“Bir Nesneyi Hayran Hayran Seyretmek”
Hümanur Hanım, nesnelere ve olgulara biraz daha yakından bakmanın, onları biraz daha yakından dinlemenin bizlere nasıl imkânlar açacağına dair esprili metinlerinizi, Zift Sanat’ta okurlarımızla paylaşıyorsunuz, biz de sizi zevkle okuyoruz. Tasarımcı kimliğiniz bu yakından bakışa imkân veriyordur mutlaka. Peki, sokakta gezdiğiniz, bir yerlere girip çıktığınız müddetçe sizi çevreleyen şeylere karşı olmuş/olmamış yargıları size eşlik etmiyor mu? Ben meselâ bir ara kaldırımlara takmıştım. Kaldırımın en asli işlevi, dümdüz yürüyebilmeye zemin sağlamak iken her defasında yüksek yerleştirilmiş bir kaldırım taşına takılma ihtimâliyle yürümek oldukça rahatsız ediciydi. Yanı sıra kaldırımın yüksekliğinin normal seyri sekteye uğratıp uğratmadığı, yağmur yağdığında üzerinde birikinti oluşup oluşmadığı, yan yana kaç kişinin yürümesine uygun olup olmadığı gibi pek çok parametre dikkatimi çekmeye başladı. Neyse ki kaldırım taşlarının arasından fışkıran çiçekler vardı da bu pratik sorularımın kaygısını dağıtıyorlardı. Daha ilginci ise şuydu: Senelerce fark etmediğim bu durum, Londra gezimin akabinde dikkatimi çekmeye başladı. Birkaç kez gidip gelme imkânı bulduğum şehirde -tüm kalabalıklığına rağmen- insan trafiği hiç sekteye uğramadan akıyordu. Bu akış İstanbul’a geldiğimde yok oldu. Yürürken gerek yolu, gerek başkalarını sürekli gözetme ihtiyacı duymam, oradaki akışı fark etmeme sebep oldu. Buradan hareketle sorumu şu iki hat üzerinden kurabilirim: 1. İç ve dış mekânlarda bulunurken en başta bahsettiğim şekliyle tasarımcı kimliğin getirdiği bir yargılayıcı bakış size eşlik ediyor mu? 2. Yoksa bir şeyin aynı Heidegger’de bahsi geçen şekliyle çekicin işlevini yitirmesinin onu fark etmemize sebep olduğu görüşü sizde biraz daha farklı mı işliyor? Şu anlamda soruyorum: Sizin mesleğinizde çekicin işlevsiz hale gelmesine gerek yokmuş gibi geliyor bana.
Gerçekten çok güzel sorular ve tespitler. Öncelikle şunu söylemeliyim ki tasarımcı olmak eleştirel olmakla çok yakın. Zaten aldığımız ve verdiğimiz eğitim de böyle eleştirel bir yönelimde olmalı ki yeni çözümler arayabilelim. Bu soru bana yeni yaşadığım bir diyaloğu hatırlattı: Geçen gün bölüme yeni gelmiş birinci sınıf öğrencilerinden birine “Neden bu bölümü seçtin?” diye sorduğumda kendisi “Var olan şeyleri eleştirmekten çok hoşlanıyorum, hep hatalarını görüyorum.” dedi. “Aa” dedim, “sen tasarımcı olabilirsin, bu çok iyi bir başlangıç ama belki eğitiminin devamında şu da olsa ne güzel olur: Eğitim almamış ya da dikkati bu yöne çevrilmemiş herhangi birinin çok da fark edemediği iyi tasarım özelliklerini fark edip keyiflenmek.” Gerçekten tasarımla uğraşa uğraşa, özellikle işiniz nesneler üzerine konuşmak gibi bir şeyle çok bağlantılı ise bir süre sonra bir tür algı keskinleşmesi gibi bir şey oluyor ve kendinizi bir nesneyi, mesela bir çengelli iğneyi hayran hayran seyrederken bulabiliyorsunuz. Malzeme ve formu bir araya getirişi, hayatın içinde yer alışı, bazen insan gibi espri yapışıyla.
