“Fotoğrafın özü ve gücü, çekilen nesnenin içinde saklı olan hikâye ve duyguyla başlıyor.“
Ayşegül Ekin Odabaşı’nın AKM’de 21 Şubat – 4 Mart 2024 tarihlerindeki “Renkli Renksiz” sergisi, Virginia Woolf’un “kendine ait bir oda”sı gibi kendine ait bir şehir sunuyor sergiyi gezenler için. Bir yanda renklerin sıcaklığıyla diğer yanda şehrin yıkıntılarının soğukluğu içiçe geçiyor. Tanımadığımız, belki de hiç tanışmayacağımız yüzlerle çarpışıyor ruhlarımız. Bir tarafıyla da öylesine tanıdık yüzlerin bilinmedik hayatlarına sarkma imkânı tanıyor.
Her detayın ince ince işlenip sunulduğu sergide fotoğraflar “Doku, Bekleyiş, İkilem-İzler, Sessiz Sokaklar, Yorgun, Masumiyet, Şehirler Şehri, Yansımalar, Dinginlik, Portreler” adları altında farklı temalarda biraraya getiriliyor. Bu da eserlerin hem parça parça hem de bir bütün gibi okunabilmesini sağlıyor çünkü her biri şehrin farklı yüzlerini simgeliyor.
Ayşegül Ekin Odabaşı’nın uzun yıllar resimle yoğrulmuş bakışının fotoğraflarında da yağlı boya bir tabloya baktığınız hissini kuvvetlendiren dokunuşlarıyla münhasırlaştığı “Renkli Renksiz” sergisi üzerine söyleştik.
Fotoğraf çekmek için farklı mı bakmak gerekiyor?
Tabii ki. Fotoğraf çekmek, dünyayı farklı bir perspektiften görmeyi, olağanın içindeki olağanüstülüğü farketmeyi gerektiriyor. Bir fotoğrafçı olarak ışığın, gölgelerin ve renklerin dansını, sıradan bir gözle görülemeyen detayları yakalamak için özel bir bakış açısına ihtiyaç duyuyoruz. Bu süreç, çevremizi daha dikkatli ve duyarlı bir şekilde gözlemlememizi, her ânın bir hikâye, her detayın bir anlam taşıdığını anlamamızı sağlıyor. Fotoğraf çekerken sadece gözlerimizle değil, kalbimizle ve zihnimizle de bakıyoruz aslında; bu, bize dünyayı yeniden keşfetme ve anlamlandırma fırsatı sunuyor. Bir ânı ölümsüzleştirmek, onu zamanın ötesine taşımak için gördüklerimizin ardındaki duyguyu ve hikâyeyi yakalayabilmek esas gibi geliyor bana.
Özel olarak fotoğraf çekmek için çıkıp mı bu kareleri yakalıyorsun yoksa her günkü yol güzergâhında karşılaştıkların mı belirliyor karelerini?
Her ikisi de fotoğrafçılık pratiğimin önemli parçaları. Özel olarak planlanmış seanslar, belirli bir konu veya tema üzerine odaklanmamı sağlarken, günlük yaşamın akışı içinde rastgele karşılaştığım anlar, beklenmedik ve özgün kareler yakalamama olanak tanıyor. İstanbul’un dinamik sokaklarında yürürken, günlük rutinim sırasında karşılaştığım, sıradan gibi görünen ama aslında kendine has hikâyeleri ve estetiği olan anlar, sıkça objektifime konu oluyor. Bu spontane buluşmaların fotoğraflarıma doğallık ve samimiyet kattığına inanıyorum. Öte yandan belirli bir düşünceyi veya duyguyu iletmek istediğimde, özel olarak çıktığım fotoğraf çekimlerinde konseptimi daha kontrollü bir şekilde ifade etme şansı da yakalıyorum. Her iki yaklaşım da hayatın farklı yüzlerini ve anlarını yakalama biçimimde dengeli bir role sahip denebilir.
