Neşe kelimesinin hem sarhoşluğa hem de yeniden doğmaya bakan iki yönü var. Kelimenin Arapça çakırkeyif olmak anlamına gelen ‘neşve’den türediğini düşünürsek neşe, bir sarhoşluk hâli. Yine Arapça ‘neşet’ten geldiğini düşünürsek de bu sefer kelime yeniden doğmaya, yeniden meydana gelmeye işaret ediyor. Neşenin sürekli oluş hâlini ve bunun insanı sarhoş eder derecede vereceği hazzı çağrıştırdığını düşünebiliriz.
Eski Türkçede ise sevmek fiilinden türetilen sevinç kelimesi karşılıyor bizi neşenin yerine. İlginçtir, minnet’i de sevinç’in yanında görüyoruz. İnsan sevindiğinde bir minnet duygusu kaplıyor içini, kime karşı, neden? Diğer yandan da sevinç sanki daha anlık, neşe ise derin ve kalıcı bir ruh hâline karşılık geliyor.
Neşeyi anlık mutluluktan ayıran nedir? Neşe üzerinde düşünürken karşımıza neşe filozofu Spinoza çıkıyor. Kelimenin izini Spinoza’nın açtığı yoldan sürmeyi deneyelim. Neşenin Gücü isimli çalışmasında Frederic Lenoir, neşenin kaynaklarını Spinoza’da, Nietzche’de ve Buda’nın öğretisinde arıyor. Lenoir, önce neşenin neden daha içselleştirilmiş, sabitlenmiş bir duygu olduğunu açıklamaya çalışıyor. Sanatçının eseri karşısında, sporcunun ise başarısından duydukları tatmin, daha somut, zevkten daha derin bir duygudur. “Neşe bizi silkeleyen, kuşatan, bize doluluğu tattıran bir güç taşır. Neşe hayatın bir tasdikidir.”
Neşenin benzer duygulardan farkını belirlemek, uzun bir yolun sonunda geliyor aslında. Antik çağda Yunan filozofları ve Buda’nın düşünceleriyle açılan bir yol bu. Örneğin haz duygusunun gelip geçiciliğini aşan bir duygunun araştırılması söz konusu. Epiküros, hiçbir hazzın bizatihi kendinde bir fenalık, kötülük barındırmadığını; lâkin bazı hazları meydana getiren sebeplerin, hazzın üstüne ondan daha fazla alt üst oluş getirdiğini serdetmiş.
Mutluluğun nasıl kalıcı olabileceği de asıl tartışma konularından. Antik çağ düşünürleri, bunu insanın mutluluğunu dış sebeplerden ayırması ve de onu kendi kendisinde yeniden bulması gerektiği şeklinde cevaplamışlar. Bu, mutluluğun daha yüksek bir hâlidir, bilgeliktir. Bilge olmak, hayata razı gelmek ve onu olduğu hâliyle sevmektir.
İşte bu adlandırma arayışının sonunda netleşen bakışa göre haz ve mutluluğun dışında belki daha az duyduğumuz, hayatta engin bir memnuniyetin kaynağı olan hâl, neşedir. Neşenin özelliği daima yoğun olması ve insanın -beden, zihin, yürek, hayal gücü dahil- bütün varlığına tesir etmesidir. Neşe katbekat çoğalmış bir haz türüdür. Daha yoğun, daha kuşatıcı, daha derin.
Neşe filozofu Spinoza’nın anlayışına yakından bakmayı deneyelim şimdi de. Yahudi kökenli Portekizli bir ailenin mensubu, 17. yüzyıl düşünürlerinden Spinoza, Musevilik ve dinler karşısında eleştirel bir tavır almıştır. Optik cam parçacılığı yaparak geçinen düşünür, hayatı boyunca evlenmez ve mesleki şartları sebebiyle 45 yaşında kansere yakalanır. Düşüncelerini geometrik bir düzende; tanımlar, aksiyomlar, önermeler, ispatlamalar, açıklamalar, gerekçeler ile kodlayarak ortaya koyduğu Etika’yı on beş senede tamamlar. Spinoza’nın etiği bir neşe felsefesidir. İnsan eylemleri hakkındaki görüşü, ahlâk anlayışı neşe ile başlar neşe ile biter. Bu, eyleme dönüşmüş bir neşedir. Kendi etiğini kurmak üzere bütün dini/ metafizik değerleri bir kenara iter ve insan doğasını gözlemler: Tanrı dediği varlık, aslında doğadır.
Spinoza, modern biyolojinin de teyit edeceği bir tez ortaya koyar. Buna göre her organizma sadece kendini muhafaza etmeye çalışmaz, aynı zamanda kendi yaşama kudretini de artırmaya çalışır. İnsan ve tüm canlılar bu süreçte engellerle karşılaşırlar. Bu karşılaşmalarda eyleme gücü azaldığında kişiyi bir hüzün hissi kuşatır. Tersine, bu karşılaşmalar daha büyük bir mükemmelliğe erişme imkânı sağladığında ise insan neşe hissiyle dolar. Büyüdüğümüz, geliştiğimiz, bir şeyi başardığımız, kendi doğamıza uygun bir şekilde kendimizi biraz daha fazla gerçekleştirdiğimiz her defasında neşe içinde oluruz. Spinoza’ya göre neşe mükemmelleşmedir, var olma kudretinin artışıdır.
