Filmin adını olduğu gibi bırakmak istedim. Bazen her cümlenin ya da kelimenin tek çevirisi olmayabilir ve çoklu anlamlara açık bir söyleyişi yaygın kullanılışıyla ‘herşeyi bitirmeyi düşünüyorum’ gibi bir karşılık ile sınırlamamak taraftarıyım. Amerikalı yönetmen Charlie Kaufman, 2020 yapımı I’m Thinking of Ending Things’de karmaşık duyguların ışığını günümüzün geleceğe de uzanan birçok meselesinin üzerinden geçerek karlı bir güne düşürmüş. Filmin açılışında genç bir kadın yedi sekiz haftalık ilişkisini bitirmeyi düşünmektedir fakat birlikteliğe oldukça ciddi bakan erkek arkadaşı Jake’in aileyle tanışma teklifini geri çeviremez, birlikte uzun bir yola çıkarlar. Karlarla kaplı, fırtınalarla çevrili yol boyunca içi rahat etmez; çünkü kendisi bu ilişkiye ailesine söyleyecek kadar önem vermemektedir. Bu arada pencereden yola çıkış anını seyreden yaşlı adamı benim gibi birçok kişi başlangıçta kızın babası sansa da, kısa süre sonra hissederiz ki yönetmen bize büyük bir oyun oynuyor. Kızıl saçlı, tereddütlü, kafası karışık Lucy, gerçekte hiç olmamıştır, dalgınlıkla farklı isimlerle anılır ya da hiç ismi yoktur; belli ki birçok kadın izleniminin bileşkesi sayılabilecek eklektik bir kahramandır. Yaşlı Jake’in, yalnızlığıyla yüzleşmek için hayalinde kurguladığı bir kahramandır sadece.
Yalnız yaşayan, mezun olduğu lisede hademelik yapan, bir zamanlar sinema ile yakından ilgilenmiş bir adamın, sayısız karşılaşmanın sonu hüsran olmasaydı ve bir kadınla gerçek bir ilişki kurabilseydi neler olabilirdi fikriyle oluşan bir hayal Lucy. Jake’in çocukluk odasına varıldığında raflardaki sayısız kitaplar ve film cd’leri gösterir ki filmlerdeki gibi yaşayamamış olsa da, hayalinde filmlerdeki gibi oyunlar kurmayı öğrenmiştir. Film boyunca seyrettiğimiz olaylar, Jake’in zengin muhayyilesinin ürünüdür. Yönetmen yirmidört saatten daha az bir zaman diliminde geçenleri, Kanadalı yazar Iain Reid’in 2016’da yazdığı aynı adlı romandan bilinçakışı tekniğiyle sinemaya uyarlamış. Virginia Woolf’un Mrs. Dolloway’inde ve James Joyce’un Ulysses’indeki gibi bir akışın görüntüye dayalı sinemada mümkün olabileceğinin kanıtı olmuş film. Bazı anlar kızın aklından geçenlere Jake’in telepatik bir hissedişle cevaplar vermesi, bazı eleştirmenlere ikisinin farklı kişiler değil, aynı kişinin farklı benlikleri olabileceğini düşündürmüş.
Filmini açıklamak üzere konuşmalar yapmaya sıcak bakmayan Kaufman, telefonla yaptığı kısa bir söyleşide herkesin istediği gibi düşünmesinin ve yorumlamasının değerli olduğunun altını çiziyor. Kendisi de Reid’in kitabını uyarlarken ana temaya sadık kalmakla beraber senaryosunu, kendi hissiyatına göre oluşturur, filmi kendi muhayyilesiyle yönetir ve başarısını da buna bağlar.
Jake’in kız arkadaşını bu kadar kısa bir zaman içinde ailesiyle tanıştırmak istemesi, onun dolayımından başka bir bilinçteki yansımalarını görebilme çabası, kendine dair hakikati başka bir bilinçte görme arzusudur. Çünkü yolunu ısrarla geçmişte onu inciten kızların çalıştığı ıssız ve karlarla kaplı bir yerdeki dondurmacıya düşürmesi bilinçaltına derin bir iniş. Geçmişte onunla alay eden, arkasından fısıldayan kızların ağzının payını verme işi de Lucy’ye bırakılmış gibidir. Küçümsenme acılarını hayatındaki kadına gösterip oradan sevgi ve merhamet devşirme, bir yarasını daha sardırma çabası. Sürreal akışta oluşumuzun göstergesi; soğuk, fırtınalı ve ürkütücü bir karanlığın, dondurucu soğuğun içinde, kilometrelerce hiçbir yerleşime rastlanmayan, etrafında insan bulunmayan bir barakada kızların kısa kollu ve incecik elbiselerle servis yapmalarıdır.