Fotoğrafın nesnesi mi önemli yoksa çekildikten sonraki masabaşı mesaisi mi belirliyor iyi fotoğrafı?
İyi bir fotoğrafın yaratılmasında hem fotoğrafın nesnesinin hem de çekildikten sonraki masabaşı mesaisinin önemli rolleri var. Ancak asıl belirleyici, fotoğrafın nesnesine yüklenen anlam ve bu anlamın sanatçının vizyonuyla nasıl işlendiği meselesi. Fotoğrafın nesnesi, o ânın ruhunu, hikâyesini ve duygusunu yakalıyor; bu, fotoğrafın çekim ânında sanatçının gözlem yeteneği, teknik becerisi ve içsel duyarlılığıyla şekilleniyor. Masabaşı mesaisi ise bu ham ânın işlenmesi, rafine edilmesi ve sanatçının niyetinin daha net bir şekilde ifade edilmesi süreci. Bu aşamada renk, kontrast, kompozisyon gibi unsurlar üzerinde yapılan düzenlemeler, fotoğrafın nihai görünümünü ve izleyici üzerindeki etkisini belirliyor.
Ancak fotoğrafın özü ve gücü, çekilen nesnenin içinde saklı olan hikâye ve duyguyla başlıyor. Bir fotoğrafın izleyicilerle derin bir bağ kurabilmesi için çekim ânında yakalanan o özgün ânın, sanatçının duyarlı bakış açısıyla birleşmesi gerekli. Dolayısıyla masabaşı mesaisi fotoğrafın nesnesinde zaten varolan bir değeri ortaya çıkarmak ve güçlendirmek için var ve ancak asıl sihir, nesnenin kendisinde ve o ânın yaratıcısı olan fotoğrafçının vizyonunda başlıyor. İyi bir fotoğraf, hem nesnesinin gücünü hem de sonrasındaki sanatsal işçiliği barındırıyor içinde. Fakat fotoğrafın ruhu, çekildiği o ilk ândan itibaren belirleniyor.
Fotoğraflar için seçtiğin temaların hayata bakışını belirleyen izleklerle kesiştiği söylenebilir mi?
Kesinlikle. Seçtiğim fotoğraf temaları, hayata bakışımı ve dünya ile olan etkileşimimi yansıtan izleklerle derin bir kesişim içinde. Her tema bana hayatın farklı yönlerini, zıtlıklarını ve güzelliklerini sorgulama, keşfetme ve ifade etme fırsatı sunuyor. Fotoğraflarım aracılığıyla sevgi, umut, yalnızlık, mücadele gibi evrensel duyguları keşfederken, aynı zamanda İstanbul’un sosyal ve kültürel çeşitliliği gibi daha spesifik konulara da dikkat çekmeyi amaçlıyorum. Bu temalar, benim hayata ve insan deneyimine dair anlayışımı şekillendirdiği gibi izleyicilere, kendi perspektiflerini genişletmeleri için de bir pencere açıyor. Fotoğraf, bu bağlamda, sadece görsel bir sanat değil, aynı zamanda derin bir felsefi ve duygusal araştırmanın aracı hâline geliyor.
“Renkli Renksiz”de seyirciyi yönelttiğin bir taraf var. Zıtlıklar üzerinden şehrin pek görünmeyen cephelerine sarkmalarını talep ediyorsun. Bu ayrıntıları görünür kılma gayreti seyircide nasıl bir yankı buldu sence?
“Renkli Renksiz” sergisinde izleyicilere yönelik ana yönlendirme, şehrin zıtlıklarını keşfetmeleri ve genellikle gözardı edilen, pek görünmeyen cephelerine dikkat çekmelerini sağlamak üzerine kurulu. Bu yaklaşım, seyircilerin İstanbul’u sadece yüzeydeki görsel zenginliğiyle değil, aynı zamanda onun daha derin, karmaşık ve çoğu zaman gözden kaçan hikâyeleriyle de tanımalarını amaçlıyor. İzleyicilerin bu ayrıntıları görünür kılma çabamıza verdiği tepkiler genellikle şehre dair yeni bir keşif duygusu ve daha önce farketmedikleri güzelliklerin ve zıtlıkların farkına varma heyecanı şeklinde oldu.
