Muhammed Kerimullah Myanmar’da doğmuş, fakat uzun yıllardır mülteci olarak geldiği Bangladeş’te yaşayan orta yaşlı bir cami imamı, aynı zamanda medresede müderris. “Burada acılar içinde yaşamaya çalışıyoruz, kendi memleketimizde değiliz, normal insanlar gibi yaşamamız mümkün değil.” dese de şükretmekten geri durmuyor. Mültecilerin ülkenin en verimsiz topraklarına, elektrik verilemeyen alanlarına yerleştirildikleri açıkça görülüyor. “Tek dileğim ölmeden önce Arakan’ı özgürleşmiş olarak görebilmek.” diyor.
1967 yılından beri her yıl 150 farklı ülkeden milyonlarca Müslüman, Bangladeş’te buluşup zulüm gören insanların selâmeti ve dünya barışı için üç gün boyunca dua ediyorlar. Nuray Kayacan’ın İçtima belgeseli (2021) dua için toplanan insanların yanı sıra derin bir yoksulluk içinde yaşayan milyonlarca Asyalı Müslüman hakkında da fikir veriyor.
Belgesel, Arakanlı iki yakın arkadaşın İçtima’ya katılabilmek için yola çıkmalarının hikâyesi üzerine inşa edilmiş. Muhammed’in yol arkadaşı Siracul İslâm, yedi oğlunu ve dört kızını hafız olarak yetiştirmeye çalışan, onları kimseye muhtaç etmemek için var gücüyle çabalayan bir baba. O da özgür Arakan’ın hayâliyle yaşıyor. Film boyunca mülteciliğin, yoksulluğun, teslimiyetin ve duanın içinde duygudan duyguya geçerek yol alıyoruz.
Ağırbaşlı, dini bütün bir imam olan Muhammed’in yolculuk öncesinde çantasına ilkin iki kalın kitabı yerleştirmesi, sonra bir yedek giysi ve ince bir battaniyeyi eklemesi dikkat çekici. Eşyaların kıymet hiyerarşisi, yaşamdaki duruşumuza ve önceliklerimize dair önemli işaretler barındırıyor.
Bir zamanlar “kalk gidelim” deyince “nereye” diye sormazmış birbirine gerçek dostlar. İşte sanki ta o zamanlardan kalma bir yol hikâyesine şahitlik ediyoruz. Sirac ve Muhammed sırtlarında çantalarıyla çok uzun, zor ve meşakkatli bir yolculuğa çıkıyorlar. Geçen yıl yiyecek ve su bulmakta zorluk çektiklerini konuşurlarken söz hemen sıkıntı içindeyken yapılan ibadetlerin daha sevap olmasına bağlanıyor.
Yol boyunca neredeyse modernlik öncesi bir zamandayız. Kilometrelerce yürünen yollarda uzanan ekili tarlalar, kucağında gecelenen ormanlar, ısınmak için yakılan ateşler, kalbi ferahlatan nehirler, yola eşlik eden ay ışığı, yolcularla beraber bizi de alıp götürüyor. Günbatımının nehrin üzerindeki ışıkları eşliğinde yolcular, pilav ve ekmekten müteşekkil yemeklerini paylaşıp doğanın kalbinde namaza duruyorlar. Yürünen yol balçığa dönüştüğünde ise ayakkabıların çıkarılma, pantolonların dize kadar sıvanma vakti. Duaya yetişmek için bu karmaşık yolların aşılması lâzım. Bu meşakkatlerin her birini nefsin önüne çıkan ve aklı karıştıran engellerin metaforları olarak da okuyabiliriz. Gelenekte kalp, aynaya benzetilir; tertemiz olmalı ki ilahi sırları gösterebilsin. Bu da sabırla, sebatla ve akleden bir kalple mümkün. Yollarda zorlukla beraber kolaylık vardır; dizlere kadar çamurlu yollar sonunda nimetlere ulaşabilecekleri şehir merkezlerine çıkar. Ayette söylenmiştir: “Ve insana uğrunda çaba gösterdiği dışında bir şey verilmeyecektir.” (Necm 39). Her işin başı halis niyettir elbette. Niyetin sahihliği engellere göğüs gererken kendini gösterir. Geceleri namaz kılan iki arkadaşın hâlini Eva de Vitray-Meyerovitch’in Dua adlı kitabındaki (Şule Yay., 2004) Rabiatü’l-Adeviye’ye atfedilen bir şiir anlatır belki: “Allahım! Birer birer battı yıldızlar/Uykuyla yumuldu gözler/Kralların kapıları da kapandı çoktan/Senin kapındır isteyenlere hep açık kalan!”
Yol boyunca ateş yakmak ve balık tutmakla ilgili çocukluk anılarından konuşurlarken aktif kameranın ortamdaki saf, duru doğallığı yakalaması gerçekten büyüleyici. Türkiye’de ulaşabildiğimiz imkânların hiç birine sahip olmayan iki arkadaşın, birbirlerine hüzünle Âdem ve eşinin Araf suresi 23. ayette geçen sözünü hatırlatmalarıyla büyük dersimizi alıyoruz: “Ey Rabbimiz, biz kendimize zulmettik. Bize acıyıp bağışlamazsan ziyanda oluruz.”
