Bugün Erol Akyavaş’ın 22. ölüm yıldönümü. Gelin birlikte, sanatçının Temmuz 1990’da Dergâh dergisinde yayınlanmış bir röportajı üzerinden o günlerden bugüne sanat dünyasının değişen ve değişmeyen yönlerinin izini sürelim.
Zift Ekibi
–İki yıl kadar önce gerçekleştirdiğiniz “Miraçnâme” adlı litografi dizisiyle klasik kültürümüze yöneldiniz. Eseriniz, belki sizin de beklemediğiniz büyük bir ilgiyle karşılaştı. Sizi böyle bir çalışmaya yönelten nasıl bir ihtiyaçtı? Nasıl bir sancının ürünüydü Miraçnâme?
-Efendim, dediğiniz gibi bir sancı var. Benim anlayamadığım, çözemediğim hadiselerden biri de, nüfusunun %99’unun Müslüman olduğu, bu %99’un en az %50’sinin de samimi Müslüman olduğu bir ülkede, büyük bir kitleyi heyecanlandıran bazı şeyleri aydınlarımızın inanılmaz derecede yok saymalarıdır. Müsaade ederseniz, altı yedi yıl kadar önce yaşadığım bir hadiseyi anlatayım. Hacıbektaş’tan geçiyordum. Dedim türbeyi ziyaret edeyim, iki rekat namaz kılayım, çıkayım. Girdim, çıktım. O gün de Hacıbektaş kazasının pazarı. Anadolu pazarı işte, eşekler gelmiş, kamyonlar, domates, hıyar… Bir faaliyet, bir hayattır gidiyor. Yürüyorum. Bir ara tekkenin duvarının dibinde sessiz bir kalabalık gördüm. Şöyle gittim, aradan baktım. Otuz kırk kişilik bir cemaat toplanmış. Bir saz şairi Yunus’tan mı, Pir Sultan’dan mı bilmiyorum, şiirler okuyor ve Kerbela vak’asını anlatıyor. Ve dinleyenler ağlıyor. İnanılmaz, müthiş bir şey! Anadolu’nun göbeğinde, bin sene önce şehit düşen biri için, bin sene sonra, Anadolu’da, bir pazarın ortasında, domatesin biberin içinde şiir söylendiğinde, halk ağlıyor. Dehşet bir şey. Yani ihtiyaç var. Mesela bin senedir mevlüt okunuyor. Düşünün, bu dinî mevzulu bir şiir. Bu şiirin popülaritesini düşünün, kitlelerce sevilmesini düşünün, bir de bugün en çok satan şairlerimizin popülaritesini düşünün. Komik bir nisbet çıkıyor ortaya. Üç milyonda, beş milyonda bir. Ve bizim aydınımız, dindar olsun, dinsiz olsun, lâdinî olsun, bu olayı yok farzedip kafasını kuma sokmuş. Ve Miraç hadisesi… Bildiğiniz gibi, Miraç, 18. asra kadar en popüler konulardan biri. Musikide, şiirde, minyatürde, hasılı her sanat dalında bir şeyler yapılmış. Daha sonra demode olmuş. Ama kandili var. Bütün Müslümanları yakından ilgilendiriyor. Camiler kandillerde dolup taşıyor. Fakat sadece bizde değil, bütün İslâm dünyasında Miraç hadisesi, halkı ne kadar ilgilendiriyorsa, aydınların, sanatkârların o kadar ilgisinin dışında. Halbuki müthiş bir hadise. Anlatırken heyecanlanıyorum. Bir ömür boyu Miraçnâme yapmak mümkün. Niye olmasın? Elhamdülillah Müslümanız. Biz bu Miraç konusuna bir el atalım dedik. Hatta Miraçnâme dizisine önsözü yazan Muhammed Arkoun –ki yakın dostumdur– biliyorsunuz, İslâm felsefesi profesörü, “bunu yapsa yapsa bir Türk sanatkârı yapabilir” dedi.
