Şair, yazar, yayıncı Bülent Parlak 19 Nisan 2022’de, Ramazan ayında aramızdan ayrıldı. Erguvanlar açmadan biraz önce. Her gün tuhaf bir tamamlanmamışlıkla yaşadığımız ve kendimizi cömert bir deney malzemesi olarak hayatın önüne attığımız günlerin ipini ilk çeken o oldu. Telaşla Koşuyolu’ndaki cenaze evine giderken 20 yıllık hatıralar yığınından özenle uzak tuttum kendimi. Kim gencecik bir arkadaşını anıların kışında üşütmek isterdi ki… Bahçe kapısında Yaren (Parlak’ın kızı) hıçkırıklarla bana sarıldığında çaresiz hakikate teslim oldum; sendikacının oğlu ölüme yenik düşmüştü. 46 yaşındaydı.
Bülent’le birbirine sınırı olan şehirlerde doğduk, büyüdük. Ona verilen isim bizim bölgemizde çok da tercih edilen bir isim değildir. Dört oğluna aile şeceresinden adlar koyan baba, sıra küçük ve son oğluna geldiğinde geleneğin dışına çıkmış ve Bülent’i tercih etmişti. Teksif İşçi Sendikası Malatya Şube Başkanı, sekiz çocuklu, solcu Bekir Parlak, bu tercihiyle Türkiye Komünist Partisi’nden sonra girdiği Cumhuriyet Halk Partisi’nin lideri Karaoğlan Bülent Ecevit’e bir gönül selamı göndermek istemişti belli ki. Akşamları evinde Kuran’ı Kerim okuyan bu Türk solcusunun işçiler için verdiği mücadeleler, öldükten sonra da anlatılmaya devam etmiş, 6 yaşında yetim kalan şair, babayı biraz da bu anlatılanlardan hareketle kafasında canlandırmıştı. 20 yılı aşkın arkadaşlığımız boyunca bu sendikacı babanın uzlaşmazlığının, muhalefet etme arzusunun ve sisteme mesafeli durmaktaki ısrarının oğulda da devam ettiğine sıkça tanık oldum. Bazı babaların kavgası oğuldan oğula sürüp gidiyordu işte. Bülent, benim bir kitabımdan hareketle bu kavganın ironisini de yapardı:
-Nereden geliyorsun Bülent?
-Yenilgiden dönüyoruz abi…
Böyle ama arkadaşım Bülent Parlak, kendi biyografisini karaladığı bir metinde asıl devrimcinin annesi olduğunu söylüyor. Eşi “sol eliyle işçileri savunurken” Emine Hanım “sağ eliyle ömrünün sonuna kadar çocuklarını savunmuştur.”
Bazı güzel huyların sahibi çocukluktur. Ortaokul birinci sınıfta Polis Günü Şiir Yarışması’nda Türkiye birincisi seçilen Parlak, ciddi bir parayla ödüllendirilmiş, bu paranın bir kısmıyla çikolata alıp bütün okul sıralarına birer tane bırakmıştı. Öldüğünde de cüzdanında neredeyse hiç parası yoktu; ama o gün yetim çocuklar iftar açsın diye ciddi bir meblağı uzak bir şehre gönderdiğinden sonradan haberdar olacaktık. Böyle güzel yanları vardı şairin; adını hiç duymadığımız taşradaki bir köy kütüphanesi için kitap toplar ya da doğuda bir okulun sene başı kırtasiyesini temin ederdi. Çevresindeki gençler de onun bu iyiliğine gönülden destek verirlerdi. İyilik onlar için bir şenlikti ve ben bazen abileri olarak hayata alışamamış bu çocukları, bu İzdiham ahalisini hüzünle seyrederdim. Bülent sadece şiir yarışmasında değil, Malatya’da açılan bir kompozisyon yarışmasında da birincilik elde etmişti. Ondaki yazma arzusunun ve kabiliyetinin erken bir dönemdeki işaretleriydi bunlar.