Kaldırımlar konusu da bende tamamen başka bir dosya açtı. Yer yer değişen, katmanlaşan, renklenen, tuzak kuran, davet eden, zorlayan, yaya geçişini yolla bazen bölen, bazen birleştiren kaldırımları eleştiren bir pozisyonda bulunmak için tasarımcı olmak gerekmiyor. Temel ihtiyaç olan ve sizin de dediğiniz gibi kamusal alandaki akışın çok önemli bir parçası kaldırımlar. Özellikle de yaşlı ve engelliler için hata ve kazalara yol açması kabul edilebilir değil. Fakat şöyle bir şey duymuştum: “Eğer zekânızın gelişmesini istiyorsanız evinize farklı yollardan gidin, hayvan ve çocuklarla vakit geçirin.” Bunların ortak özelliği nedir, diye düşündüm ve şöyle bir sonuca ulaştım: İnsanı anda tutması. Her zaman gittiğimiz dümdüz ve rutin bir yolda yürürken insanın aklı o andan kayıp başka şeyler düşünmeye, vesveseye yönelebiliyor. Hayvan ve çocuklar da o kadar ânın içinde hareket eden varlıklar ki sizi de o saf “şimdi”nin içine çekiveriyorlar. Kaotik kaldırımları ve yolları da biraz öyle görüyorum. Şehrin akışının içinde yürüdüğümüz yola dikkat ederken bizi başka şeyleri de fark etmeye yönlendiren kesintili bir akış. Tabii bunu pozitif bir durum olarak aktarmıyorum; sadece beni düşündürdükleri bağlamında bir tespit. Bu aslında kapı kolunun çalışırken çalıştığına dikkat etmeyip kırıldığında dikkatimizi çekmesine ve zihnimizi zorlamasına da benziyor.
Haddizatında yeni nesil genç kadın sanatçılarda şöyle bir yönelim var: Kadınların ev işlerini birer performansa çevirmek ve kendilerini tanımladıkları/tanımlandıkları kimlikleri üzerinden -ister yüzleşme diyelim, ister mücadele- bir savaşın verildiği görülüyor. Tam da sorumuzla bağlantılı aslında. Ev hanımlarının görünürlük kazandıkları anlar, bir nevi ev işlerini bıraktıkları anlar diyebilir miyiz? Ya da bahsettiğim şekliyle bir sergi salonunda varlık gösterecekler ki tescillensinler, öyle bir durum var sanki. “İşporta” yazınızda geçen bir ifadeniz vardı, reklamlara ilişkin kurduğunuz cümlede: Gündelik olanın arasına girmek. Ev işlerinin reklam sektörüyle ilgisi yok, tamam ama fark edilmeleri için gündelik işlerin aslında gündelik değil de ömürlük, hatta ömür törpülük olduğunun altını çizmek, bu minvalde kıymetinin bilinmesini sağlamak belki.
Bu çok doğru. Sadece kadınların değil, herkesin ve her şeyin işlerliği kaybolduğunda ve sekteye uğradığında değerinin fark edilmesi söz konusu. Bu yaz ayak küçük parmağım bir bariyere çarpıp kırıldığında ve günlerce yürüyemediğimde bunu düşündüm: Vücudumuzun küçük bir parçasının bile işlevsiz hâle gelmesi bizi ne kadar zorluyor. Bu tür kesinti yaratan reklamlar böyle vesilelerle araya girmese gerçekten tefekkür edip bu farkındalıkları yaşamak çok zor. Hayatımızı kolaylaştıran tasarımcıların ve işleyen tasarımların kıymetini bilmek için ironik olarak maalesef kötü tasarımlara ve işlemeyen bir şeylere ihtiyacımız var. Bu galiba kısmen birinci sorunun da cevabı oldu.