–Muhammed Arkoun bu kanaate nereden varmış?
-Arap ülkelerinde bu olayı sanat eserine dönüştürmek isteyenler, ya çok kötü kopyalar yapıyor eski minyatürlerden, yahut zıpır zıpır modern resimler yapıyorlar dedi. Acıklı bir şey. Onlar da şaşırdılar ne yapacaklarını. Niye dedim? Yahu dedi, siz farkında değilsiniz. İslâmiyet’teki önemli adımların çoğu Türkler tarafından atılmıştır. Bir de bizden sonra Müslüman olduğunuz için daha taze bakıyorsunuz meseleye. Zaten bu Miraçnâme’yi bir Arap yaptı deseler, inanmazdım dedi. Müthiş keyiflendi.
-Türkiye’de sergilenmesi nasıl oldu, nasıl karşılandı?
-O da enteresan hikâye. Litografi alma geleneği yok. Resim alıyoruz da, anlamıyoruz. “Yani gazete baskısıyla litografinin farkı ne abi? Bu da matbaada mı basıldı?” diye soruyorlar. Tabiî bu Fransa’da basıldığı için biraz pahalı oldu. Bunu dağıtan Nev Galerisi dedi ki, “Bu elimizde kalacak ama, şan için yapalım abi, boş ver, bu çok şık bir şey!” Ve kardeşim, işin sonunda, tek para kazandıkları iş oldu, kendi ifadeleriyle. Dediler ki, abi biz bundan para kazandık. Bir buçuk ay içinde bütün setleri satıldığı gibi, çok garip şeyler de olmuş. Mesela Mardin’den bir telefon: “Gardaşım bir Miraçnâme bastırmışsınız, ondan bana üç tane yollarsınız?” Diyorlar ki, “Beyefendi, ama bir tanesi bir buçuk milyon lira!” Telefondaki kızıyor: “Parasını sorduk mu ağam? Yolla diyirim sana!” Kimdir bu adam, nereden duydu? Birkaç gazetenin dışında pek bahsedilmedi de, tantanası yapılmadı. Ve benim Miraçnâme dizileri bitti.
–Peki, bu dizi Batı’da nasıl karşılandı?
-Onu sormayın. Eğer maddi ilişkiler açısından düşünürseniz, büyük hata idi. Çalıştığım galeri, bizim Miraçnâme’yi görünce, “Ben bunu istemiyorum, bu soğuk şaka da neyin nesi? Kendine gel!” gibilerden laflar etti. Adam kendi açısından haklı. Müşterilerinin çoğu Yahudi. Oralarda Müslümanlık deyince de, hemen akla terörizm, uçak kaçırma, bombalama gibi şeyler geliyor. Fakat Fransa’da Seuil diye bir yayınevi var, Gallimard’dan daha yüksek seviyede bir yayınevi. Bu yayınevinin başında Chotchowitz diye bir zat var ki, Fransa’nın en entelektüellerinden biri sayılıyor. Bu zat Müslümandır, Ticanî. Bir Kuzey Afrika tarikatı. Chotchowitz bu tarikatin Paris’te şeyhidir. Aslında Polonyalı bir zat, fakat Fransa’da doğmuş, Müslüman olduğunu dışarıda pek yaymıyor, ama bazıları gibi gizlemiyor da. Sorulduğu zaman ben Müslümanım diyor. Schimmel gibi, son derece ciddi, ağırbaşlı bir zat. Muhyiddin İbnü’l-Arabi’de Zaman Kavramı diye de ağır bir kitabı var. Yani nerede olursa olsun, Müslümanlar böyle eserlere ihtiyaç duyuyor. Dindar halkımız sanıldığı kadar saf değil. Anlıyor, ihtiyaç hissediyor. Fakat besleyen musluk yok. Kimse elini atıp da, bu büyük ihtiyacı karşılamak yoluna gitmemiş.
