Görsel okuryazarlık üzerine düşüncelerinizde “Konuşulan dilin sözcük sayısı sınırlıyken görsel dili oluşturan imgelerin sözlüğü sınırsızdır.” şeklinde ifade ediyorsunuz. Duygu dünyamızı ifade etme açısından imgelerin sözcüklerden farkı nedir?
Günlük yaşamda insanlar toplumsal ihtiyaçları doğrultusunda ve oyunların, gösterilerin, ritüellerin yapıldığı yerleri göstermek amacıyla önce toprağın üzerine şekiller çizmişler. Basitleştirilmiş bu resimlerden en sonunda harfler, sayılar ve karakterler geliştirilmiş. İletileri yazılı dile dökmeden önce imgeler, insana iletişim kurmakta yardımcı olmuştur.
İmgenin tarihsel sürecine baktığımızda ortalama on beş bin yıldan bu yana duvar resimleriyle karşılaşıyoruz. Çivi yazılarının geçmişi ise, yaklaşık iki bin beş yüz yıllıktır. Yedi yüz yıldan beri resim sanatı var, beş yüz yıldan fazla bir süreden beri ise kitaplara resimler basılıyor. Neredeyse iki yüz yıldır fotoğraf sanatını, yüz yıldan fazla bir zamandır “yedinci sanat” olarak taçlandırılan sinema sanatını tanıyoruz. Son elli yıldır elektronik görüntüleri, son yirmi yıldır ise sayısal tabanlı bilgisayar görüntülerinin yaşamın her alanını kapladığı görülüyor. İster insan eliyle, ister mekanik veya elektronik bir araç yardımıyla olsun, imgeler, içlerinde daima anlam veya anlamlar barındırır. Bu anlamlar imgelere, üreticileri tarafından üretildikleri anda veya daha sonra yüklenir. Bu yüklenen anlamlar ise alıcıları tarafından farklı boyutlarda algılanır ve okunur. Bu bağlamda günümüzde imgelerin sınırsız ve sonsuz sayıda bir devinim içinde bulunduklarına şahit oluyoruz. Evet, dil en güçlü iletişim sistemi hâlâ ama tek sistem o değil elbette. Görsel imgelerin özellikle günümüzde küreselleşen dünyada gelişen yeni bilgi ve iletişim teknolojileri sayesinde çok daha yaygın ve evrensel bir sözlük oluşturduğu görülür. Duygu dünyamızı ifade etme açısından imgelerin sözcüklerden farkı, yaşama kattığı hız olgusudur. Geçmişe döndüğümüzde büyük balık küçük balığı yerken günümüzde hızlı balık yavaşı geçmekte. İmgelerin algılarımızı sözcüklere nazaran çok daha güçlü biçimde etkilediğine inanıyorum. Bedava, en yüksek fiyattır; ücretsiz şekilde kullanılan her türlü uygulama, yayın vb. medya ortamları bu imgeleri zihinlere yerleştirir ve arzu ettikleri yönde bireylerin algılarını yönlendirerek etkiler. Kapitalist dünyanın acımasız dişleridir onlar.
İnsanoğlunun varoluşundan itibaren yaşanılan her devirde imge dünyasını dışa vurma ihtiyacında olduğunu görüyoruz. Bu doğrultuda kültürel pratikleri resmetme/ görselleştirme eğilimleri görsel kültürü oluşturuyor. Tarihi süreçte görsel kültür şeklinde bir tanımlama yapma ihtiyacı ne zaman doğdu?