Bu süreç, seyircileri sadece fotoğraflara bakmakla kalmayıp onları şehrin sokaklarında, yapılarında ve insan yüzlerinde saklı olan daha büyük hikâyeleri düşünmeye teşvik ediyor. İzleyiciler sergi sayesinde İstanbul’un zıtlıklar arasındaki o ince çizgide yürüyen bir şehir olduğunu, bu zıtlıkların birarada yaşayarak şehre benzersiz bir karakter kazandırdığını gözlemliyor. Bu onlara şehri daha empatik ve derinlemesine bir bakış açısıyla yeniden değerlendirme fırsatı sunuyor diye düşünüyorum.
Kısacası “Renkli Renksiz” sergisi seyircide İstanbul’un görünmeyen cephelerine yönelik bir merak uyandırıyor ve bu onların şehri ve içinde yaşanan hayatı daha zengin ve katmanlı bir perspektiften görmelerine olanak tanıyor. Serginin yarattığı bu yankı, sanatın gücünü ve sanat aracılığıyla şehri ve toplumu yeniden keşfetme ve anlama potansiyelini bir kez daha ortaya koyuyor sanırım.
Sergi için fotoğrafları ayıklarken kriterin neydi?
Sergi için fotoğrafları seçerken temel kriterim, İstanbul’un çok katmanlı yapısını ve zıtlıklarını en etkili şekilde yansıtan kareleri bulmaktı. Her fotoğrafın şehrin ruhunu, renklerin ve siyah-beyazın kontrastı aracılığıyla ifade edebilmesi önemliydi. Bunun yanısıra izleyicilere sıradan görünen ama aslında derin anlamlar taşıyan, pek görünmeyen cepheleri göstermek istedim. Bu yüzden, her bir karede İstanbul’un gizli kalmış hikâyelerini, duygularını ve estetiğini ortaya çıkaran, izleyiciyi düşündüren ve hissettiren ayrıntılar aradım.
Ayrıca fotoğrafların kompozisyonu, ışık kullanımı ve görsel etkisi gibi teknik özelliklerine de büyük önem verdim. Fotoğrafların sanatsal bir derinlik ve estetik zevk sunması, seyirciyi etkilemesi ve eserler arasında bir uyum oluşturması gerekiyordu. “Renkli Renksiz” temasını en iyi şekilde yansıtan ve izleyicileri İstanbul’un zengin dokusunu keşfetmeye davet eden fotoğrafları seçmeye çalıştım.
Her bir fotoğrafın sergiyi ziyaret edenlerle kişisel bir bağ kurabilmesi için duygusal bir yük taşıması gerektiğine inandım. İzleyicilerin, fotoğraflar aracılığıyla şehrin zıtlıklarını ve güzelliklerini kendi iç dünyalarında yankılandırabilecekleri, kendilerinden bir şeyler bulabilecekleri kareler olmalıydı. Bu kriterler doğrultusunda “Renkli Renksiz” sergisi için fotoğrafları titizlikle seçtim ve her bir eserin İstanbul’a dair benzersiz bir hikâye anlattığına emin oldum.
Fotoğraflarınla yağlı boya resimler arasındaki benzerlik bilinçli bir tercih mi yoksa resimle yoğrulmuş bakışının bir yansıması mı?
Fotoğraflarımla yağlı boya resimlerim arasındaki benzerlik, hem bilinçli bir tercih hem de resimle yoğrulmuş bakış açımın doğal bir yansıması aslında. Sanatsal ifademdeki bu geçişkenlik, farklı medyalar arasında köprüler kurmamı sağlıyor. Böylece görsel sanatların farklı formlarını birleştirerek izleyiciye daha zengin ve katmanlı bir deneyim sunma fırsatı buluyorum.