Parlak, ilkokul, ortaokul ve liseyi Malatya’nın Yeşilyurt ilçesine bağlı Konak’ta (Banazı) okudu ve hepsini de bildiğim kadarıyla birincilikle bitirdi. Konak, şairin deyişiyle bir “Türk yurdu”ydu. Kendi ataları da dâhil, kasaba ahalisinin önemli bir kısmı Hazar kıyılarından yüzyıllar önce gelip buraya yerleşmişlerdi. Bülent Parlak’la tanıştığımızda İstanbul macerasının üzerinden henüz birkaç yıl geçmişti. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesini kazanmış, bu okula bir yıl devam etmiş ama büyük oranda maddi sıkıntılardan ötürü öğrenimini noktalamak zorunda kalmıştı. Sonrasında günlük bir gazetenin reklam servisinde çalışmaya başlamış, eli biraz para görmüş, yeniden sınava girip On Dokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi’ni kazanmıştı. Fakülte Amasya’daydı. Söylediğine göre niyeti öğretmen olup küçük bir Anadolu şehrine yerleşmek ve orada huzur içinde yaşamaktı. Güzel bir hayal doğrusu ama benim arkadaşım olan adam bir ateş böceğine benziyordu ve hiç de küçük şehirlerin yeknesak dünyasına uyum gösterecek gibi değildi. İşte ben tam da bu güzel hayalleri kurduğu günlerde tanıştım Bülent’le. Başlangıçta dört kişiydik: Bir gazete patronunun oğlu Ahmet Can, o dönemde İsmet Özel için web sayfası açmayı kendine dert edinen yazar Adem Yılmaz, Bülent ve ben. Yaşım üçünden de biraz büyüktü ve birlikte otururken “gırgır”ın dozunu kaçırmamaya dikkat ederlerdi. Ama sonuçta sayısız hayali proje üzerinde konuşuyor, ortamı kahkahaya boğan görüşler ileri sürüyor, geceye doğru da birer umutsuz vak’a ve aslında hüzünlü birer gölge olarak evlerimizin yolunu tutuyorduk. Büyük projemiz Hayatımızı Mahveden Kadınlar kitabı hiçbir zaman hayata geçmedi; bu kitabın içeriğinde nelerin olacağı bile tam olarak bilinemedi. Olmayan kadınların ve olmayan bir kitabın boşluğunda savrulup durduk. Vahşi Hafiyeler’in kahramanları gibi…
Benim için Bülent Parlak’ın en ironik görüntüsü, 2000’li yılların başlarında, ilk tanıştığımız dönemden kalmadır. Biraz sonra masada akla hayale gelmedik teklifler ve projeler sunacak şu genç adamın, yanımıza takım elbise, kravat ve usturuplu bir iş çantasıyla geldiğini söylesem siz de gülümsersiniz. Erken evlenmişti, kızı Yaren yeni doğmuştu, bir yandan Amasya’daki okulunu ilerletmeye öbür taraftan da evini geçindirmeye çalışıyordu. Bu takım elbise ve çanta, zorla savaşa sürülmüş bir adamın zırhı gibi dururdu üzerinde; ama yakışırdı da. Afacanlıklarına şahit olmayanlar için gayet beyefendi bir görüntü bile veriyordu. Bu görüntüsü ona pek de gelir getirmedi sanırım. Zaman zaman imkânlarımızı, harçlıklarımızı paylaştığımız oldu. Benden duymuş olmayın, bir zamanlar şiir yarışmasında Türkiye birincisi olan bu çocuk, edebiyata ilgisini de özenle saklar; biz ne vakit şiirden, romanlardan, yazarlardan bahsetsek bir biçimde konuyu değiştirir, yine bir proje kaosunun içine sokardı. Hatta bizden habersiz bir oteli satın almaya gitmiş, dershane açmaya heveslenmiş, mobilya dükkânı işletmeciliğine bile soyunmuştu. Bunlar birbiriyle alâkası olmayan işlerdi aslında, Bülent bir serçe gibi daldan dala konuyordu…