Tarihin hiçbir döneminde görsel ya da görüntülü medyanın günlük yaşamımıza bu denli girdiğini görülmemiştir. Görüntünün egemen olduğu bu kültürel değişimi, kimi bilim insanları yazılı kültürden görüntülü kültüre dönüş, resme dönüş, resimsel dönemeç ya da görsel kültür diye adlandırıyor. Özellikle görsel kültürün dinamiklerini daha iyi anlamlandırabilmemiz için Walter J. Ong’un Sözlü ve Yazılı Kültür kitabının okunmasını tavsiye ediyorum. Ong, bu kitabında yazıdan önceki dönemi kast ederek “Birincil Sözlü Kültür Çağı”, çağdaş görsel kültürü ima ederek ise “İkincil Sözlü Kültür Çağı” olarak ikili bir sınıflandırma yapar. Birincil sözlü kültür çağı denildiğinde, yazı ve matbaanın varlığının bile bilinmediği, iletişimin yalnız konuşulan dilden oluştuğu kültürleri belirtir. Günümüze gelindiğinde ise artık hemen her kültürde, bir yazı kavramı ve deneyimi bulunduğu için gerçek anlamda birincil sözlü kültür çağı yaşanıyor. Çağdaş dünyada ise neredeyse tümüyle görselliğe dayanan kültürel bir yapı görülüyor ve izleniyor. Artık görsel imgelerle dolu bir kültürün egemen olduğu dünyada yaşıyoruz. Çevremiz gazete, dergi, afiş, televizyon, sinema, sosyal medya mecraları gibi araçlarla üretilen görüntülerle çevrili. Bu araçlar da dil gibi düşünceye, ifadeye ve duyarlılığa yeni bir yönelim kazandırarak yeni bir söylem tarzının ortaya çıkmasını sağlıyor.
Diğer taraftan görsel kültür tanımını yaparken önce görsellik ve sonra da kültürellik kavramlarını açıklamak gerekiyor. Geniş anlamda “görsel”, görülebilen her şeydir; dar anlamda “görsel”, güzel sanatlar ya da resimler, görüntülerdir. “Kültürel” olan ise seçkin kültürden halk kültürüne, çok boyutlu kültürden tek boyutlu kültüre uzanan geniş bir yelpazede bir çok tanıma yer verir. Görsel kültürün bir şekilde anlamlı olması için belli kodlarla kültürel olarak anlamlandırılmış olması gerekir. Şunu da belirtmekte yarar var: Medeni olduklarını ileri süren gelişmiş ülkelerde, gelişmekte olan ya da Batı gözüyle “medeniyetsiz” var sayılan kültürlere doğru çok hızlı bir akış söz konusu dijital dünyada. Burada da kültürlerin hızlı bir tektipleşmeye doğru evrildiğini, özgün değerlerin yitirildiğini gözlemekteyiz. Kültür bir zenginliktir; güzel bir mozaiktir ve bireyleri bir arada tutan en önemli harçtır. Bu bağlamda korunması gereken en önemli değerdir.
Tanımlanmanın öncesinde görsel kültürün yaşamdaki yeri nasıldı, günümüzde nasıl?
Görsel kültür; ev ve sokak mobilyaları, trafik işaretleri, moda, tekstil, çömlekçilik-seramik, arabalar, mimari tasarımlar, reklam, kişisel, kamusal veya popüler imgeler, film, televizyon, bilgisayar ortamları ve oyunlar, internet sayfaları, gazete ve dergi tasarımı, matbaacılık gibi çok geniş yelpazedeki ürünler ve üretim süreçlerini içine alır. Bugün görsel kültürün en önemli taşıyıcısı konumunda olan imgeler tüm sınırları aşmakta, hemen herkes tarafından kolayca anlaşılmaktadır. Örneğin, 1989 yılında Çin’in Tiananmen Meydanı’nda öğrencileri protesto tırmanışına götüren gerçeklere ilişkin sözler hatırlanmazken göz dağı vermek için hareket eden yeşil Çin tanklarının önünde duran yalnız protestocunun imgesi hafızalardan kolayca silinemiyor. Meselâ “Aylan Bebek” imgesini hatırlayalım; haberlerle defalarca işlenmesine rağmen Suriye’de yaşanan iç savaşı sözcüklerden çok daha güçlü şekilde resmetti ve adeta dünyayı sarsıp salladı. Hâlâ hafızalarımızda. Tüm imgeler görsel kültürün başat kodudur, kodlar ise anlam sistemleridir ve okunmayı beklerler; sözcüklerden çok daha yoğun şekilde imgeler bizlere mesajlar iletirler ve algılarımıza sinerler. Günümüzde yaşadığımız bu simülasyon evreninde de sosyal medyada özellikle imgenin sureti töz hâline geldi; yani sureti, aslından daha güçlü oldu. Fenomenlerin aslından, kendisinden ziyade sosyal medya evreninde yarattığı imgelemi kıymetli hâle geldi. Milyonları peşinden sürüklemesi bunun bir göstergesi.