Uzak Asya’nın en yoksul ülkelerinden biri olan Bangladeş’in hâl-i pür-melâlini de gözler önüne seriyor bu çalışma. İki arkadaşın kürek çekerek ilerledikleri Harbang şehrinin nehir kıyılarında çöplerin içinde köpeklerin, kedilerin ve keçilerin iç içe yaşadığını, insanların evlerine sırtlarında sadece patates-soğan taşıdıkları görüyoruz. Yolcularımızın üçüncü gün ulaştıkları Chittagang’da öylesine kara ve derin bir balçık var ki ayakkabı giymek mümkün olmadığından herkes yalınayak. Gemiler de oldukça eski ve artık tedavülden kalkmış modeller olduğundan sürekli kaynak yapılarak onarılıyor. Yolcularımız ise bir geminin güvertesine vardıklarında “Allah ne güzel yaratmış bu dünyayı.” diye tekrar tekrar şükrediyorlar.
Ürkütücü boyutlarda kalabalık şehirlerde otobüse binmek ayrı bir meşakkat. Tren yolculukları kapalı alan fobisi bulunanlar için bir cehennem. Başlarında sebze meyve taşıyan kadınlar, çöplerin arasında ya da tren raylarında oyun kurmaya çalışan çocuklar… Yoksulluğun dibe vurduğu farklı bir masal dünyası burası. Dünyevi nimetlerin en azıyla yetinirken yüzleri gülen, şükreden insanlar.
Dördüncü gün Dakka’ya gelen iki arkadaşın artık otobüs ve trenlerle devam etmeleri zorunlu. Her ikisinde de insanlar vasıtaların kulplarına tutunarak, kapılara asılarak, üstüne çıkıp oturarak savrulmadan yol almaya çalışıyorlar. İçeride nasıl nefes alındığı ise tam bir muamma. Başkent Dakka dünyanın en büyük nüfusa sahip dokuzuncu şehri ve nüfus yoğunluğu had safhada. Öte yandan ‘camiler şehri’ olarak anılan bir kültür merkezi. İçtima nedeniyle yollar tıkalı ve şehrin on iki milyonluk nüfusuna bir de dua için dışarıdan gelen yaklaşık beş milyon insan eklenince ulaşım sorunu yüzünden yiyecek içecek fiyatları hayli yükseliyor.
Sonunda Dakka şehrinin 25 kilometre ötesindeki içtima meydanı Tongi’ye bisikletli bir faytonla ulaşıyorlar iki arkadaş. Hacca gidemeyenler için muazzam bir alternatif olan Bişva İçtiması (Bishwa Ljtema) sebebiyle meydan mahşer yeri gibi. Milyonlarca insan sırtlarında bavullar, çantalar ve çuvallarla çadırlarda yerlerini almışlar bile.
Mikrofon uzatılan din kardeşlerimizin bu toplantıya katılma sebeplerini anlatırken kurdukları cümleler, imanı güçlendirmek ve güzel bir ahlâka ulaşmakla ilgili. Doğru yolda nasıl devam edebiliriz, bu dünyadan iyi amellerle nasıl ayrılabiliriz kaygısı öne çıkıyor. Başka ülkelerden, şehirlerden gelen Müslümanlarla tanışmak, birlikte namaz kılıp insanlığın selâmeti için yapılan dualardan, insanlığa yapılan barış ve iyilik çağrılarından feyz almak katılımcılar için büyük heyecan. Genç bir Asyalıya göre bu duaya katılan insanların alış-verişi düzgün olur, aile ve sosyal hayatı düzelir, insanlarla ilişkisi güzelleşir, merhameti artar, bilgisi çoğalır, birlik ve beraberlik duygusu güçlenir. İyinin ve kötünün, rızık ve nefsin sahibi olan Allah’tan başka gidecek bir yerin ve çarenin olmadığını söylüyorlar. Zulmedilen Müslümanlar, duadan en çok nasiplenenler. İslâm’ın yeryüzünden fitne ve kötülükleri silmek istediğini, üstünlük iddialarını mahkûm edip insanları eşitlediğini, sulh ve selâmet için bu dünyada çalışmayanların, öteki dünyada cennete kavuşamayacağını söylüyor bir başka katılımcı. Namaz için çantalardan çıkarılan tertemiz örtülerle yeryüzü sonsuz bir namazgâha dönüşüyor.
Beş vakit namaz kılabildikleri, kaynak olarak Kur’an’a sahip çıktıkları, helâl ve haramı ayırt edebildikleri, başkalarının haklarını gasbetmedikleri için gözleri yaşlı, şükreden insanlar. Büyük duayı yapan imam “Buraya şu an Allah’ın rahmeti yağıyor” derken, yolcularımız Muhammed ve Sirac ile birlikte duygu seline kapılmamak imkânsız.
Bu zor doğa koşullarıyla, ülkedeki çekim yapmakla ilgili kanunlarla, ağır insanlık hâlleriyle ve büyük bir kalabalıkla mücadele ederek sonuca ulaşan yönetmeni ve bütün ekibi kutlamak lâzım.
Yıldız Ramazanoğlu