Spinoza’ya Gilles Deleuze’un gözünden baktığımızda onun Spinoza’nın yolunu adımladığı, onu anlamaya çalıştığı incelemesinde filozofun hayatın itici gücü olarak neşeyi gösterdiğini görürüz. Kederli tutkular gücümüzün en düşük derecesini temsil ederler; bu duygularla çevrelendiğimizde eyleme gücümüzden azami ölçüde ayrılırız. Spinoza’nın felsefesini kurduğu Etika’nın zorunlu olarak bir neşe etiği olduğunu söylüyor Deleuze. Dahası şu parıldayan çıkarım geliyor: “Bir tek neşe değerlidir, bir tek neşe kalıcıdır, bir tek neşe bizi eyleme ve eylemin yüceliğine yakınlaştırır.” Spinoza’nın yaşam felsefesine göre yaşam iyilik ve kötülük, kabahat ve meziyet, günah ve af kategorileriyle zehirlenmiştir. Yaşamı zehirleyen şey nefrettir; “kendine karşı duyulan nefret”, yani “suçluluk duygusu” da buna dahildir.
Kederli tutkular ise birbirlerine ürkütücü bir şekilde şöyle zincirleniyor: kederin kendisi, nefret, tiksinti, alay, korku, umutsuzluk, vicdan azabı, acıma, infial, kıskançlık, alçakgönüllülük, pişmanlık, iğrenme, utanç, yerinme, öfke, öç, zalimlik.
Buraya kadar neşenin hayatın capcanlı ve mükemmelen işlemesinde nasıl da kritik bir katalizör olduğu daha iyi anlaşılıyor, buna karşılık kederli duyguların tam tersi bir yönde hayatı aşağı doğru çektiği, bu kötücül duyguların yaşamı frenlediği, her şeyi durdurduğu da…
Çetin Balanuye’nin Spinoza’nın Sevinci Nereden Geliyor? isimli çalışması sayesinde ise Etika’nın zor damarlarından başka açılımlarla çıkabiliyoruz. Örneğin Etika’nın mimarisinde önemli bir kilit taşı olan conatus kavramının kast edilen neşede nereye denk düştüğünü daha iyi anlayabiliyoruz. Conatus, canlı-cansız tüm sonlu varlıkların var kalma çabasıdır. Bu var kalma çabası ise bizim ve diğer varlıkların birbiriyle karşılaşmalarının imkân verdiği ölçüde devam eder. Daha doğrusu öteki, bizim var kalma çabamızı imkânsız hâle getirene kadar sürer. Bu karşılaşmalar bizim seçimimiz dışında gelişir, işte çaba da buna rağmen var olmak, direnmektir. Özgür seçimlerimizin bir sonucu olmayan bu çabalayış, kimilerimiz için bir ıstırap, kimilerimiz içinse neşeli bir meşguliyet olarak deneyimlenebilir. Spinozacı anlayışa göre bu çaba, bir yolda oluşu kavramayı gerektirir. Kendiliğinden neşeli bir yolculuğu, kavradıkça güçlendiren, güçlendikçe de neşeyi artıran bir dönüşümü fark etmek gerekir.
Belki de bu yolda neşeyle devam edebilmek için, yine Balanuya’dan öğrendiğimize göre, etkin bir güce dönüşmek elzemdir. Burada çok hoş bir örnek getirir yazar, bir meyvenin işte o var kalma çabasıyla, conatus sayesinde insanı yönlendirdiği hiç aklımıza gelmemiştir. “Bir elmanın sizi kullandığını düşündünüz mü hiç?” sorusuna muhatap oluruz. Aksine, elmayı yetiştirip çoğaltmaya insanın özgürce karar verdiğini düşünürüz. Oysa ilişki tam tersi de olabilir; elma, şekli, lezzeti ya da besin değeri sayesinde insan denen türün arzusunun nesnesi olmayı başarmıştır. Bir başka deyişle, tam da var kalma çabası (conatus) göstermek bakımından o denli başarılı olmuştur ki kendi başına saçabileceği tohumlardan çok daha fazlasını biz insanları kullanarak her yere saçmayı başarmıştır. Bu bir güç ifadesidir! Elma, eğer bugün dünyanın birbirine çok uzak yerlerinde bile varsa, bu var-kalma çabasının açık bir göstergesidir.
Elmanın var kalma çabasının hepimize ilham olması dileğiyle, yazımı her daim neşeli kalın diyerek bitiriyorum.
Hale Sert
Kaynaklar:
Frédéric Lenoir. Neşenin Gücü. Çev. Atakan Altınörs. İstanbul: Bilge Kültür Sanat, 2020.
Çetin Balanuye. Spinoza’nın Sevinci Nereden Geliyor? İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2021.
Gilles Deleuze. Spinoza: Pratik Felsefe. Çev. Ulus Baker, Alber Nahum. İstanbul: Norgunk Yayıncılık, 2011.