Dünya Mirası Listesi’nde yer alan Lascaux Mağarası’ndaki binlerce yıl öncesinden bugüne ulaşmış olan figürler, insanlığın görsel kültürle olan ilişkisinin bir ifade biçimi olarak bizlerde hayranlık duygusu uyandırıyor. Görsel kültürde imgenin canlandırdığı şeyden daha kalıcı olması hâli üzerine neler söylersiniz?
İnsanlığın okuma-yazmasının olmadığı ve çevresiyle ilgili basit bir yaşam sürdüğü tarih öncesi dönemlerde, imgelerin hep insan eliyle üretildiği ve taş yüzeylere resmedildiği biliniyor. Yaklaşık onbeş bin yıl önce İspanya Altamira mağarası ya da Lascoux mağarasında bulunan hayvan resimleri büyü amacıyla kullanılmaktaydı; yani imgelerin, onları doğal ve gerçek güçlere karşı koruduğuna inanılmaktaydı.
Yaklaşık beş bin yıl önce Sümerler piktogram ve ideogram adı verilen iki bin farklı imgeyi kullandılar. Temsil ettikleri nesnelere benzeyen ikonlara piktogram, soyut fikirlere ise ideogram adını verdiler. Bu anlamda insanoğluna kendini görsel mesajlarla, imgelerle dışa vurmak, geçmişten günümüze dek daima doğal gelmiştir. İmgeler önce mağara duvarlarına, ardından Ortaçağ’da ise farklı yüzeyler üzerine saptandı. Bunlar başlangıçta hayvan derileri, balmumu tabletler, taşlar, tahta parçaları ve kağıt yüzeylerdi. Tarih boyunca sanatsal ve dinsel imgelere karşı olan tepkileri İmgelerin Gücü adlı kitabında değerlendiren Freedberg, çeşitli yüzeyler üzerine saptanan imgelerden korkulduğunu; çünkü imgelere gerçek(miş) gibi davranıldığını belirtir ve imgenin bu aslına tıpa tıp benzerliğiyle egemenliğini nasıl kurduğunu şöyle açıklar: “Bizans İmparatoru’nun imgesi dolaştığı kent ve köylere aslında imparatorun kendisini götürürdü. Yani imparator imgesiyle orada var olurdu, o imgeye zarar vermek kuşkusuz ona karşı gelmekti. İmparatorun imgesinde onun düşüncesi (eidos) ve biçimi (morphe) vardı. İmgeye tapan aynı zamanda imparatora tapınırdı.” İmgenin bu aslına olan benzerliği ve gücü her dönemde farklı gelişme gösteriyor. Ortaçağ’da gelişen ikonoklast (put kırıcı) anlayışa göre kimse Tanrı’yı resmedemez. O, kalplerde yaşatılmalı ve resmedilmemelidir. İslamiyet’te de imgeye karşı benzer bir ‘suret yasağı’ karşımıza çıkar. Bu da resim sanatı yerine tezhip, hat gibi geleneksel sanatların gelişimini sağlar.