İstanbul’un tarihine tanıklık eden sokaklarından, gizemli köşelerine kadar birçok farklı noktasından ilham alarak, “Renkli Renksiz” adını verdiği fotoğraf sergisini sanatseverlere ulaştıran Ayşegül Ekin Odabaşı, Atatürk Kültür Merkezi Çok Amaçlı Salon’da izleyicilerle buluştu. Tarihi yarımada, Beyoğlu, Balat ve Sarıyer’den fotoğraf karelerinin yer aldığı “Renkli Renksiz” fotoğraf sergisi, 4 Mart’a kadar Atatürk Kültür Merkezi’nde ziyarete açık olacak. ( Arife Karakum – Anadolu Ajansı )
Resim eğitimim, fotoğraflarımda kompozisyon, ışık, renk ve dokunun kullanımı gibi unsurları derinlemesine düşünmeme olanak tanıdı. Yağlı boya resimlerimde çalıştığım bu ögeler, fotoğrafçılıkta da benim için önemli hâle geldi. Böylece her iki alanda da benzer bir estetik duyarlılık ve sanatsal yaklaşım geliştirdim diyebilirim. Bu, izleyicilere farklı sanat formları arasında gezinebilen, zengin ve duygusal bir görsel dil sunmamı sağlıyor çünkü.
Ayrıca her iki medyada da benzer temaları ve konuları işlemeyi tercih etmem, bu benzerliği daha da güçlendiriyor. İstanbul’un zıtlıkları, insan hikâyeleri, doğanın güzellikleri gibi konuları hem resimlerimde hem de fotoğraflarımda işlemeye devam ediyorum. Bu, sanatımın temelinde yatan duyguların ve düşüncelerin hangi medyayı kullanırsam kullanayım, tutarlı bir şekilde ifade edilmesine yardımcı oluyor.
Fotoğraflarımla yağlı boya resimlerim arasındaki benzerlik, sanatsal yolculuğumun farklı aşamalarında kazandığım deneyimlerin ve geliştirdiğim bakış açısının bir yansıması, evet. Buradan hareketle izleyiciler için sanatın farklı yüzlerini keşfetme ve sanatın evrensel dili aracılığıyla derin bağlar kurma imkânı sunmasını da temenni ediyorum.
Şu fotoğrafımın bende yeri ayrı dediğin bir eser var mı?
Evet, şüphesiz her fotoğrafçının “bende yeri ayrı” dediği özel bir eseri vardır. Benim için bu, yakın bir arkadaşımı kaybettiğim dönemde çektiğim, Boğaziçi’ne bakan yalnız bir iskeleyi gösteren bir fotoğraf. Bu kare, kişisel bir kaybın, özlemin ve hüzünle karışık huzurun somut bir ifadesi. Arkadaşımın varlığını ve onunla paylaştığımız anıları bu fotoğrafta ölümsüzleştirdim. İskele onun hayata bakışını ve sakinliğini, aynı zamanda İstanbul’un bize sunduğu sonsuz huzur ve güzelliği simgeliyor.
Bu fotoğraf, her baktığımda bana arkadaşımı hatırlatıyor ve onunla olan bağımı güçlendiriyor. Aynı zamanda hayatın kırılganlığını ve güzelliğini, acının ve kaybın ortasında bile bulunabilecek huzuru hatırlatıyor. Bu eserin kişisel bir hikâyenin ötesine geçip izleyiciye de evrensel bir duygu aktarabilmesini isterim tabii. Sevdiklerimizle olan bağlarımız onları kaybetsek bile hafızamızda ve kalbimizde yaşamaya devam eder çünkü. Bu fotoğraf, sanatın kişisel tecrübeleri evrensel bir anlatıya dönüştürme gücünün bir kanıtı olarak da benim için çok değerli.
İlk serginle bu sergini kıyasladığında olmak istediğin yerde misin?