–Erol Bey, anlattıklarınızdan şu çıkıyor: Türk sanatında bugün resminden şiirine kadar, bir kaynak problemi var. Sanatçılar kendi kültürel kaynaklarına eğilmek yerine, Batı’da gördüklerinin bir bakıma röprodüksiyonunu yapıyorlar.
-Maalesef.
–Bu bakış açısından bugünkü Türk resmini, yahut Çağdaş Türk Resmi’ni değerlendirir misiniz? Hatta isterseniz, çağdaşlık nedir, önce bu konuya bir açıklık getirelim.
-Evet, çağdaşlık nedir? İçinde yaşadığımız çağın hissiyatını,kendi mahalli karakterini kaybetmeden vermek, verebilmek. Yoksa çağdaşlık anonim şirket değil. Aksi takdirde sanatkârlar arasında fark kalmadığı gibi, kişiden kişiye de fark olmazdı. Herkes robot gibi en son modeli yapardı. Böyle bir tandans var tabiî, ama bu sadece pazarlamayla ilgili bir şey. Adam Rus ressamıysa, herkes onun Rusluğunu görmek istiyor. Çünkü Rus olmanın bir fiyatı var.
–Peki efendim, Türk ressamı, diyelim hem çağdaş dünyanın hissiyatını eserlerinde mükemmel bir biçimde yansıtmış hem de milli karakterini. Böyle bir Türk ressamının Batı’da, sanat piyasasında şansı nedir?
-Haa, Türk olmanın fiyatı daha yüksek. Biz adımızı ezile ezile taşıyoruz. Çünkü daha önce bir vesile ile söylemiştim, mesela İngiliz kültürüne İtalyan ayrı bir kapıdan giriyor. Bense kuyruğa giriyorum. Çünkü benim babam Leonardo değil. Benden hesap soruluyor. Dolayısıyla o benden bilmem kaç metre önde başlıyor yarışa. Zararı yok, başlasın. İkimiz de nasıl olsa aynı yoldayız. Ama ben onun arkasından gider, ayağının türabı olursam, herif beni ciddiye almıyor. Böyle garip kompleksleri olan adamlar vardır. Dışarıda altı sene kalmıştır, doktor olmuştur, adını George diye değiştirmiştir. Niye? Amerikalılara yabancı geliyormuş. Ulan, Amerikalı sana bilmem neresiyle gülüyor. Sen George olamazsın, tipin müsait değil. Sen Konyalı Mehmet’sin. Niye utanırsın? Niye bu kadar ezilirsin? Ayıp bir şey değil Konyalı Mehmet olmak. George olmaya kalktığın zaman komik oluyorsun.
–Yani bizim sanatçılarımız bir bakıma George olmak hevesine kapılmışlardır mı demek istiyorsunuz?
-Tamam, öyle. Hani meşhur hikâyedir, laz İngiltere’ye gitmiş, “Ben İncilaz’ım”demiş. Bir Türk’ün ben İncilaz’ım demeye hakkı yok. Kendine bir faydası olmadığı gibi herkesi de güldürüyor.
–Erol Bey, isterseniz yine çağdaşlığa gelelim. Bizim çağdaşların ne ölçüde çağdaş oldukları konusunda ne düşünüyorsunuz?
-Ne derece kendi şahsiyetlerini, hem insan olarak şahsiyetlerini, hem de içinde yaşadıkları toplumun şahsiyetini ne derece yansıtabiliyorlarsa, o derece çağdaştırlar. Ondan ne fazla, ne eksik.
–Şimdi diyelim ki, çağdaş bir Türk ressamı, kendine Batı’da yer arıyor. Gitti, sizin dediğiniz gibi de kuyruğa girdi. Ve diyelim ki kuyrukta sıra geldi. Bundan sonra nelerle karşılaşacaktır?