Elbette ki görüntülerle yaratılan gerçeklik insanlara oldukça çekici geliyor. İnsanın görüntülere gerçekmiş gibi inanmasının temel nedenlerinden biri, “Gözümle gördüğüme inanırım.” deyişinden, yani duyu organları içinde en çok göze güvenmesinden kaynaklanıyor. Görüntülerle yaratılan çekicilik ise resim sanatından başlayarak bugüne kadar gelen ışık, renk, şekil, biçim vb. temel tasarım öğelerinin yaratım sürecinde oluşturduğu anlamlardan kaynaklanır. Aslında görüntüler birer temsildir, yeniden sunumdur. Bu da görsel okuryazarlığın günümüzde ne kadar elzem ve önemli olduğunu ortaya koyar. İmgeler, görsel okuryazarlığın evrensel kodları aracılığıyla kodlanır ve kod çözümüne uğrar.
Platon, idealar dünyasına inanıyordu. Doğada görülenlerin arkasında mutlak ve değişmez resimler bulunduğunu belirtirken mükemmel gerçekliğin varlığını kanıtlamaya çalışıyordu. Platon’a göre dış dünyada görülenler ‘idealar dünyası’nın bir kopyası iken su yüzeyinden yansıyan ‘eidola’ adını verdiği imgeler, kopyanın kopyasıydı. Günümüzde ise, herhangi bir yüzey üzerinden yansıyarak okuruna sunulan imgeler, kullanılan teknik ve estetik öğeler aracılığıyla gerçeklerinden daha etkileyici, daha canlı, daha parlak ve daha ideal bir dünyayı temsil eder. Suret, aslından daha kıymetli diyebiliriz.
Fotoğrafın icadı, sinema ve televizyon gibi teknolojik gelişmelerle beraber insanlara sunulan imgelerin çoğalmasıyla görsel kültür, form değiştirerek yaşamda daha fazla yer almaya başladı. Bu hızlı dönüşümün bir getirisi olarak yazılı dil etkisini tamamen yitiriyor mu?
İmgenin mutlak egemenliğindeki bu yüzyılda gazeteler, dergiler, kitaplar, afişler, bilgisayar ve televizyon ekranları, caddeler, kıyafetler tarihin hiçbir döneminde bu kadar yoğun biçimde çevremizi kuşatmamıştı. İmgeler, temsil ettikleri gerçeklerden daha fazla ilgi çeker. İnsanlar görmek istediklerini görürken imgeler, görmek istemediklerimizi de gözler önüne serer ve adeta bir silah kadar etkileyicidir. Yazılı dilin önemi elbette hiçbir zaman inkâr edilemez; görsel ve sözel, her iki iletişim sistemi birbiriyle iç içe girer. “Dinleme ve izleme”nin daha az bir zihinsel süreci beraberinde getirmesinin yanısıra buna teknolojinin hızlı gelişimi de eklenir. Böylece görsel kültürle beraber dijital kültürün de egemen olduğu bir dönemi yaşadığımızı görüyoruz. Ancak şunu da ifade etmek isterim ki bilgi, değerlidir ve sizi bu dönemde öne geçirir. Bilgi donanımının artması büyük oranda -yüksek lisans, doktora gibi- üst düzeyde eğitimle ve kendini güncellemekle mümkün. Bireyin kendini eğitme ve geliştirme süreci hiç bitmemeli.
Tarihsel süreçte görsel okuryazarlık nereye doğru evriliyor?
Biliyoruz ki yazılı metinlerin okunduğu gibi görsel metinlerin de okunması gerekiyor. Bu olgu, günümüzde değişiklikler gösterse de özde hâlâ aynı değerini koruyor. Bu sorunun yanıtı için biraz görsel okuryazarlıkta okurun öneminden bahsetmek gerekiyor. Uzun uzun yıllar boyunca insanlar kelimeleri okumaya çalıştılar; ancak pek az kişi imgelerin de okunması gerektiğini düşündü. Halbuki kitle iletişim araçlarından yayılan görsel imgeler, anlamlı inşalardır ve öznel bilgiyi sunar. Bilindiği gibi görsel iletiler hemen algılanabilen düzanlamlarının yanında, fark edilmeyen bazı yananlamları da yapılarında barındırırlar. Görsel metinlerde, ilk bakışta algılanmayan bu yananlamların çözümlenebilmesi için tıpkı bir dil gibi sözel anlamda okunmasının da öğrenilmesi gerekir.