Çiftliğe vardıklarında ailesiyle tanıştırmadan Lucy’yi doğruca ahırların olduğu yere götürüp kurtlanmış domuzları, donarak ölmüş koyunları ve acımasız koşulları göstermesi de manidar. Tüm bunlar, evde karşılaşacakları sakilliklere bir hazırlık gibidir. Hayali kıza çiftlikte geçen sert ve acımasız günlerine dair bir işaret vermekte. Kızın gördükleri, her ailede görülebilecek olan uyumsuzluklardan sayılabilir; konuşurken sürekli birbirlerini iğneleyen, oğulları hakkında övgü mü yergi mi olduğu belli olmayan anılar anlatan bir ebeveyn.
Lucy zeki ve kavrayışlıdır. Ailenin yanında başka, okulda yaşlı kapıcıyla yalnız kaldıklarında başka konuşur Jake hakkında. Yolculuğun metruk lisenin önünde kaybolma evresinde Jake ortadan kaybolup yaşlı hademe olarak karşısına çıktığında ve ona ‘erkek arkadaşın neye benziyordu’ diye sorduğunda verdiği cevap umut kırıcı: “Ucubenin teki, hafızamda yer etmemiş. Sadece başka erkeklerin tacizinden kurtulmak için edinilen bir arkadaş. Bilirsiniz; sahiplenilmek, mülk olmak ve dikizlenmekten kurtulmak için. Bana öyle bakmaya başladı, bela oldu, hayatımdaki binlerce anlamsız olaydan biriydi. Kırk yıl önce beni ısıran sivrisineği tarif etmemin istenmesi gibi.” Oysa ailesiyle karşılaşmada anlattığı hikâye bambaşka. Lucy onu görmüş, çok çekici bulmuş ve ona telefon numarasını vermiştir.
Film üzerinden yönetmen neredeyse hayatın bütün süreçlerine bakıyor, günümüzün hayati konularındaki düşüncelerini filme ustaca yerleştiriyor. Bazı filmler yönetmenlerin vasiyetine benzer. Jean Luc Godard’ın İmgeler ve Sözcükler (le Livre D’image 2018) filmi de dünyanın bütün ahvâlini gözler önüne seriyordu. Japon yönetmen Akira Kurosawa’nın son filmi sayılan Düşler’in de (Yume 1990) vasiyet olarak algılandığını biliyoruz. Bize parçalar halinde cenneti-cehennemi, doğayı-adaleti, suçu-cezayı ve bağışlamayı anlatmaya çalışmıştı. Kaufman henüz genç ama böyle bir izlenim edindim kendi adıma.
Kaufman bir insanın zihninde beliren “ayrılık” düşüncesinin arka odasına baktığında anlaşılması zor çelişkiler görüyor. Jake iyi adam, kızı seviyor; hayata bakışına, yaptığı her işe değer verip onu dinliyor, anlayabiliyor, mesleğiyle ilgili sorular soracak kadar eğitimli, zeki ama ilişki yürümüyor yine de. Dile gelmeyen fakat özlü ve kaçınılmaz bir sorun var. İlişkide Mussolini Treni gibi dakik ve katı bir şey var Lucy’ye göre ama, böyle olması belki de doğanın bir parçası; ‘kabullenmek, teslim olmak lâzım’ fikri de içinde saklı. Zaten öteki tercih olan bitirmek, büyük bir enerji ve kararlılık istiyor. Kızı böyle kurgulayan Jake’e bu his çocukluktan geliyor da olabilir, ‘film izlerim, beynimi yalanlarla doldurup oyalarım, böylelikle zaman göz açıp kapayana kadar geçer’ saplantısı. Yaşlı adamın yemek yerken izlediği bütün filmlerde çiftler biraz tartışsalar da sonunda el ele tutuşup giderler. Çoğu sanat eserinde olduğu gibi bu filmde de Don Kişot etkisini görebiliriz. Şövalye romanları okuyarak beyni bulanmış adamdan nasıl dünyadaki bütün kötülüklere son vermek üzere yola çıkan bir kahraman yaratıldıysa burada da çok film izleyen çocuktan bütün ilişkileri iyileştirecek bir kahraman yaratmış yönetmen. Lucy’nin sıkıntısı, bu ilişkiden payına düşen, varlığı görülmeyen birini görme, onaylama ve başkalarının da görmesine aracılık etme görevinin ruhuna ağır gelmesi: “Bakın ne kazandım, yetenekli, hassas… Bunu yapıyor, şunları biliyor, şunu önemsiyor…” Burada Emerson’dan bir söz anılır: “Çok az insan ölmeden önce kendi ruhuna sahip olabilir. Özgün eylem insanda nadir görülür, çoğu yaşamlar ve arzular taklittir.”