İlk sergimle “Renkli Renksiz” arasında geçen süreçte, sanatçı olarak gelişimim ve değişimim kaçınılmaz oldu. Ancak bir sanatçının sanat yolculuğunda varmak istediği belirli ve nihai bir nokta olmaması gerektiğine inanıyorum. Her bir sergi, kendi içinde benzersiz bir hikâye ve deneyim yaratmayı amaçlar. Bu yüzden bir serginin diğerine göre bir üstünlüğü olamaz. Sanat bana göre bir varış noktasından ziyade sürekli bir keşif ve öğrenme süreci.
Sanatçı olarak amacım, her yeni eserimde ve sergimde farklı bir hikâye anlatmak, farklı duyguları ve düşünceleri keşfetmek. Bu süreçte her sergi, kendi başına bir değer taşıyor benim için ve sanatçı olarak beni farklı yönlere taşıyor. İlk sergimden bu yana geçen sürede çok şey öğrendim ve bu öğrendiklerim sanatıma yeni bakış açıları kazandırdı. Bu nedenle sanat yolculuğumda “varmak istediğim bir yer”den ziyade, yaşadığım her ânın, ürettiğim her eserin ve gerçekleştirdiğim her serginin bana kattığı deneyimlerin ve öğrenimlerin önemini vurgulamayı tercih ediyorum. Sanat sonsuz bir gelişim ve ifade alanı ve her yeni proje bana bu sonsuz yolculukta yeni bir perspektif, yeni bir anlayış sunuyor. Bu süreçte sanatımı ve kendimi sürekli yeniden keşfetmenin, geliştirmenin peşindeyim. Böylece sanatım hep canlı, dinamik ve evrilmeye açık kalıyor.
Bir sonraki projenle ilgili neler söyleyebilirsin?
Bir sonraki projem, İstanbul’un zengin inanç çeşitliliği üzerine odaklanacak ve bu büyüleyici şehrin farklı dinlerin ve inanç sistemlerinin tarih boyunca nasıl içiçe geçtiğini, birarada nasıl uyum içinde yaşadığını keşfetmeyi amaçlıyor. İstanbul birçok medeniyete ev sahipliği yapmış bir kent olarak çeşitli dini yapıları, ritüelleri ve inançları bünyesinde barındırıyor. Bu projede camileri, kiliseleri, sinagogları ve diğer ibadethaneleri fotoğraflayarak şehrin dini ve kültürel çeşitliliğini gözler önüne sereceğim.
Bu çalışmayla sadece mimari yapıların fotoğraflarını çekmekten öte, bu mekânlarda yaşanan ibadet ritüellerini, dini bayramları ve toplumsal etkileşimleri de belgeleyerek İstanbul’un çok katmanlı sosyal dokusunu ve inançlar arası diyaloğunu vurgulamayı hedefliyorum. Şehrin dini çeşitliliğini ve bu çeşitliliğin getirdiği zenginliği göstermekle kalmayan, aynı zamanda farklı inanç grupları arasındaki hoşgörü ve karşılıklı saygının da altını çizen bir proje olacak.
Buradan hareketle de İstanbul’un bu özelliğini, sanatın evrensel dili aracılığıyla ifade etmeyi ve bu çeşitliliğin birarada yaşama kültürüne nasıl katkı sağladığını göstermeyi amaçlıyorum. İstanbul’un ruhunu, inançlarının çeşitliliği ve bu inançların uyumu üzerinden yansıtmayı umuyorum. Bu sadece bir fotoğraf serisi olmayacak aslında. Aynı zamanda İstanbul’un inanç çeşitliliğinin, tarih boyunca nasıl bir zenginlik ve barış içinde birarada olabileceğinin bir anlatısı da olacak.
Başarılar diliyorum yeni projende.
Teşekkür ederim.
Ayşegül Ekin Odabaşı-Ayşe Yılmaz
İşbu web sitesi ve tüm sayfaları Fikir ve Sanat Eserleri Kanununa tabidir. Sitenin içeriğine ilişkin her türlü ses, görüntü, yazı içeren bilgi-belge, her türlü fikri ve sınai haklar ile tüm telif hakları ve diğer fikri ve sınai mülkiyet hakları Zift Sanat’a aittir.