-Biraz zor sıra gelir tabiî. İçeri alsalar bile, bir kere geldikleri cemiyetin faturası onlara yüklenir. İtalyan, bagajında Leonardo ile geliyor, ben barbarlıkla. Yani İtalyan’a Leonardo’nun torunu olarak bakıyor adamlar, bana Viyana kapılarına dayanmış Osmanlı’nın torunu. Kuyruk acıları var. Ayrıca Müslüman olmak bir sanatçı için başlıbaşına bir handikap. Batı’da piyasayı elinde tutan belli zümreler vardır. Mesela Yahudiler. Nedenleri çok ayrı. Güzel sanatların her dalı ve basın yayın işi bunların elinde. Dinî durumunuz onlara göre namüsait ise, işiniz zordur. Yarışa bir kere elli metre geriden başlıyorsun. Bu yetmiyormuş gibi, bir de bir dakika sonra koşmaya başlatıyor seni. Yarış zaten on saniye diyorsun, bir de bir dakika sonra start verirsen… Ne yapalım diyor, canın isterse…
–Demek ki bu piyasada sanat ölçülerinden ziyade ideolojik ölçüler geçerli.
-Gayet tabiî. Benim mesela, yıllardır çalıştığım galeri, daha önce de söyledim ya, İslâmî düşüncenin ilham kaynağı olduğu işlere başladığımda gayet net söyledi; bak, dedi, benim alıcılarımın yüzde doksanı Yahudi. Ben bunları gözden çıkaramam dedi. Bu kadar basit. Ben bu kundurayı sattırmam abi, başka dükkanda sat diyor. Başka dükkan yok.
–Şimdi Türk resmini Batı’ya götürdük. Şimdi siz kendinizi bütün peşin hükümlerinden arınmış bir Batılının yerine koyun ve o gözle cevap verin. Bugünkü Türk resmi ne durumdadır?
-Çağdaş Türk resmi maalesef Batı’nın ikinci baskısıdır. Yazları geldiğim için pek o kadar yakından takip edemiyorum. Ama gördüğüm kadarıyla, büyük çoğunlukla, Batı’da pişmiş yemeklerin ısıtılıp önümüze sürülüşü. Bu bir yerde hepimiz için varit. Başka ülkeler için de. Burada bizi kurtaracak olan şey, folklorik resim yapmak değil, öküz, manda, ağlayan köylü kızı resmi yapmak değil. Ama o folklorik ve felsefî tortunun sanatçıda bulunması ve bunun şuurunda olması, buradan bir senteze gitmesi lazım. Mecburuz buna. Bunun dışında iyi Renault montajı yapan adam oluyoruz. Bize yerli araba gerek, Renault montajı değil. Götürüyorsun onu, iyi, fena değil diyor adam, Türkiye’de vidaları iyi sıkmışlar. Belki o kadar şık olmaz, belki biraz kabl–akabalık da bir tazeliktir–, ama uzaktan baktı mı, haa, bu bizim malımız dedirtecek eserler gerek. Dediğimin çok zor olduğunun da farkındayım. Ama bunun kolay olduğunu hiç kimse iddia etmedi. Aksi taktirde ha oturup Levnî’nin elle kötü taklidinî yapmışsın, ha Gauguin üslubunda bir resim yapmışsın, bir farkı yok. Hepsi de tavşanın suyunun suyu. Sanatçı hiç tesir altında kalmayacak demek değildir bu. Hepimiz bir kültür bombardımanı altındayız. Ama önemli olan yediklerini hazmetmektir. Belli akımlar, Batı’da, belli sosyal, politik ve kültürel gelişmelere reaksiyon veya kontr reaksiyondur. Siz o aşamaları gerektiren, o reaksiyonu gerektiren şartlar olmadan, sonuçlarını almışsınız. Sebebini göremeden neticeyi almışsın. Eğreti duruyor. Sivil elbise giymiş askerler gibi. Kaçıyor kıravat üstünden. Endüstri devrimini İngiltere yüz sene önce yaşamış. Cevaplar farklı olacak tabiî.
–Şimdi bu, bizim yaşadığımız ekonomik, politik vb. sıkıntılara sanatçıların verdiği herhangi bir cevap yoktur anlamına gelir mi?