Anne babasıyla karşılaşmada en yaralayıcı an, annesinin meş’um rozeti çıkardığı andır. Oğlu feraset ve zekâ ödülünü alamasa da, ona ‘gayretli öğrenci’ rozeti takılmıştır. Bu yarasını da gösterir Lucy’ye ki onu olduğu gibi kabul etsin. Jake’in zihninde anne babası hızlıca yaşlanıp her şeyi unuttuklarında daha katlanılası olurlar.
Peki, bu ‘bitirme’ düşüncesi en iyi ilişkinin içinde bile nasıl uyumakta ve fırsat kollamakta? Lucy’nin zihni şöyle der: “Bu yeni bir fikir ama sanki ezelden beri orada, bu fikir bana ait değilse nereden kurgulanıp geldi? Dile getirilmeyen fikirler kişinin kendisine ait değil mi acaba, bazen düşünceler hakikat ve gerçekliğe eylemden daha yakındır. Her şeyi söyleyip yapabilirsin ama sahte bir fikir üretemezsin.”
Filmin en can alıcı başarısı, zaman ve mekânı sonsuz bir uzam içinde buluşturmasındadır. Mesela eve geldiklerinde başka duyguların zamanına geçilir ve eşyaların kameranın önünden geçiş hüznü, sinemanın bir gösterme sanatı oluşunu bir kez daha gözler önüne serer. Filmin sırrı, önümüzden geçirdiği sihirli görüntülerle öteki bilinçlerde sayısız düşünceyi aynı anda oluşturabilmesinde; terk etme ya da bağlanmanın bizi kuşatan eşyalarla, ortamlarla ilişkili olduğunu fark ettirmesinde.
Lucy’ye bir parantez açmak zorunlu.
Filmin üzerine kurulduğu kişi, modern dünyada artık kontrolden çıktığı varsayılan bir ahir zaman kadını. Lucy şiir yazıyor, ışığı ve ortamın havasını yakalayabildiği, takdire şayan açık hava resimleri yapıyor; kuantum fizikçisi, yaşlılığı ve tükenişi çok merak ettiği için geriatri üzerine araştırmaları var ve akademide ‘duyusal dorsal kök gangliyon nöronlarında kuduz enfeksiyonuna yatkınlık’ üzerine tez yazıyor. Jake çok ısrar edince Lucy’nin arabada okuduğu kendi şiiri, mükemmel bir sevgilisi olsa bile ayrılma fikrinin hep orada duracağını gösteriyor.
Şiirde modern dünyanın anlam kaybı, beyhudelik duygusu, iç sızısı var. Yaşamak bazen hiç kimseyle ilintili olmadan, kendinde olan az, acıtan, örseleyen, kısıtlı/ sınırlı/ kuşatılmış yanıyla da kangrene dönüşebilir. Fakat yol boyunca başka bir boyutta paralel bir dünya gibi varlığını sürdürür, kasvetle narin güzellikler iç içedir.
Düşünceler peş peşe geçit yapıyor film boyunca. Her şeyin iyiye gideceği inancı insana özgü bir fantezidir. Bu düşünce bir bağımlılık ve tutkudur aynı zamanda. Ânı yaşamak önerilir daha önce de birçok düşünürün salık verdiği gibi. Ölümden kaçamayacağını idrak eden tek hayvan olan insan, umudu yaratmış, yalanlar ise her yeni kaplamıştır Kaufman’a göre. İşlerin düzeleceği, hiçbir şey için geç olmadığı, yaşın önemsizliği, Tanrı’nın senin için güzel bir planı olduğu, umudun asla tükenmeyeceği, her işte bir hayır olduğu, herkesin aşkı bulabileceği…
Finale doğru her şey tersyüz olur. Yolun sonunu göremeden görkemli bir salonda adeta yeni bir sayfa açılır. Yıllar sonra Oklahoma Müzikali oynanmış ve yaşlı Jake de -ne alâkaysa- büyük bir ödül almıştır. Alkışlayanlar arasında biraz yaşlanmış, şık ve bakımlı Lucy oturur. Uzun ve verimli bir ömrün son demlerinde ödüle lâyık görülmesinin sebebi, dehası değil, kesintisiz gayretidir; bunu hiç gocunmadan sevinçle açıklar.
Filmin tür sınıflandırmalarının üstünde tutulması gerekmekte. Sürreal, fantastik ögeler barındırdığı gibi, klasik ve modern yaklaşımlar bir arada. Aşk filmi de denilebilir, ileride daha da yaygınlaşacak duygu karmaşalarına ışık tuttuğu için futuristik olarak da görülebilir. Yönetmen, finali yaraların/ acıların/ eksiklerin ortaklaşmasına, tamlıktan vazgeçilmesine adamış adeta. Sinemanın ne olup ne olmadığını bir kez daha billurlaştıran bir film oldu benim için. Yönetmen özgürce düş ve gerçek parçaları yaratmış ve bu parçaları nasıl birleştireceğimiz bize kalmış.
Yıldız Ramazanoğlu