Aynı yazınızda konu edindiğiniz işporta malzemesi bir limon sıkacağıydı. Bu alet, tasarımının ve malzemesinin basitliğine rağmen gerçekten fonksiyonel bir ürün ki bu şekliyle tam da formun fonksiyonu izlemesi gerektiği ilkesine uyduğu görülüyor. Peki, form öne geçtiği anda sanatın sularına giriliyor demek mi bu? Özellikle yıldız mimarların yıldız binaları için yapılan tartışmalar var, malûm. Mimarlar kendi imzalarının tanınırlılığını önceledikleri için formları abarttılar. Tasarımda da bunun birçok örneği mevcut. Şimdi sizin bahsettiğiniz plastik limon sıkacağına karşılık Philippe Starck’ın “Juicy Salif”ini koyalım. Tasarım öyle şatafatlı ki bilmiyorum, birisi astronomik fiyatlar ödediği böyle bir aleti sırf işlevi için kullanır mı? Bu dönüşen tasarım anlayışıyla ilgili siz neler söylemek istersiniz? Hatta daha da ileri gidip bu tasarımın sıradan bir sıkacaktan daha çok Louise Bourgeois’nın “Maman” heykeline benzediği bile söylenebilir sanki.
Evet, o yazıda “Juicy Salif”ten bahsetmeyi atladığımı şimdi fark ettim. Oysa ki derslerimde çok fazla tartışmaya açmaya çalıştığım ve bu sebeple de tasarım eğitimi malzemesi olarak “çok fonksiyonel” bulduğum bir örnek. Zaten Starck da bu nesneyi bazı şeyleri tartışmaya açmak, işlevle bağlantılı bir düzeneği orijinal bir form üzerinden çalışıp ve sanatın alanına yaklaştırıp düşündürmek amaçlı yapmış olmalı. Bildiğim ve gördüğüm kadarıyla da bu nesne, “tasarım bilinci olan” (design conscious) insanların bildiği ve sahip olmak istediği, neredeyse “sanattan anlayan mutlu azınlık” fikrini destekleyen bir yerde duruyor. Bizim işporta limon sıkacağı ise bir sirk hayvanı gibi ya da bir hokkabazın kullandığı özel araçlardan biri gibi sokakta şovunu yapıyor, etrafına insanları topluyor; ancak bir galeri ortamında ya da şık bir stantta satılmak için yeterince şık ve cazibeli durmuyor.
Farklı olmak, yeni olmak piyasa dediğimiz gerçekliğin içinde ister istemez öne çıkıyor. Sanat alanı ise zamanında ready-made adını verdiği sıradan nesneleri veya endüstriyel malzemeleri eserlerine dahil etti; hâlâ da dahil etmeye devam ediyor. Sanatın sıradana, gündelik olana, hayatla iç içe olmaya bir itibarı var. Tasarım ise sanatın sanatsal yüklerinden kurtulduğu yerden bayrağı devralmış sanki. Tasarım bienallerimiz bile var artık. Sanata yaklaşan tasarımlar derken güncel sanattan bir hayli uzağa fırlatılmışlıklarını unutmamalı; açık ara bir farkları var. Bir hayli incelikli ve iyi düşünülmüş tasarımların arkasındaki tasarımcılar için yeni bir mücadele alanı da yeni teknolojiler. Hem onlara hâkim olma anlamında hem de onları aşma anlamında. Bilemiyorum, öğrencilerden beklenenle, doğru bir yazılımın vaadettikleri üzerine nasıl düşünmeli? Siz aynı zamanda bir eğitimcisiniz, bu yöndeki gözlemlerinizi de merak ettim. Toparlarsam sorularım iki hat üzerinden gidiyor: 1. Sanat ve tasarımın kesiştiği kesişmediği alanları ve 2. Yeni teknolojilerin tasarım eğitimini nasıl etkilediğini merak ediyorum.
