Doğayla bağını koparmamış insanların dünyalarındaki büyübozumuna tanıklık eden bir film Yangın Gecesi.[1] Yönetmen Tatiana Huezo, uyuşturucu kartelinin terör estirdiği Meksika’nın bir dağ köyündeki tekinsizliği koyuyor önümüze. Film, bir belgesel değil ama kaynağını gerçeklikten aldığı için bazı sahneler yutulması zor lokmalar gibi insanın böğrüne oturuyor; “Nasıl çıkılır bu karanlıktan?” dedirtiyor her aşamasında… Filmde para kazanmak için ülke sınırına giden ama köye bir daha dönmeyen erkeklerin arkalarında bıraktıkları kadınlar, bir yandan kızlarını uyuşturucu tacirlerinden koruma mücadelesi verirlerken bir yandan da aynı sömürü düzeninin haşhaş tarlalarında çalışmaya mecbur kalırlar. Kadınlar, önüne düşeni ezip öğüten bu insafsız çarkların arasında kalmaktan kurtulamazlar mı? Yangın Gecesi bu soruyu koyuyor önümüze.
Yangın Gecesi’nde çocukluktan genç kızlığa uzanan çağdaki kızların ve annelerinin, her an burun buruna yaşadıkları trajedi, etkileyici bir dille aktarılıyor. Filmde üç kız arkadaş (Ana, Maria, Paula) ilk gençliğin coşkusunu ve ortak kaygılarını birbirlerine tutunarak yaşarlar. Kadınlar ise zorluklarla kendilerine has yöntemlerle başa çıkmaya çalışarak sessiz bir mücadele yürütürler. Kızların “kız gibi” görünmemeleri için saçları her daim kısa kesilir, süslenmek yasaklanır… Gelgelelim, hayatın kanunlarına karşı konulamaz, kızlar eninde sonunda(!) büyürler; anneler daha da fazla diken üstünde kalırlar. Kadınların ve kızların köydeki sesleri ayırt etme çabaları, korunma güdülerinin mühim bir parçasıdır: Köpekler neden havladı, köye çetenin cipleri mi girdi, nereden bu uğultu? Üç kız arkadaşın muhtemel bir tehlike anında iletişime geçebilmek için birbirleriyle telepati kurma denemeleri, okul çağından itibaren yaptıkları talimlerdir. Telepati oyunu sahnelerinde film, Latin Amerika’nın büyülü gerçekçiliğine selâm eder.
Hikâyenin odağındaki Ana’yla annesi Rita, çetenin kapıya dayandığı o korkulan gün gelip çatınca kızın saklanması için bahçede mezar gibi bir çukur kazar, üstünü ıvır zıvırla örterler. Sürekli gergin bir bekleyişle kulağı kirişte kalan Rita, kızı Ana’yı çetenin zulmünden korumanın paranoyasıyla kızına karşı kimi zaman gayriihtiyari sert davranışlar da sergiler. Bu zor denklemde dik durmaya çabalayan Rita karakteri, bir süper kahraman gibi değil; hem cesur, güçlü, gözüpek hem de -kaçınılmaz biçimde- tükenmişlik sendromları gösteren gerçekçi bir figür olarak çiziliyor.
Bu hikâyede babalar yok. Telefonun çekmediği köyde halk, hava kararırken bir tepede toplanıp köyün uzaklardaki erkekleriyle bağlantı kurmaya çabalarlar. Baba, aranılan ama ulaşılamayan, seslenilen ama duymayandır. Alegorik öğelerin hatırı sayılır bir yer tuttuğu filmde; meselâ Ana’nın -yüzünü görmediğimiz, sesini duymadığımız- babasının adının Jésus olması manidar… Uyuşturucu çetesi köyün merkezinden gözdağı vererek geçerlerken tam teçhizatlı askerlerin kaçacak delik aradıkları sahne de, halkın güvenecek kimsesi kalmadığının ispatıdır adeta. Ailesini koruyup kollaması gereken baba figürü, her düzlemde babanın yokluğuyla ifadesini bulur: Zira evin babası da, devlet baba da, Tanrı da kendisine ihtiyaç duyanları bu hengâmede yapayalnız bırakmıştır.
Diyaloglardan ziyade görsel dile yaslanan filmin metaforlarla yüklü sahnelerinden birinde öğretmen, evden getirdikleri artık malzemelerle sınıfta birer insan modeli yapmalarını ister. Meselâ Ana’nın yaptığı maketin omurga yerine şişeye hapsettiği bir akrep koyar. Maketteki her uzuv ilginç ayrıntılar barındırıyor ama bilhassa vücudu taşıyan omurganın akrepten oluşması, farklı çağrışımlar taşıyan, çarpıcı bir imge yaratıyor. Kameranın doğadaki ayrıntılara odaklandığı anlarda, bu saf güzelliğin ortasında bir kötülüğün gerçekleşemeyeceği vehmine kapılırız. Bozulmasına kıyamadığımız doğanın kötülüğe niyet edenleri yolundan caydıracağını sanmak ne kadar safça bir düşünce… Hâlbuki baş döndürücü bu manzaranın sükûnet örtüsü, bir anda taş ocağında patlayan dinamitler ve silahlı çetenin köye saldığı dehşet anlarıyla yırtılıverir. İnsanoğlunun doymak bilmeyen hırsları yüzünden dünyanın yaşanılacak bir yer olmaktan nasıl da çıktığı gerçeği, görüntüde bizi yanıltan bu tezatla daha kuvvetli hissedilir.
Meksika’da toplumun alt kesimine musallat olan uyuşturucu tacirliği ve çocuk kaçakçılığı gibi yerel gerçekliğe dayanan bir senaryo, yerelliği aşan nitelikte sinematografik bir anlatımla beyazperdeye yansıtılıyor. Tatiana Huezo, film boyunca gerilimi canlı tutuyor ama kan donduracak sahneleri doğrudan sergilemek yerine duyguların dışavurumuna yaslanarak dolaylı bir anlatımı yeğliyor. Dolayısıyla dramatik malzemenin heba edilmeden estetik bir düzleme aktarıldığı Yangın Gecesi, incelikli bir ilgiyi hak ediyor.
Neslihan Demirci
[1] Yangın Gecesi (Noche de Fuego, 2021), Meksikalı ve Salvadorlu yönetmen Tatiana Huezo’nun ilk kurgusal filmi. Yönetmenin filmografisinin ilk adımlarında belgesel filmler yer alıyor. Meksikalı yazar Jennifer Clement’in Prayers for the Stolen adlı romanından uyarlanan yapım, galasını 2021 yılında Cannes Film Festivali’nin özel gösterim bölümünde yaptı. Film, uluslararası vitrine -romanla aynı şekilde- Prayers for the Stolen adıyla sunuldu.