İmgelerin ışık hızıyla akıp geçtiği görsel evren içinde yaşayan insan için yaşadığı evreni algılamada görme duyusu diğer duyulara nazaran her zaman önde gelir. Bu fenomen Antik Yunan’dan bu yana zihinlere yerleşmiştir. Görme eylemi, bilindiği gibi, gözde değil beyinde oluşur ve belli bir zihinsel faaliyeti gerektirir. Objeden yansıyan ışığın ışınları göz merceğinden geçerek retinada bir görüntü oluşturur ve bu görüntü, elektro-manyetik sinir uçlarıyla beyne ulaşır. Fiziksel olarak durum böyledir; ancak psikolojik olarak durum farklılaşır. Burada asıl nokta, gözden beyne elektrik sinyalleri gönderilmesi ve beyinde bir görüntünün oluşması değil. Önemli olan, beyinde oluşan görüntüyü kimin gördüğüdür. Bakan ve gören, aslında göz değil; çünkü göz yalnızca bir aracı. Peki o hâlde beyinde oluşan görüntüye “bakan” ve görüntüyü “gören” kim? Burada algılama süreci ve kişinin görsel algı psikolojisi ile yaşadığı deneyimler söz konusu. Sayısız bildirişim öğeleri aynı anda kavranırken insanlar yaşadıkları bu görsel algı deneyimlerine bir düzen ve anlam yükleme eğilimi gösterirler. Ardından zihinsel yorumlama süreci devreye girer. Kısaca görme olgusunda, soyut imgeler zihinsel süreçte algılanmakta ve bu algılanan imgeler de bilinçli bir şekilde yorumlanıp anlam kazanır.
Özetle görsel okuryazarlığın ilk etkinliği görsel algılamadır. En genel tanımıyla algılama, çevredeki nesnelerden ve olaylardan gelen uyarıların duyusal algı organları aracılığıyla alınması, organize edilmesi ve yorumlanması sürecidir. Bu organlar uyarıları örgütleyip kodladıktan sonra beyine gönderirler. Bu uyarılar beyinde bilme birimlerine dönüşerek anlamı oluşturur ve anlamlandırmayı sağlar. Algılamada, yani duyumların örgütlenmesi sürecindeki en önemli noktalardan biri de anlamlandıran bireyin sağlıklı bir zihinsel yapıya sahip olmasıdır. Ayrıca, içinde yaşadığı toplumun sosyo-kültürel yapısı, kültürü, eğitimi ve edindiği evrensel değerleri de önemli öğeler. Özetle şöyle ifade edebiliriz: Sen ne söylersen söyle, anlam, karşındakinin algıladığı kadardır.
Dijital dünyanın kendine has öykü anlatıcılığını tanımlarken “dijitografi” terimini kullanıyorsunuz. Dijitografi nedir?
Temelde zaman, mekân ve karakterler ekseninde bir öykü anlatarak, insanları büyüleyerek perdeye bağlayan sinema sanatı, günümüzde gelişen yeni iletişim teknolojileri ve internete bağlı yeni medya ortamlarıyla birlikte, yeni bir anlatım yapısına, görsel-işitsel anlatım diline yani dijitografiye doğru evriliyor. Yirminci yüzyılın sonunda hem medya hem de yeni medya alanında sosyo-ekonomik ve kültürel bağlamda önemli yapısal dönüşümler yaşandı. Film üretimi, bir meta üretimi olarak sinema endüstrisinin önemli bir çıktısı elbet; ancak günümüzde yeni medyada ilgiyle izlenen Facebook Watch, Instagram Reels ve Tik Tok videolarının da bir kültürel meta olarak her geçen gün artan şekilde sosyal medya üzerinden paylaşıldığı ve yüksek oranda izlendiği biliniyor.
