için sandalyeyi gözden de çıkarmadım hiçbir zaman; sadece gözden kaybolup durdu. Bazen duvarın bir başında, bazen ortasında, bazen de öteki başında bir yerlere koydum. Çalışma odamın kullanılmayan sandalyesi olarak, yine çalışma odamın bir yerlerinde gezinip durdu. Altımdaki ofis sandalyesini, perdeyi, koltuğu, rafları ve elbette masayı pek çok kez onurlandırdığım halde, ilk günden bir kenara koyduğum sandalyemle hiç ilgilenmedim. Odamın öksüzü olarak kaldı. Oysa eşyanın da kendi arasında bir söyleşmesi, vardır; kimi böbürlendikçe böbürlenir, kimi mahzun bir şekilde kendisiyle alâkadar olunmasını bekler. Sadece kullanılmak değil, ilgisizlik de belini büker eşyanın…”
Sandalyeye bakarken, “sen” diye geçirdim içimden; “sen on yıldır hiç ilgilenilmemiş olduğun hâlde, üzerinde hâlâ bana ait bunca yükü taşımaya devam ediyorsun. Eğer bu gün, şu birden çözülen gözümün açısına girmemiş olsan muhtemelen bir on yıl daha hiç görülmeden varlığına devam edecektin. Oturulmadığın, insanın tahribatından uzak kaldığın için belki hiç yıpranmayacak ama onun sıcaklığını, kaykılmalarını, kalkıp oturmalarını hissedemediğin için de içten içe eriyip gidecektin. Oysa her Allah’ın günü konuştuğum insanların pek çoğundan çok daha fazla yükümü çeken sensin. Kimseye taşıtamayacağımı, kimsenin sırtına koyamayacağımı sana taşıttım, senin sırtına dizdim. Arada bir de olsa, ‘nasılsın?’ diye sorulmayı elbette hak ediyorsun. Ben değil de benim yerimde bir kadın olsaydı, bunu mutlaka yapardı. Ya tozunu alırken konuşurdu seninle, ya yerini değiştirirken. Çünkü kadınlar eşyalarıyla konuşma konusunda mahirdirler, onların dilinden iyi anlarlar, yadırgayacakları yere koymazlar, ilgilenmedikleri zamanlarda bile şöyle göz ucuyla kontrol ederler. Eşya kadının yurdu, çocukların esrarengiz oyun arkadaşıdır…”
Kullanmadığım sandalyeye bakarken, “hep söylendiği gibi eşyanın da bir ruhu var” diye geçirdim içimden; “belki de bu yüzden ninelerimiz belirli aralıklarla sandıklarını açıp, içindekilerle şöyle bir bakışıp, onlara yalnız olmadıklarını hissettirip yeniden kapatırlardı. Belki de bu yüzden babalarımızın hiç kullanmadıkları malzemelerini bile birden görmeleri gelirdi; bulundukları yerden çıkarır, siler, yeniden dizer ve bir dostu yatıya götürür gibi götürüp yerlerine koyarlardı. Ve belki de bu yüzden çocuklar, kenardan bakıp üzülmesinler diye bulabildikleri bütün eşyaları oyunlarına dâhil ettiler. Kanepeleri bir atlama yeri, kapı arkalarını mağara, perdeleri gulyabani giysisi yapıp durdular. Ve aslında kültürler de geleceklerini eşyaya emanet ettiler. İnsan bir kuşaktan diğerine biraz da eşyasıyla taşındı; eşyanın belleğine saklandı. Bakın, ben bile hakkımdaki kanaatini değiştirmesi için oturmuş iskemleme dil döküyorum…”
Ali Ayçil