-Pek yok tabiî, gördüğümüz kadarıyla yok.
–O zaman, Türk sanatçıları kendilerini yaşadıkları toplumdan tamamen tecrit etmişler demektir.
-Öyle.
–Türkiye’de son zamanlarda sahte sanatseverlerin türediği dikkatinizi çekti mi?
-Gayet tabiî. Sahte sanatkârlar, sahte münekkitler gibi, sahte sanatseverler var.
–Sadece resimde değil, tiyatroda, operada, müzikte…
-Tabiîdir bu. İçtimâî bir baskı var. Mesela Ali Bey’in evinde A ressamının işi var, Veli Bey’in evinde de var. Peki Hasan’ın nesi eksik, parasıyla değil mi? Alın lan şundan bir resim diyor. Belki Batı’da da böyle başladı. Bizde burjuvazi çok yeni. Çocukları görecek. Evde 12 yaşındaki oğlan görecek. Biz evimizde pek resim görmedik. Yeni öğreniyoruz bunları. Dedim ya burjuvazi yeni oluşmaya başladı. Son beş on yılın hikâyesi. Bu arada tabiî burjuvazinin bütün hödüklükleri de oluyor. Ama ikinci veya üçüncü kuşak, dedesinin evindeki Hoca Ali Rıza resmini yabancı bulmayacak. Bunu biraz anlayışla karşılamak gerekir diye düşünüyorum. Avrupa’da da bu seçkin bir grubun sidik yarışıyla başladı. Bizde de bir zamanlar evlere asılan levhalar vardı. Bir bakıma Batı’da tabloların gördüğü vazifeyi görüyordu. Şimdi eski yazılar da toplanır oldu. Bir zamanlar atılırdı bunlar. Aman görmesinler, ayıp olur diye. Ama bakın ne kadar kısa zamanda oldu bu. Değişiyor Türkiye.
–Bunların ekonomik birer meta haline gelmesi…
-Hem iyi, hem kötü. İyi yönüne bakarsak şöyle: Bu adamlar zaten sadece ekonomik değerler sistemi içinden geldiler. Onlar için bir şeyin kıymeti nedretinden değil, fiyatının yüksekliğinden. Eskiden yırtıp attığı Hoca Ali Rıza’nın karakalem resmi, ya da “Ah minelaşk” levhası birdenbire kaç milyon lira… Haa, birdenbire kıymetli hale geldi. Bu evde duracak dedi. Bu yaklaşım, o değerlerin yok olmasına mani oluyor. Daha önce çarçur oluyordu, başkaları gelip alıyor, götürüyordu onu. Çok enteresan. Mesela Londra’daki Sotheby’s’in müzayedelerine bizimkiler de girmeye başladı. Çatlıyor insan. Ulan, yirmi sene önce aklınız nerdeydi, salaklar! Binde bir fiyatına alabilirdin, üstelik hayır dua kazanırdın. Şimdi gidip Londra’dan alıyorlar. İran’da da böyle olurdu. Hatırlarım, Şah zamanında İranlılar gelip Londra’dan New York’tan Acem halıları alırlardı. İran’da İran halısı kalmamıştı. Komik bir şey. Yine o hep eskiyi beğenmeyip hödük olmayı Batılılık zannetmenin sonuçları bunlar. Şimdi yavaş yavaş sorulmaya başlandı: “Acaba ben hakikaten Batılı olabilir miyim? Bunun yolu onları maymun gibi taklit etmekten mi geçer?” diye. Evet, şimdi herkes anladı, Sabancı’sından bilmem nesine kadar; el yazması Kur’an kıymetli. Bunu anladı şimdi. Çok yeni ama, on beş sene önce mevzubahis değildi. Şimdi büluğ çağındaki oğlanın patlaması gibi. Durulur zamanla. Yani büyüyecek, bıyıkları çıkacak. Bu kadar acelesi olmadığını anlayacak. Bir seçim yapacak hale gelecek.