Dijital çağın ve yeni medyanın estetik anlayışı yani anlatım dili; doğrusal olmayan, eklektik ve “her şey gider” anlamlarını taşıyan, dağınık pek çok öğeyi içinde barındıran, bilgi sistemleri ve yeni iletişim teknolojilerinin birçok özelliğini de içeren, farklı ve hatta bazen de tuhaf görünen birleşimlerin toplamı. Dijital anlatım tekniklerinde içe yönelik estetik algıyı belirleyen normları; dünya görüşü, sosyal farklar, sınıfsal konumlar, sosyo-ekonomik ve politik sınıflar, kültürel çeşitlilikler olarak sayabiliriz. Dışa yönelik estetik algıda algıyı etkileyen etmenleri ise sinematografi, dramaturji, mizansen, oyunculuk, yönetim anlayışı olarak kabul ediyoruz. Bu iç ve dış estetik algı süreçlerinin birbirini bütünlemesi ve tamamlaması beklense de, aksine bunun anlatım dilinde tamamlanmadığı görülüyor. Hatta beklenti de o yöndedir; çünkü bu şekilde yapılmasına alıştırıldık. Sinematografi nasıl ki kendine özgü araç ve yöntemlerle hareketli görsel imgeler yaratmak ve bunlarla yarattığı anlamı dışa vurmak olarak tanımlanıyorsa aynı şekilde dijitografi de kendine özgü araçlarla bu sentezi yeniden yaratır. Tüm sanat türleri kendi içinde kendi tekniklerini kullanarak, anlamlı imgeler yaratarak bir dışavurum gerçekleştirirken dijital sanat, bu dışavurumu ve anlam oluşumunu nasıl gerçekleştirir? Şimdi bunu açıklamaya çalışalım.
Dijitografi, tamamıyla dijital araçlar aracılığıyla anlam ve anlatım üretimi demektir. Ağırlıklı olarak kullanılan akıllı telefon kameraları, tablet kameralar, dslr kameralar ve bu araçlar için geliştirilen özgün uygulamalar/aplikasyonlarla yaratılan görsel/işitsel imgesel üretim süreçleridir. İstenilen zamanda ve istenilen yerde genellikle birinci bakış açısıyla (İng. POV/Point of View/ hikâyenin anlatıldığı görüş açısı, genellikle ana kahramanın bakış açısı) çekilen hareketli, filtreli, dijitalin getirdiği sayısız yorumların katıldığı sonsuz ve sınırsız bir evrendir. Sinematografi gibi dijitografi de sadece basitçe bir fiziksel olayı sıradan kaydetme işlemi gibi görülmemeli; onda da görüntüyü yönlendiren teknikler, uygulamalarla beraber yaratıcı, yorumlayıcı, ritmik ve özgün bir mesaj üretimi, aktarımı söz konusu.
Dijitografi, dijital çağın çoksesli yeni anlatım dilidir. Nasıl ki sinema sanatını diğer sanat dallarından ayıran, onun kendine özgülüğünü, biricikliğini sağlayan en temel öğe sinematografi ise bu yeni dijital dünyanın öykü anlatım dilinin kendine özgü yapısını oluşturan da dijitografi terimidir. Kullanıcının (user) yükselişe geçtiği dijital medyada dijitografi ile üretilen videolar tıpkı sinematografik öğelerle yoğrulan filmler gibi kültürel birer ürün olma yolunda güçlü bir ilerleme kaydetti ve ilerlemeye hız kesmeden devam ediyor…
Bu zihin açıcı söyleşi için teşekkür ederiz…
Ben de sizin nezdinizde tüm Zift Sanat ekibine ve okurlarına teşekkür ederim.
Kübra Turangil