Yapay zekâ sihirli bir kelime. Öncelikle bilimsel bir nüansı var: Herhangi bir şeyin yapay zekâyla üretilmiş olması ona bir bilimsellik ve ciddiyet kazandırıyor. Tabii nesnellik de…. Güncel sanatın yapay zekâyla kurduğu ilişki ise hayli tuhaf. Lafı dolandırmadan malum sergiye gelelim; Refik Anadol’un “Makine Hatıraları: Uzay” sergisine… Pilevneli Dolapdere’nin önünde günlerdir uzayıp giden kuyrukları görmeyen kalmamıştır elbet (Belki de kalmıştır; bu kısma sonra değinelim). Sergi, baştan sona yapay zekânın büyüleyiciliğini temel alıyor. Serginin girişinde, NASA’nın kamuya açtığı uzay temalı verilerin ham hâlini görüyorsunuz. Üst katlara çıktıkça bu verinin Anadol’un müdahalesiyle yapay zekâ tarafından işlenmiş “estetik” çıktılarını “deneyimliyor”sunuz. Makinenin zekâsıyla işlenmiş büyük datanın “sanatçı” tarafından manipüle edilmiş hâllerine şahit oluyorsunuz da diyebiliriz.
Söz konusu güncel sanat, dijital performans ve yapay zekâ olunca kullandığımız her kelime tırnak içinde kalmak zorunda. Güncel sanatla ilgilenen birçok ismin kendisini “sanatçı”, yaptıklarını da “sanat” olarak adlandırmadıkları malûm. Keza ürettikleri çıktılara “sanat eseri” dememiz için de ortada bir sebep olmadığını düşünüyorlar. Peki, kendileri sanatçı olmayan, yaptıkları iş sanat olmayan, ürettikleri “şey” sanat eseri olmayan bu insanlar tam olarak ne yapıyorlar? Melville’in Katip Bartleby’si gibi yapmamak yerine, yapıp da adlandırmamayı yeğledikleri şey ne? Kendilerinin vermek istemedikleri isimleri onlara yakıştıran kim? Bu adsız-sansız “işler”i kim, kime satıyor? Hazır olun, Alice’in içine yuvarlandığı tavşan deliğine burnumuzu sokmak üzereyiz!
“Makine Hatıraları: Uzay” sergisinde hatıraları sergilenen teleskoplar. Sırasıyla Hubble, ISS ve MRO.
Bruno Latour’a göre bilim insanlarıyla sanatçıların birlikte çalışması çok zordur ve bu tür girişimler genellikle başarısızlıkla sonuçlanır; en azından amaç tam da bu işbirliğinin zorlukları üzerine kafa yormak olmadığı müddetçe… Fakat güncel sanat, Latouryen itirazları bile o muazzam genişliğinin içinde soğurmaya kadir; hatta belki de çoktan bunu yaptı bile! (Francis Halsall’un makalesini hatırlayalım.) [1] En azından Refik Anadol’un makinelerle iletişimi hayli iyi görünüyor. Ham veri tünelindeki data MRO (Mars Reconnaissance Orbiter), Hubble ve ISS (Uluslararası Uzay İstasyonu) teleskoplarının sırasıyla Mars, evren ve Dünya’ya dair biriktirdiklerinden oluşuyor. Bu üç “makine”, sınırları bilinmeyen bir uzamsal hafızaya sahip; Anadol bu dinamik “kamusal” hafızayı “dürüst bir şekilde” piyasaya sunmayı hedeflemiş. Makinenin göz kamaştıran zekâsının hatıra üretme sürecini şeffaflaştırma pratiği olarak görüyor sergide yaptığı işi.
İkinci katta Anadol ve ekibinin önceki dijital “iş”leri yer alıyor. Anadol’un makinelerle arası iyi görünüyor demiştim; bu katta, bu ilişkinin eski çıktılarını görmek, Anadol-makine dostluğunun hafızasına adım atmak mümkün. Üçüncü katta, Anadol’un ham veriyi işleyecek sistemlere ne tür komutlar verdiğini, unutma-hatırlama kodlarını nasıl belirlediğini ve bu kodların nasıl işlediğini gösteren gen algoritmaları mevcut. Dördüncü ve beşinci katlar ise serginin en “keyifli” bölümleri: Burası bir çeşit düş havuzu. Anadol ve ekibinin alt kattaki ham verileri işleyerek elde ettikleri dijital mimarinin içine giriyor, iki farklı bilişsel ağın (discriminitive-generative neural network) üzerinde uzlaştığı, potansiyel gerçekliği bulunan bir imajın heykelini görebiliyorsunuz.
Serginin sanat alıcısı olarak sizden beklediği şey, yapay zekâ algoritmalarıyla duygusal bir etkileşim içine girmeniz; gerçek-hayal, soyut-somut, yapay-doğal ikiliklerinden sıyrılıp dijital dünyanın hatıra uzamında yepyeni bir estetik pratiği “deneyimlemeniz” (Tırnaklar hâlâ önemli evet). En üst kata çıktığınızda ise sizi Premium dünyası karşılıyor. Buraya kadar henüz kendinizi özel hissedemediyseniz ve bu kadar “kamusallık” sizi mutsuz ettiyse işte şimdi tam olarak doğru yerdesiniz; #NFT membership club’a hoş geldiniz! Dördüncü katta gördüğünüz eğlenceli düşlere ebediyen sahip olmak isterseniz kanvas tablolar, yüksek çözünürlüklü TV-tablolar ya da drive’ınızda ve taşınabilir belleğinizde muhafaza edeceğiniz dijital çıktılardan satın alabilirsiniz. En aşağıda, en çıplak hâliyle gördüğünüz bir takım verilerin transparan kıyafetleriyle paketlenip satışa sunulduğu yer burası. Bütçeniz elveriyorsa Mars’tan arazi satın almak yerine, Dolapdere’de bir sanat galerisine giderek Mars’ı gözetleyen bir teleskobun hatıra partiküllerinden bir buket toplayabilir ya da sergiye ilişkin videoları izleyip “İyi de sanat bu işin neresinde? Ayrıca bu kadar şeffaflık fazla; bu sergi bana Winamp Media Player grafiklerinin büyütülmüş versiyonlarını andıran dijital sirkülasyonların nasıl kodlandığını öğrenmekten fazlasını vadetmiyor” deyip gitmemeyi tercih edebilirsiniz. It’s up to you!
Havva Yılmaz
[1] Ayşe H. Köksal’ın dikkat çektiği üzere makale, güncel /çağdaş sanatın her şeyi kendisine aracı (medium) edinen “sonsuz ve açık uçlu” kapsayıcılığı içinde Latour’u da benimsemesi; aktör-ağ (network) teorisini güncel sanatın bu en güncel versiyonuyla örtüşen bir çeşit “aktör-ağ estetiği”, Latour’u da bu estetik formunun performans sanatçısı olarak görmesi mümkündür. Makalenin tamamı için bkz. F. Halsall, “Actor-Network Aesthetics: The Conceptual Rhymes of Bruno Latour and Contemporary Art”, New Literary History, 47 (2-3), 2016, 439–461. (doi:10.1353/nlh.2016.0022). Köksal’ın metni için bkz. Ayşe H. Köksal, “Latourcu Estetik mi Dediniz?”, E-Skop, 2017. https://www.e-skop.com/skopbulten/latourcu-estetik-mi-dediniz/3594#_edn4