–Kendini milletlerarası seviyede kabul ettirmek isteyen bir ressamın sizce öncelikle nelere dikkat etmesi gerekiyor?
-Önce nereden geldiğini, içinden çıktığı kültürü çok iyi bilmesi ve gitmek istediği Batı ise,Batı’nın da nasıl çalıştığının farkında olması lazım. Tabiî bu, Batılı bir sanatçıya göre ekstra zaman gerektiriyor. Batı’da sanat dünyasının ve piyasasının kendine has şartları vardır ki, çok ağır şartlardır bunlar. Büyük sermaye ve belli bir dinî grupla ilgili mekanizma. O mekanizmanın nasıl işlediğinin çok iyi bilinmesi gerekir. Aksi takdirde, Paris’in göbeğinde bile otursan, hiç kimsenin haberi olmaz.
–Bu piyasayı fazla zorlamak bizi yüzsüz çocuk durumuna düşürmüyor mu?
-Elbette. AT (Avrupa Topluluğu) hikâyesine dönüyor. İstemiyorum kardeşim seni diyor. Yemi bırakacaksın, balık kendisi düşecek. Ağzına zokayı sokarsan, bu balık tutmak değil, ırzına geçmek olur. Makbul değil. Zaten olmuyor da. Yahu diyorsun ben AT’a girmek istiyorum. Kardeşim istemem seni diyor, sen Müslümansın diyor. Açık açık. Paran yok diyor. Çok çok sana bekçilik yaptırırım diyor. İstersen bir kulübe vereyim, yabancıları kovalarsın diyor. Benim evime taşınamazsın diyor. Biz, yok taşınacağız diyoruz. Bu böyle olmamalı, adam demeli ki, yahu n’olur bize gelin, bizde oturun. İşte onu dedirtmenin yolu, itibarından, kendi kültürünün gurununu taşımaktan utanmamandan geçer. Gelir, geç gelir, ama gelir. Sakalların ağarır. Ama itibarını korumuş olursun. Şimdi asılırsan olmuyor. Baş belası oluyorsun. Bir süre sonra adam kapıcıya diyor ki, içeri sokmayın. Galeri de, yayınevi de vize koyuyor. Boşver diyor, yine o Türk mü geldi? İllallah yahu? Bu duruma düşmekle kendine de ayıp ediyorsun, temsil ettiğin cemiyete de. Üstelik muvaffak da olamıyorsun.
–Literatüre geçmiş Türk ressamı var mı Avrupa’da?
-Bildiğim kadarıyla yok. Maalesef.
–Erol Bey, son olarak Türkiye’deki resim eleştirisi hakkında fikirlerinizi almak istiyoruz. Bu eleştirmenler, eleştiri mi yapıyorlar, başka bir şey mi?
-Hani boynun niye eğri demişler deveye, nerem doğru ki demiş. Hepsi birbiriyle ilişkili. Kritik etmek, o işi yapmaktan da zordur. Çünkü daha büyük bir birikim ister.
–Bir eleştirmen argosu var…
-Evet, o dışarı da da, mesela Fransa’da da vardır. Okursun, yahu ne diyor bu adam? İyi mi kötü mi, beğendi mi, beğenmedi mi? Bir çeşit laf cambazlığı, lingüistik akrobasi. Verbalizm. Açık seçik yazmak neredeyse ayıp oldu. Bir soru: Acaba bu birikim ve genel kültür noksanını örten bir kamuflaj mı? Sis bombası mı? Herifi kıstırıp sorduğunuz zaman, kardeşim ne demek yani bu diye, o zaman da pek cevap gelmiyor. Böyle tuhaf bir şey işte…
–Verdiğiniz bilgiler için teşekkürler.
Kaynak: Erol Akyavaş’la röportaj, “Miraçnâme Ressamı Türk Resmine Nasıl Bakıyor?”, Orta Sayfa Sohbetleri: Sanat, haz. M. İhsan Kara, İstanbul: Dergâh Yayınları, 2013, s. 27-36.