Godard’ın ölüm haberini ilk aldığımda hissettiğimle ötenazi haberini duyduktan sonra hissettiğim farklı. Godard’ın çektiği her filmi sevmediysem de beğendiğim filmlerinden çok şeyler öğrendim. Meselâ Serseri Âşıklar favori filmim değildi ama son dönem filmlerine özel bir alâka gösterdim, ehemmiyet verdim. Anlam dünyasıyla özdeşlik kuramadım ancak film yapma eylemi içindeyken bazen ortak hisler paylaştığımızı tasavvur ettim. Bütün bu sebeplerle başlangıçta kıymetli bir sinemacının vefatının ardından biraz hüzünlendim. Fakat “2022 yılında hayattan yorulduğunu söyleyen yönetmen 90’lı yaşlarında ötenazi hakkını kullanarak hayata gözlerini yumdu.” şeklindeki haberi okuduğumda bambaşka bir duyguya savruldum. İnsanların iradeleriyle yola çıktıkları her eylemde bir manâ gizlidir şüphesiz. Godard’ın tercihindeki manâyı sorgulamayacağım; sadece bende neden kekremsi bir tat bıraktığının izini sürmek istiyorum.
Ölüm, her zaman karşınıza Yedinci Mühür filmindeki gibi satranç oynayan kanlı canlı bir kişi olarak çıkmıyor; yahut saklanmak için yanaştığınız ağacın arkasında sizi bekleyerek umulmadık sürprizler gerçekleştirmiyor. Hele ki ölüm, hayatımıza ok gibi saplanıp sürekli kanatan bir yara olmaya hiç de talip değil; bilâkis ölüm geldiği gibi dünyanız aniden değişiveriyor! Ölüm insana ne zaman misafir oluyor? Dünyadaki bütün eylemlerimizi tamamladığımızda mı yoksa dünyadaki vazifemiz bittiğinde mi? Dünyada yapacak birşey kalmadığında saatin tiktakları bir başkası için mi işlemeye başlıyor? Yaşamanın içinde ölmek anlamını taşıdığı bir aralık mevcut mu? Hz. Peygamber (sav), Veda Hutbesi’nde dinin tamamlandığını müjdelerken ömrünün sonuna yaklaştığını ima etmişti. “Yarın kıyametin kopacağını bilseniz bile elinizdeki fidanı dikin.” manâsındaki hadisiyle de son nefese kadar hayatı değerli kılma gayretine dikkat çekmişti; son nefesi teslim alma ayrıcalığını bizzat Allah’a havale ederek…
Peki Godard kendini neden öldürdü? Ölümü bekleyemediği için mi, ölüme meydan okuduğu için mi? Bilmiyorum, çok da merak etmiyorum. Ama bu eylem, yönetmen Godard’dan ziyade, insan Godard hakkında düşündürdü beni. Sanatçı Godard ile bütün acziyetini aşikâr eden beşer Godard arasındaki farka ya da farksızlığa işaret etti. Kafama takılan şuydu belki de: Kendi varlığını mutlak surette hissetmeye yarayan sanat gibi bir eylem türünde zirvelere çadır kurduğu söylenen bir adam nasıl olur da yaşam dürtüsünden vazgeçmeyi göze alır? Abbas Kiyarüstemi’nin hasta yatağında Muhsin Namjoo’nun bir eserini dinlerken döktüğü gözyaşlarını hatırladım: Gözlüklerinin ardına sakladığı ve onu en güçlü hâliyle var kılan acizliğine yaslanan dinginliği… Çizgi sanatkârı Hasan Aycın’ın ağır hastalığı müddetince sahip olduğu teslimiyeti ve çizgisiyle tekrar buluştuğunda hayata sıfırdan başlıyormuşçasına yaşadığı heyecanı, var olma duygusunu…
Yazının başlarında Godard’ın dünyadan/hayattan yorgunluğunu itiraf ederek ölüm fermanını imzalaması, bende buruk bir iz bıraktı, demiştim. İtiraf, bir acziyet göstergesi; imzaladığı ferman ise acziyeti kabullenmeyen bir çığlık. Muhtemeldir ki filmleri de hayat ve ölüm sarkacında verdiği bu kararın izlerini taşıyor.
Murat Pay