Benim bir âdetim vardı; İstanbul’a yerleştikten sonra nereyse her hafta Dergâh’a uğrar, Mustafa Kutlu’yu ziyaret ederdim; bu ziyaretler bazen de yeni sayının taze baskısına denk gelirdi. 2005’in Aralık sayısının kapağında Bülent’in şiirini görünce şaşkınlıkla Mustafa Bey’e döndüm ve “Bu benim yakın arkadaşım.” dedim. Heyecanla Üsküdar’a geçtiğimi hatırlıyorum; heyecanlıydım çünkü bir arkadaş şiiri bize böyle duygular yaşatırdı. Şiirinin yayımlandığından haberi yoktu, akşama doğru buluştuğumuzda, “Sen şiir de mi yazıyorsun?” dedim. Kaçamak cevaplar verince dergiyi önüne koydum. Sonradan o günü, nasıl sevinçle eve gittiğini, defalarca şiirini okuduğunu bazı söyleşi ve sohbetlerde okurlarıyla da paylaştı. Kayıt altına almak üstümüze vazifedir: Mustafa Kutlu, Bülent’e hep bir baba gibi davrandı, ondaki bir şeyleri sezmiş ve sevmişti kanaatimce…
Beş altı yıldır pek çok hayali projeye imza atmış olan Bülent, 2008 senesinde bir projeye gerçekten başlayıverdi ve izdiham.com adlı bir internet sitesi kurdu. Öncesinde karakutu.com’dan biraz bu işlerde deneyim de kazanmıştı. Çevremi onun için seferber etmeye çalıştım. Kendisi, ben, arkadaşlarım Şeref Bilsel, Betül Dünder ve Bekir Şamil Potur İzdiham portalının ilk düzenli yazarları olduk. Sonradan kadroya Sibel Atagün, Mahmut Ali Ermeydan, Erdem Ölmez gibi isimler de katıldı. Bülent doğal olarak bütün ülkenin İzdiham’ı takip ettiğine inanıyordu. Edebiyatçılar bilirler, bu inanç olmasa edebiyat sürdürülemez! Dahası evinde internet olmadığı için siteyi internet kafelerden yönetiyordu. Sonrasında bu dijital derginin matbu hâlini çıkarmaya karar verdi ve çıkardı da. İlk sayının sloganı tam ona göreydi: “Yaşamak sağlığa zararlıdır.” İzdiham iki dönemdir, bu ilk çıkış bir süre sonra sekteye uğradı ama Bülent inancını yitirmedi; bir buçuk yıl sonra 20 bin baskıyla dergiyi dağıtıma verdi ve bütün Türkiye’ye ulaştırdı. Sosyal medyayı kullanma becerisi, samimiyeti, sıradışılığıyla kısa süre içinde de koca bir İzdiham ailesi oluşturmayı başardı. Vefat ettiğinde onun, büyüttüğü bu aile için kıymetini daha iyi idrak edecektik.
Birkaç gün önce İzdiham’ın her Ramazan ayında düzenlediği mütevazı iftar yemeği için yine Üsküdar’da bir araya geldik. Herkes oradaydı, bütün gençler. Bülent, duvara yapıştırılmış bir fotoğrafından bize bakıyordu. Bir an şöyle diyor gibi hissettim: “Nasılsın abi?” İçimden kalabalığı gösterdim ona: “Görüyorsun Bülent, her şey bıraktığın gibi, kimsenin kalbi soğumadı senden…”
Bülent’e sorsanız bu hem kısa hem de uzun hayatı şöyle özetlerdi: “Benimki Malatya’dan İstanbul’a 18 yaşında göç etmiş birinin hikâyesi…” Ruhu şad olsun.
Ali Ayçil