Bunlar o kadar büyük başlıklar ki keşke bir kitaba dönüşecek kadar kapsamlı ve uzun uzun tartışsak. Evet, sanat gündelik olana yaklaşırken tasarım da ister istemez biçimsel yapısı ve verdiği mesajlarla sanata göz kırpıyor; her zaman da kırptı. Biçim sadece işlevin değil, bir sürü şeyin peşinden koşuyor yıllardır. Modernist manifestolar olarak “Biçim işlevi izler.” ya da “Az çoktur.” gibi ifadeler de tarihsel bağlamın içinde yeniden çerçevelenerek samimiyetle bir dert anlatmaktan ziyade kuru birer slogana dönüşüyor.
Temel tasarım dersinde işlediğim ve tasarım prensiplerine dayalı soyut çalışmaları yaptırdığım müfredatı, genç hocalarımızdan birinin “Bauhaus ekolünde takılıp kalmak” olarak nitelendirmesi, beni bu konu üzerinde bayağı düşündürmüştü. Tasarım pedagojisi açısından geçerli olduğunu hâlâ düşündüğüm bir şeyi sırf eski bir döneme ait olduğu için değiştirmeli miydim? Kaldı ki kendi öğrenciliğimde ve asistanlık dönemimde gördüğüm temel tasarım derslerinin üzerine öğrenci geri bildirimleri ve eğitim sürecinde yarattığını düşündüğüm zorluklardan dolayı fazlasıyla çok şey eklediğimi, çıkardığımı ve değiştirdiğimi düşünüyorum. Burada da şu soru gündeme geliyor: Eğitimde de tıpkı tasarımın moda dinamiklerinden etkilenmesi gibi sırf yeni olsun diye mi değişiklikler yapılmalı, yoksa evrim kanunlarına benzer bir süreci koklaya koklaya mı gitmek lâzım? Minimalizm bir akım mı, yoksa süzülmüş ve yerini bulmuş bir düşünce biçimi midir? Aynı şekilde çevrecilik ve sürdürülebilirlik gibi yorulmuş kavramları sürekli taze ve değerli bir yere oturtmayı nasıl başaracağız?
Hazır kendiliğinden konuyu tasarım eğitimine getirmişken, teknoloji meselesi için de bir parantez açayım. Teknolojiyi “bir şeyi yapma biçimi” olarak tanımlayan Heidegger’e saygı duruşunda bulunarak konuya bakarsak bu noktada da çok fazla şeyin değişmiş olmadığını görürüz. Elimizdeki araçlar ve yapma etme yolları sürekli yenileniyor. Elimizde yeni olsa da yine yorulmak üzere olan Metaverse, NFT gibi kavramlar var. Tasarımcılar kendi mesleki deneyimimin oluştuğu çok da uzun sayılmayan bir süre içinde dokunulabilir ve fabrikasyon ürünlerin tasarımcısı olmaktan, dijital uygulamaların arayüzlerini kurgulayan, tasarlayan, bunlar için kullanıcı araştırmaları yapan bir role doğru hızla evrildiler. Öyle ki eğitim müfredatları bu değişikliği henüz yakalayamadı. Bu değişen rol için gereken “yazılım okur yazarlığı” da diyebileceğim dijital genel kültür bile henüz tam olarak öğrencilere aktarılamıyor.
Bununla beraber sanırım eğitimde temel olan, kritik bakışı kaybetmeden büyük resmi görmeyi başarabilen entelektüeller yetiştirme motivasyonu olmalı ki bu, belki de hiç değişmedi ya da değişmemeliydi. Eğer eğitim ortamları ya da üniversiteler, doğru birer paylaşım platformu ve bilginin üretildiği yerler olmaya devam ederse bu işin mezunlarını, yazılım öğrenip, 20 saatlik “iyi tasarım nasıl yapılır” kurslarına gidip bu işleri çözdüğünü sanarak piyasaya giren kişilerden ayıran incelik devam edecek. Sonuçta bir taraf, piyasayı ve kültürü dönüştüren, yön veren tarafta duracak.
Ah, işte bir ayrımın ifadesi olarak o inceliğin devamı ne kadar önemli. Bu keyifli sohbet için çok teşekkürler.
Zeynep Gökgöz